MODERN VE İDEOLOJİK YAKLAŞIMLAR KARŞISINDA MEVLÂNÂ VE MESNEVÎ**
Sizlerle dertleşmeye geldim. Belki biraz amiyane, biraz acemice konuşacağım, mazur görünüz. Zira gönülden konuştuğumuzda herkes kabul eder ki dertliyiz. Zaten dertli olmak, dert sahibi olmak, bizim geleneğimizde yaşadığımıza, düşündüğümüze ve diri olduğumuza işaret eder. Derdi, çözecek olana söyle, çözmeyecek olana söyleme demişler. Çözecek sizler olursanız, yerinde söylenmiş olur. Çözülmeyecek şeyler söylemiş olursam, nezaketsizlik ve kabalık etmiş olacağım, affediniz.
Konumuz geçmiş ile bugünü, bugünle geleceği buluşturma endişesiyle ilişkilidir. Başlıkta yer alan modern ve ideolojik nitelemeleri derdimizle, endişemizle yani aşkımızla aramıza giren yeni ve katı engellere işaret etmektedir. Burada değerlendirmeye çalışacağım bu engeller, gerçekten varsa dertleşmiş olacağız, yoksa sizlerin zamanını çalmış olacağım. Yine geleneğimize göre dostlar arasında konuşmak güvenlidir, zira dostlar ayıpları örter.
Mevlânâ der ki:
گر حدیثت کژ بود معنیت راست آن کژی لفظ مقبول خداست
Sözün eğri, manan doğruysa, sözün o eğriliği Allah’ın makbulüdür.1
Çağdaşlık ve yenilik anlamlarına sahip modern sözcüğü, kültürel birikimimizde olumlu ve olumsuz çağrışımlara sahiptir. Kısaca olumlu yönü yenilik ve verimlilik, olumsuz yanı ise görsellik/suretçilik ve maddecilik. İdeoloji ise, hiç olmazsa şu anda bizde bıraktığı izlenime göre modern tavrın şekillendirdiği sabit fikirliliği, bir düşüncede kasıtlı oluşu temsil etmektedir.
Bu ifadelerle şu noktaya varmak mümkündür: Modern çağda bilinçli veya dolaylı yoldan ideolojik tavırlar, bizim ülkemizde geleneğimizde var olan olgun insan ve erdemli toplum amacını galiba gölgeledi. Bu sebeple olsa gerek ki insanın iç dünyasının ve birlikte yaşanan dış dünyanın imarı ile ilgili dikkatler ülkemizde azaldı.
Konuyu elbette Mevlânâ ve düşünceleri ile aramıza giren engellere getireceğim. Genel anlamda tarihî birikimimiz, ilmî ve dinî mirasımız, kanaatimce üç koldan ideolojik dindarlık, ulusçuluk ve modernlik adına yerilirken, gerekçeler farklı ama sonuç aynı olmuştur. Kısa ve basit ifadelerle söylersek, birine göre Selçuklu ve Osmanlı sahih İslâm’ı yaşamamış, saltanatı ve keyfiliği öne çıkarmıştır. Diğerine göre Selçuklu ve Osmanlı, Türk unsuru dışlamış ve başka ulusların kültürel etkisinde kalmış, yabancı unsurları devlet yönetiminde etkin hâle getirmiştir. Modernistler ise geleneği ve birikimi, yetersiz hatta utanılacak bir mazinin ürünü görmüştür. İyimser bir deyişle her üç kesimin, bazı mensupları farklı yollardan, İslam sonrasına ait Anadolu medeniyetini gerektiğince önemsememektedir.
Müslüman toplumda maddeci-batıcı bir anlayışla başkalaşmayı amaçlayan çevreler, geçmişle bağlantıyı koparma arzusuyla fikir ürettikleri için burada söz konusu edilmeyecektir. Dolayısıyla ideolojik dindarlık ile yeni ulusçuluk anlayışları konumuz için daha önemlidir. Çünkü özellikle bu akımlar topluma ve geçmişe masum kanallardan bağlı oldukları için gerçekte geçmişle geleceğin makul ve ürün verici şekilde bütünleşmesine daha çok yardımcı olmalıydılar.
Bu çevreler etkileyici yeni görüşlerle dinî değerlere ve millî özelliklere sahip çıkmaya çalışırken toplum, çözülmesi güçleşen bir yığın soru ve sorunlarla karşı karşıya kaldı. Son 40-50 yılda geleneksel din anlayışı, tasavvuf, hadislerin sıhhati, ulusçuluk, dinde çağdaş yorum, din-siyaset ilişkisi gibi konularda derdi ve ihtiyacı gözetmekten gittikçe uzaklaşan tartışmalar veya bilginin İslâmlaşması, İslâm’ın şehirleşmesi, İslamcılık, İslam devleti, Arap-İslam aklı, İslâmî sol vb. tanımlamalar bu duruma örnektir. Takdir edersiniz ki bu konularda yukarıda işaret edilen modern yaklaşımlarla oluşturulan görüşler toplumun çoğunluğu tarafından ilgi görmemiştir. İlave olarak daha bilinçli, daha huzurlu bireyler ve daha düzenli bir toplum hayatının emareleri de şu anda galiba pek gözükmüyor.
Konumuza dönersek Mevlânâ ve eserleri halkın çoğunluğu tarafından büyük alaka görürken, aydınların ve bilim adamlarının ilgisi çok geridedir. Hatta onlar tarafından yapılan eleştiri ve muhalefet daha güçlüdür. Örnek olarak modern araştırma üslûbuna sahip mütedeyyin bir bilim adamı yaptığı araştırma sonucunda Mevlânâ için şu hükme varmaktadır: “Dini inançları, İslâmî prensip ve teşekkülleri serbestçe eleştirmesine mukabil, sönük bir iki işareti istisna edilirse, siyasî yönetimleri ve kuruluşları, özellikle Moğol yönetim ve idare sistemini eleştirememiş, cesaretini nedense bu sahada gösterememiştir.”
Değerli hocamız Mevlânâ’nın bazı ifadelerini kaynak göstererek hüküm taşıyan cümle ve cümlecikler oluşturmaktadır: “Medrese ile minare yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene girmez; iman küfür, küfür de iman olmadıkça tanrının hiç bir kulu hakkıyla Müslüman olmaz” hükmünü veren Mevlânâ’nın …”; “Mesnevî’sini bir Tanrı vahyi olarak sunan Mevlânâ,..” Sayın hocamız, bu tespitlerinin sonucunda Mevlânâ’nın “Hayatta oldukça Kur’ân’ın kuluyum ve seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım” dediği rubaisinin, aktardığı fikirlerle tam bir çelişki teşkil ettiğini söylemekte, dolayısıyla bu düşüncelerden biri onun değildir veya Şems’ten önce bunu söylemiştir diye eklemektedir.
Mevlânâ’ya benzer eleştiriler getiren başka bir mütedeyyin bilim adamı bir yazısında, “Mevlânâ Fîhi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler” tespitini yapmaktadır.
Modern bilimsel üslupla yapıldığı düşünülen bu tespitlere başka bir çok ifadeyi eklemek mümkündür. Diğer bir örneğimiz, çoğunlukla reddedici görüşlerin sıralandığı Mevlânâ ile ilgili bir televizyon programında eğitmen olduğunu söyleyen milliyetçi çevreden aydın birinin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini başta sona okuduğunu ve maalesef İran kimliğinin bu esere hakim olduğunu gördüğünü söylemesidir. Bu yorumdan anlaşıldığı gibi etnik kimlik tartışması, bazıları tarafından Mevlânâ gibi bir şahsiyet üzerinde de yapılmıştır.
Bazılarına göre Selçuklular zamanında Anadolu’da farklı iki kültür çevresi vardı. Biri Türk kültür çevresi Amasya, diğeri İran kültür çevresi Malatya ve de Konya, yahut “Konya ekolü” ve “Kayseri-Kırşehir ekolü”. Daha ağır ifadelerle Moğolcu “Konya ekolü” ve işgal karşıtı “Kayseri-Kırşehir ekolü”.
Mevlânâ’nın ve aynı yolu benimseyenlerin aklı yerdiği, insan iradesini yok saydığı, bunun sonucunda Anadolu’da pozitif bilimlerin gerilediği gibi iddiaların yanı sıra burada yaşayan ilk Müslümanların arasındaki dinî veya siyâsî ihtilaflara geniş boyutlar eklenmesi, zannımca hep aynı yaklaşımların sonucudur. Şemsî Tebrîzî ile Mevlânâ’nın münasebeti ve Şems’in kayboluşu üzerindeki iddia ve görüşler de aynı türdendir. Bu bakışların izleri Konya’da son yıllarda canlı bir şekilde gerçekleştirilen ihtifaller sebebiyle basılan yayınlarda dahi zaman zaman görülebilmektedir.
Benimsemediğimiz gibi aykırı ve dayanaksız bulduğumuz bu bakış ve yorumlara doğrudan karşılık vermek gerekmiyor düşüncesindeyim. Bütün bu örnekler, sadece modern ve ideolojik tavrın ne kadar etkili olduğunu ortaya koymak için sıralandı. Şu anda ülkemizde Mevlânâ ve eserleri üzerinde uzmanlaşmış bir bilim adamının bulunmayışının, klâsik kaynaklarımıza ulaşmada aracı olan Osmanlı Türkçesi, Farsça ve Arapçanın gerektiği düzeyde öğretilememesinin arka planında zannımca bu yaklaşımların önemli bir etkisi vardır. Konya’da üniversitede bu dillerde yıllardır öğrenime ara verilmesinde, yani ilgili bölümlere öğrenci alınmamasında, kaynak açısından bu dillerle yakın bağlantısı olan bölümlerde bu dillerin öğretilmemesinde başka nedenlerden çok daha fazla bu bakışların etkili olduğu kanaatindeyim.
Mevlânâ Mesnevî’sinde zihinsel karmaşaya ve yersiz sorulara dair örnekler vermektedir:
Saçına kır düşmüş bir adam aceleyle iyi bir berbere geldi.
“Ey yiğit! Sakalımdaki beyaz kılları temizle; yeni gelin aldım” dedi.
-Berber- sakalını kesti ve hepsini önüne dökerek “Sen seç, benim işim çıktı” dedi.
Bu soru, o da cevaptır; onu seç; bunların başında din derdi yok.
Biri, Zeyd’e bir sille vurdu; o da karşılık olarak ona saldırdı.
Tokat vuran dedi: “Sana soru soracağım, sonra bana cevap ver ve o zaman bana vur.
Kafana vurdum, “Şak” diye ses geldi. Burada iyi niyetle bir sorum var.
Ey padişahın övüncü! Bu şak benim elimden miydi, yoksa senin kafandan mıydı?”
-Zeyd- dedi: “Sillenin acısından kurtulmadım ki bu düşünce ve düşünmede bulunayım.
Sen dertsizsin, bunu düşün; dert sahibinin bu düşüncesi yoktur, kendine gel!”2
Bilginin ne olduğu, sözün ne derecede bilgi taşıdığı ve hangi ifadelerin hüküm içerdiği gibi konularda klâsik kaynaklarda bugün de dikkate alınması gereken bilgiler vardır. Bilgi aktarma amaçlı kurulan cümleler, yani ihbârî sözler, bazen mecazî anlamlar taşır. Dolayısıyla istek bildiren inşâî sözler gibi değerlendirilir. Bu durum meânî ilminin konuları arasındadır. Netice olarak doğrulanma veya yalanlanma ihtimali bulunan ihbârî söz merhamet dileme, özlem belirtme, temennî etme, övme ve övünme gibi anlamlar taşıyabilir. Ayrıca bilginin sağlıklı olabilmesi için doğru bilgi, sağlıklı metin veya kaynak ile sağlıklı algılayıcı gerekmektedir. Bütün bunlar bilgi üretme faaliyetinin klâsik temel prensiplerine işaret etmektedir.
Türkiye’de geleneği önemsemeyen ve çoğu defa yeren kişiler, klâsik eserleri bazı ifadeler ve söyleyiş biçimleri açısından eleştirmektedir. Mesela onlara göre inanç açısından sakıncalı görülen noktalardan biri, bu eserlerde bazı şahıslar ve eserler için kullanılan yüceltici ifadelerdir. Örnek olarak onlara göre Mesnevî’nin birinci defterinde, mukaddimedeki Mesnevî âlemlerin Rabbinden indirilmedir ifadesi, bugünkü nesillerin mecazsız ve benzetmesiz açık hüküm içeren sözleri gibidir ve Mesnevî’nin kutsal bir kitap olduğu iddiasını içermektedir. Yine bu eserlerde şeyhe atfedilen özelliklerin de aynı şekilde peygamberlik, hatta ilahlık iddiası taşıdığı ileri sürülmektedir. Meselâ şu beyitler onlara göre bu durumun örneğidir:
Velilerin Allah’tan -gelen- güçleri vardır; fırlamış oku, yoldan geri çevirirler.
Veli üzülürse, sebepten doğacak kapılar Hakk’ın eliyle kapanır.
İlahî lütufla söylenmişi söylenmemiş yapar; böylece ne şiş yanar, ne kebap.3
Uyanık ol! Veliler, zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik vardır.
Her bir ölünün canı, onların sesiyle ten mezarından kefen içinde sıçrar.4
Genel bir değerlendirmeyle denebilir ki yüce Allah’a duyulan kalbî bağlılık, meydana gelen her şeyi Hak’tan bilmeyi gerektirir. Bir manada ilahî gücün varlığını her şeyde görmek mümkündür. Ankaralı İsmail Efendinin (ölm. 1631) çeviri ve izahına göre bu Tenzîlün min Rabbi’l-âlemîn (Âlemlerin Rabbinden indirilmedir) ibaresi, Bu Mesnevî Âlemlerin seyyidinden veya mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahî ilham yoluyla bırakılmıştır5 anlamını taşımaktadır. Bu sakin ve duyarlı algılama nedeniyle asırlardır hiç kimse Mevlânâ’yı peygamber sıfatıyla anmamış ve Mesnevî’ye gerçek manada Kur’an dememiştir.
İnancımıza göre bu dünya, kim daha güzel davranacak diye yaratılmış bir imtihan sahasıdır. Emir ve nehiyler bu dünya hayatıyla ilgilidir. İman ve küfür, medrese ve minare hep bu sınır içerisindedir. İnançlı kişi bu tabloyu aşmak, dünya zindanından ve beden kafesinden kurtulmak arzusundadır. Dolayısıyla anılan imtihanın sonucunda bu buyruk ve yasaklar ile bu isimlendirmeler sona erecektir. Sözde ve şiirde bu arzuyu dillendirmeyi dünya alanına indirgemek, surete dayalı bir değerlendirmenin sonucudur ve geçmişte bu ifadelerden böyle olumsuz mana çıkarılmamıştır.
Diğer bir dikkat çekici husus Anadolu’daki ilk İslâmlaşma dönemiyle ilgili, zannımca makul olmayan abartılı tespit ve görüşlerin ortaya atılmasıdır. Anadolu’da İran kültür ve kimliğini temsil eden bir çevre veya ekol bulunduğunu söylemek, bilgin ve şairlerimizden bazılarını bu özellikte görmek doğru değildir. Bu iddia ilk önce batılı bazı şarkiyatçılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkiye’de de bu görüşler bazı bilim adamlarınca savunulmuştur.6 Gerçekte Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehrinin nüfus yapısı ve siyasî tarihi ile atalarına dair kaynaklarda bulunan bilgiler ve Mesnevî’sindeki bazı ifadeleri hiç de bu özellikte değildir.
Aslında bu tür etnik veya kültürel kimlik iddialarıyla bütün mazimiz kuşatılmıştır. Gerek Gazneli Mahmud’un önderliğindeki Gaznelilerin ve gerekse Büyük Selçukluların Farslaştığı ve Fars kültürünün etkisi altında kaldığı iddiaları günümüzdeki bilgi ve tespitler ışığında anlamsız ve geçersizdir. Bu konuda artık İranlı bilim adamlarından bazıları da farklı görüştedir. Yüz yılı aşkındır, Doğudaki klâsik edebî zevk ve şiir geleneğinin İran kültür ve medeniyetinin tesiri altında geliştiği iddia edilirken bugün bazı İranlı araştırmacılar özellikle Gazneli ve Selçuklu dönemi şairlerinin şiir dünyalarıyla ilgilendikten sonra bu şairlerin büyük çoğunluğunu şiddetle eleştirmektedir. Farsça yazmış bu şairlerin Türkleri, Türk devlet adamlarını övdüklerini ve İran destan kahramanlarını küçümsediklerini, sünnî sultanlara dalkavukluk yaptıklarını ispata çalışmaktadırlar.7 Mevlânâ da bir dereceye kadar bu eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela onun Gazneli Mahmud’u övgüyle anması ve yakın adamı Ayaz’ın üstün özelliklerinden söz etmesi tenkit sebebidir.
Dolayısıyla Türkistan, Horasan ve İran bölgesinden batıya doğru ilerleyen büyük nüfusun hem kendi gelişimini, hem yeni toprağı vatan edinmeyi, hem de yerli nüfusun İslamlaşmasını sağlayan bir gücü ve kaynağı beraberinde taşıdığı açıktır. Böyle olduğunun delili ise sahip olduğumuz Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile yeni medeniyetimizdir.
Mevlânâ ile Anadolu insanının arasına engel koyan düşünce ve iddia sahipleri bulunduğu için bu noktalara değinme mecburiyeti duymaktayız. Gerçekte ulusların ve insanların arasına girebilecek her engel üzerinde titizlikle duran ve insan oğlunu huzura ve barışa davet eden Mevlânâ’nın bu tartışmalarda anılması üzüntü vericidir. Ancak bugün maalesef ülkemizde kimi gönülleri buruklaştıran bazı iddialar sebebiyle ve yenileşmemize yardımcı olacağına inandığımız böyle bir kaynaktan vazgeçmeyeceğimiz için bu tartışma konularına değinme ihtiyacı duymaktayız.
Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ, günlük hayatımızda her an bizlere bir şekilde dünya değerlerine bağlılıktan uzaklaşmamıza yardımcı olacak uyarılar gelmektedir derken, bugün için önemli bir nükteye işaret etmektedir:
Bir şahıs imamlık yapıyordu. “الاعراب اشدّ کفرا و نفاقا (Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir. Tevbe, 9/97)” ayetini okudu. Meğer Arap reislerinden biri orada bulunuyordu. Ona kuvvetli bir sille vurdu. İmam ikinci rekatta “ ومن الاعراب من یؤمن بالله والیوم الآخر (Bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanan vardır. Tevbe, 9/99)” ayetini okudu. O Arap, “Sille seni islah etti” dedi.8
Bir ayet-i kerimeyi ayırımcılık sanıp aldanan bir Arabın hikâyesidir bu. Her an ayrılık için vesile arayan, söz ve davranışları yanlış yorumlayan kişiler sözü ve davranışı, hatta ayetleri bile yanlış düşüncelerine alet edebilir. Sorun, bu örnekte olduğu gibi cahilce art niyet aramaktır, dürüst ve samimi olmamaktadır. Anlaşmayı ve uzlaşmayı gönülden amaç edinmiş kişiler toplumda huzur ve güven sağlayıcı olmuştur. Mevlânâ der ki:
همزبانی خویشی و پیوندی است مرد با نامحرمان چون بندی است
ای بسا هندو و ترک همزبان ای بسا دو ترک چون بیگانگان
پس زبان محرمی خود دیگر است همدلی از همزبانی بهتر است
غیر نطق و غیر ایما و سجل صد هزاران ترجمان خیزد ز دل
Aynı dili kullanmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan yakın olmayanlarla bir arada tutsak gibidir.
Nice aynı dili konuşan Hindu ve Türk vardır; nice yabancılar gibi iki Türk vardır.
Öyleyse yakınlık dili bizatihi başkadır. Gönüldeşlik, aynı dili konuşmaktan daha iyidir.
Gönülden konuşmasız, imasız ve kayıtsız yüz binlerce tercüman yükselir.9
Hulasa, gönülden konuşmanın ve anlaşmak için söyleşmenin yolları bulunmalıdır. Ayrılık için harekete geçenler, her ırktan insanı yaratan ve ona can veren Hakk’ın ayetlerini dahi ayrılık aracı yapmışlardır, yapabileceklerdir.
Mevlânâ Hakk’ın kudretinden bahsederken, insanın iradesi yokmuş gibi anlatır. Konu insan iradesine geldiğinde ise, insanda irade bulunduğunu ve onun tercih sahibi olduğunu güncel örneklerle anlatır, insanın çaba sahibi olması gerektiğini ısrarla vurgular. Akılların buluşmasını öğütler ve nefislerin buluşmasının yol kapatıcı olduğunu söyler.
عقل با عقل دگر دو تا شود نور افزون گشت و ره پیدا شود
نفس با نفس دگر خندان شود ظلمت افزون گشت ره پنهان شود
Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.
Nefis başka nefisle güldüğünde karanlık artar, yol gizlenir.10
Gerçekte yol gösterenin ne denli kutlu olduğunu açıklarken, Hak dostu görünüp yol kesenlerin özelliklerini de anlatır
خیشتن را عاشق حق ساختی عشق با دیو سیاهی باختی
Kendini Hak âşığı yaptın, -ama- kara iblisle âşıklık ediyorsun.11
Yine kendisini Hak aşığı gösteren ve dinî emirleri hatırlatan bu kişiye sesleniyor:
تو چه خودرا گیج و بی خود کرده ای خون رز کو خون مارا خورده ای
Sen kendini nasıl baygın ve kendinden geçmiş yaptın? Üzümün kanı nerede? Bizim kanımızı içtin.12
Mevlânâ samimi ve dürüst olanların her engeli aşacağını cesaret verici ifadelerle vurgular. Kılavuz olabilen dostun, rehberin ya da şeyhin büyük değere sahip olduğunu, Hak’tan himaye gördüğünü dile getirir. Netice olarak kelimeler mana ile, bedenler ruhla özellik kazanır. Gönlü ölü kişinin manen dirilişini, ölü bedenin dirilmesinden daha önemli görür ve elbette bu dirilişe rehberlik edeni yüceltir. Tebessüm eden yüz, samimi öğretmen, iş bilen ve yapan kişi, üzüntüsünü dinlediğinde kederlinin gönlünü huzura kavuşturan dost, yani dıştaki ve içteki yolları aydınlatanlar övgüye, yüceltilmeye lâyık değil midir?
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi önceki asırlarda kelimeler ve cümleler farklı üsluplarla kullanılmıştır. Onlara yüklenen anlamları anlamakta bugün güçlük çekebiliriz. Bu nedenle istek ve yönelişi dile getirmek, teşvik etmek ve yol göstermek için kullanılan bazı cümlelere günümüzde bazılarınca farklı ve kimi zaman olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Gönülden ve şairce söylenmiş his ve mana yüklü nice söz, bugün bazı bilim adamlarınca maalesef yanıltıcı şekilde modernist bir anlayışla sahiplerini yıpratmak için kullanılmaktadır.
Bir sözün veya metnin taraflarca farklı algılanması ve yorumlanması her zaman için söz konusudur. Duygu ve üslup farklılığı, kişilere ve dönemlere göre anlama sorununu büyültmekte veya küçültmektedir. Bu nedenle anlaşmaya ve yakınlaşmaya istekli olmak, sorunun aşılması için en önemli adımdır. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çatışma büyüyecektir. Mevlânâ der ki:
کرده ای تأویل حرف بکر را خویش را تأویل کن نی ذکر را
بر هوا تأویل قرآن می کنی پست و کژ شد از تو معنی سنی
Dokunulmamış sözü yorumladın. Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil.
Arzunca Kur’ân’ı yorumluyorsun. Yüce anlam, senin yüzünden alçaldı, eğrildi. 13
خویش را تأویل کن نی اخباررا مغز را بد گوی نی گلزاررا
Kendini yorumla, haberleri/hadisleri değil; beynine kötü de, gül bahçesine değil.14
Yine Mevlânâ der ki:
بت پرستی چون بمانی در صور صورتش بگذار و در معنی نگر
مرد حجّی همره حاجی طلب خواه هندو وخواه ترک و یا عرب
منگر اندر نقش و اندر رنگ او بنگر اندر عزم و در آهنگ او
گر سیاه است او هم آهنگ توست تو سپیدش خوان که همرنگ توست
Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.
Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.
Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.
O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.15
Mevlânâ, hayata zenginlik ve dirilik kazandıran izahların sahibidir. Bunlardan biri de âcizlikte mevcut olan güç ve kuvvetten söz etmesidir. Âciz olan veya âcizliğini bilen kişi, dert ve aşk sahibidir. Dert ve aşk sahibi olan da başarılı olur. İlginçtir, bu konuyu aç ve çıplak olan ve sonuçta saltanata erişen Moğollar üzerinden de örneklendirir. Fîhi Mâ Fîh’in bir bölümünde Moğollarla ilgili birkaç soru ve cevap vardır.16 Biri Mevlânâ’ya sordu: Moğollar -bizim- malları alır ve zaman zama da onlar bize mal bağışlar. Bunun hükmü acaba nasıldır? Mevlânâ izahtan sonra der ki: “Netice olarak bizim malımız onlara haramdır ve onların malı bize helaldir.”
Biri Mevlânâ’ya der ki: Moğollar bu vilayete ilk olarak geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binekleri öküz ve silahları odundandı. Şimdi ihtişamlı ve doygundurlar. En iyi Arap atları ve güzel silahlar onların elindedir.
Mevlânâ cevap verir: Gönülleri kırık ve zayıf olduklarında, güçleri bulunmadığında Allah onlara yardım etti ve onların niyazını kabul etti. Böyle ihtişamlı ve güçlü oldukları bu zamanda Allah onları halkın zayıflığına rağmen helak edecek, böylece o yardımın Hak’tan olduğunu bilecekler..
Bu ifadelerin ardından Moğolların bu âcizlik hâllerini ve isteklerini sahneleştirir. Bu sahnede Moğol padişahı bir mağarada oruç tutar huşu ile yakarır. Hak’tan ona bir nida gelir: Yakarışını kabul ettim. Çık, nereye gidersen muzaffer olacaksın.
Fîhi Mâ Fîh’in bu satırlarındaki üçüncü nüktede şudur: Mevlânâ’ya biri, Moğollar da kıyamet gününe inanıyor ve yargılama olacak diyorlar dedi. Mevlânâ buyurdu: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla ortak etmek istiyorlar, yani biz de biliyoruz ve ikrar ediyoruz. Deveye, “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan” dedi. -Soran kişi de- “Topuğundan belli” dedi. Şimdi eğer onlar haşre inanıyorsa, bunun alameti ve işareti nerede? Bu isyankârlıklar, zülum ve kötülük kat kat toplanmış buz ve karlar gibidir..
Bir bilim adamının daha önce işaret ettiğimiz, “Mevlânâ Fihi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler” tespitinin kaynağı bu üç nüktenin ikincisidir. Bu ifadelerden böyle bir anlam ve hüküm çıkarılması ne denli doğrudur? Takdir sizlere aittir.
Mevlânâ âcizlik hissiyatına büyük anlamlar yükler. Hak, âciz ve düşkünün yanındadır. Âciz olan yakarış ve istek sahibidir. Yakarışında samimi oluş, putperestin bile yolunu açar.
گفت حق گر فاسقی و اهل صنم چون مرا خوانی اجابتها کنم
تو دعا را سخت گیر و شخول عاقبت برهاندت از دست غول
Hak dedi: “Günahkârsan ve puta tapıyorsan da madem bana dua ediyorsun, kabuller ederim”
Sen duayı çokça yap, yalvar. Seni gulyabaninin elinden kurtarır.17
Güç ve iktidar sahibi olanlar, Hakk’ın kudreti karşısında âciz olduklarını unutmadıkları sürece gerçek iktidar sahibidir. Aksi takdirde güç kaybedip zelil olacaklardır, olmuşlardır. Mevlânâ’ya göre bu durumda isyan etmekten ve zalim olmaktan koruyan âcizlik, imrenilecek bir özelliktir. Hasta olmadan Hakk’ı anmak, iktidarda iken Hakk’a karşı âcizlik duygusunu taşımak ise büyük bir emniyet ve güç kaynağıdır.
Bir de Anadolu’da dehşet saçan Moğollardan söz etmeye mecburuz. Sivas ile Erzincan arasında, Kösedağ’da askerlerini bırakıp kaçan Sultan Gıyaseddin idaresindeki Selçuklu ordusunu 3 Temmuz 1243’te mağlup eden Moğolların önünde kalan halk ve bilginler çaresizdi. Sivas kadısı Kırşehirli Necmeddin, Moğollara mukavemet edilemeyeceği düşüncesiyle şehrin ileri gelenleriyle Moğol komutana hediyeler götürür. Sivaslılar hayatlarını ve mallarını kurtarır, şehir yağmalanır. Kayseri halkı kahramanca müdafaa yapar, ancak hiyanete uğrar ve şehir düşer. Kayseri tarihinin en büyük felaketine uğrar, halk katledilir. Erzincan da yağmalanır, katliam yapılır. Malatya’da idareciler kaçar, halk düzeni sağlar. Geri dönen vali halktan topladığı altınlarla Moğolları ikna eder, halk bayram sevinci yaşar. Amasya’ya çekilen vezir Mühezzibüddin Ali, Amasya kadısı Fahreddin’le oturup ağlaşır ve çare ararlar. Ülkeyi sulha kavuşturmak için geriye dönmekte olan Moğollarla görüşmek üzere arkalarından giderler. Erzurum hududunda onlara yetişirler. Sonuçta büyük malî yükümlülükler kabul ederek Anadolu’nun siyasî birliğinin Selçuklu sultanları tarafından sağlanması için izin isterler. Böylece Anadolu’daki kargaşa ve fitneyi sona erdirirler.
1256 yılında bazı anlaşmazlıklar sonucu Moğol ordusu tekrar Anadolu’ya yönelir. Erzurum’dan Aksaray’a kadar şehirler talan edilir. Beceriksiz Sultan İzzettin, askerinin 14 Ekim 1256 tarihinde Sultan Hanı civarında perişan olduğunu haber alınca Konya’yı sahipsiz bırakıp kaçar. Yine halk, bazı idareciler ve din adamları çareler arar ve hediyeler hazırlar. Bu arada Selçuklu sultanları ve devlet adamları kendi aralarında kavga ve savaş içerisindedir. Konya’nın bu badireyi atlatmasında Cuma hatibinin etkileyiciliğinden veya Mevlânâ’nın yardımından söz edilir.
Bütün bu felaketler ve katliamlara rağmen Anadolu’da her açıdan gelişmeler sağlanmıştır. Sonunda Anadolu’da hiçbir Moğol unsuru kalmadığı gibi İran ve Horasan bölgesinde dahi Moğol varlığı yok olmuştur. Dönemin kimi devlet adamları, bilginleri ve sûfîleri buldukları çözüm yollarıyla bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuştur. Mevlânâ da bu gelişmenin en önemli mimarlarından biridir. Bu acılı yıllara bir de bu gözle bakıp, Müslüman Anadolu’nun derin ve güçlü yapısını hissetmek mümkündür. Bu da heyecan vericidir.
Sözün sonunda Mevlânâ’ya kulak verelim. Mesnevî’de Mevlânâ der ki:
Yol arkadaşlarını ziyareti gerekli say, kim olursa; ister yaya, ister atlı.
Düşmanın da olsa bu ihsan, yine iyidir; çünkü güzel davranışla nice düşman dost olmuştur.
Dost olmazsa kini azalır. Çünkü güzel davranış kine merhem olur.
Ey iyi dost! Bunun dışında nice faydaları vardır; fakat uzamasından korkuyorum.
Sözün özü şudur: Topluma dost ol; putçu gibi taştan arkadaş yont.
Çünkü kervanın kalabalığı ve çokluğu, yol kesicilerin belini ve mızrağını kırar.18
***Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu’nun Yazarlar Birliği Konya şubesinde verdiği konferans’tır.
Dipnotlar
1 Mesnevî, Mevlânâ, I-II, Çev. Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2004 (Akçağ Yayınları), 3. Defter, 171. beyit.
2 Mesnevî, 3/1375-1384.
3 Mesnevî, 1/1670-1672.
4 Mesnevî, 1/1930-1931.
5 İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VII, İstanbul, 1289/1872, I, 11.
6 Değerlendirme ve eleştiriler için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, 2001 (Akçağ Yayınları)
7 Örnek olarak bk. şu eserler: Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa; Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+3120 sayfa; Bu eserleri tekidi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler: Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları, Nüsha, sayı 10. Yaz 2003, s. 7-17.
8 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 183; krş. terc. A. Avni Konuk, İstanbul, 1994, s. 166.
9 Mesnevî, 1/1206-1209.
10 Mesnevî, 2/26-27.
11 Mesnevî, 3/697
12 Mesnevî, 3/699.
13 Mesnevî, 1/1080-1081.
14 Mesnevî, 1/3743.
15 Mesnevî, 1/2892-2895.
16 Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, B. Furûzânfer, s.64-65; krş. trc. A. Avni Konuk, 60-62.
17 Mesnevî, 3/756-757.
18 Mesnevî, 2/2139-2144.
#Adnan Karaismailoğlu