“Mollâ-i Rum”, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî

“Mollâ-i Rum”, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî

“On üçüncü asır sonlarına doğru, biri Konya’da, diğeri Eskişehir civârında iki büyük ruh kahramânı yükselir. Mevlânâ ve Yûnus Emre… Bunlardan birincisi yüksek tabaka, ötekisi halk tabakası üzerinde asırlarca devâm eden bir saltanat kurarlar.” Mehmet Kaplan

Yûnus Emre’nin şiirlerinde Mevlânâ’nın adı geçer. Mevlevî menkıbelerinde de Yûnus Emre’ye dâir anlatımlara rastlanır. Yine Mesnevî ile Yûnus Dîvânı arasındaki müşterek duygu ve fikir iklîmi, Yûnus’un Mevlânâ’yı okuduğunu, tanıdığını hattâ aralarında bir görüşme olabileceği fikrini güçlendirmektedir. Bu sebeple Mevlânâ’yı da Yûnus’un sûfî dostları arasında ele almak gerekmektedir.

Burada, Mevlânâ çok iyi bilinen bir isim olduğu için biyografisine genişçe yer vermek yerine konuyu bu iki büyük şahsiyetin münâsebetini açıklayacak bilgiler ışığında ele almak daha doğru olacaktır. Önce çağdaş olup olmadıklarına bakalım. Mevlânâ, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. 17 Aralık 1273’te Konya’da dünyâ değiştirdi. Yûnus Emre ise 1240’da doğduğuna göre Mevlânâ ile aralarında 33 yaş vardır. Buna göre bu iki isim çağdaştır.

Yine yaşadıkları coğrafya da hemen hemen aynıdır. Mevlânâ Konya’ya geldikten sonra vefâtına kadar burada yaşamıştır. Yûnus’u ise ister Karamanlı, ister Kırşehirli istersek Eskişehirli olarak kabûl edelim sonuçta bu üç şehir de orta Anadolu havzasıdır. Dolayısıyla Konya ile münâsebetli şehirlerdir. Yine menkıbeler, Yûnus’un ilim tahsîlini Konya’da yaptığını söylerler. İş bununla da kalmaz ve Mevlevî kaynaklarında Yûnus Emre’ye dâir menkıbeler yer alır. Bunlarda Yûnus’un Mevlânâ’nın sohbet ve semâ meclislerinde bulunduğu, onun nezdinde büyük bir değer gördüğü, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled ile arkadaş olduğu bilgileri de bulunmaktadır.

Bu münâsebet, Yûnus’un şiirlerinde de görülür. Bunu gösteren en önemli beyit “Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı/Ânın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” beytidir. Buradan Yûnus’un Mevlânâ’dan nazar yoluyla nasiplendiği sonucu ortaya çıkar. Bir başka beyit ise şöyledir: “Mevlânâ sohbetinde saz ile işret oldu/Ârif mânâya daldı çün biledir ferişte(h)” Bu beyit Yûnus’un onun meclislerine katıldığını gösteren çok açık bir ifâdedir. Yine Mevlânâ’nın vefâtı üzerine Yûnus’un söylediği ve onu Konya’nın diğer uluları ile andığı “Fakîh Ahmed Kutbeddîn/Sultan Seyyid Necmeddîn/Mevlânâ Celâleddîn/Ol Kutb-ı Cihân kânı” şiiri onun bu vefât hâdisesinden duyduğu üzüntüyü dile getirir. Yûnus Emre’nin bir şiirinde: “Yûnus’un bu sözünden sen mânâ anlar isen/Konya minâresini göresin bir çuvaldız” diyerek benzetmeyi Konya üzerinden yapması da onun Konya ile, dolayısıyla Mevlânâ ile münâsebetini gösteren bir durum olarak okunabilir. Nitekim bu beyitlerden hareketle Abdülbaki Gölpınarlı, Raif Yelkenci, Tuncer Gülensoy, Mehmet Önder gibi pek çok araştırmacı Yûnus’un Mevlânâ ile görüşmüş olabileceğinden söz etmektedirler.

Bu görüşme, bilişme ister yüz yüze olsun isterse Yûnus’un Mevlânâ’nın eserlerini okuması şeklinde olsun sonuç değişmez. Mevlânâ, Yûnus’un en önemli beslenme kaynaklarından birisidir. Bunu her iki ismin şu müşterek noktalarından da anlamak mümkündür: Her şeyden önce her ikisinin de mutasavvıf-şâir olmaları, diğer mutasavvıf şâirlerde olduğu gibi şiiri duygu ve düşüncelerini halka aktarmada bir vâsıta, bir form olarak görmeleri fakat bunu çok sanatkârâne yapmış olmaları. Tek farkı birinin Türkçe, diğerinin Farsça ile söylemiş olmasıdır ama bu farklılık bu müşterekliği elbette ortadan kaldırmaz. Yine İkisi de vahdet-i vücûd anlayışına bağlı birer sûfîdir. Bilindiği gibi XII. ve XIII. asır, Anadolu’da tarîkatlar asrıdır. Bu süreç içerisinde tarîkatlar üzerinde en çok etkili olan isim Muhyiddîn Arabî’dir (1165-1240). 1204 yılında Konya’ya gelen M. Arabî, Anadolu’da Vahdet-i vücûd anlayışının yayılmasına vesîle olmuş, bu iki büyük isim de bu anlayıştan beslenmişlerdir.

Şiirlerindeki benzerlikler

İşte her iki ismin de vahdet-i vücut anlayışının terennümcüsü olmaları, aralarında kişisel farklılıklar bulunmasına rağmen yine söyleyişlerinde büyük benzerlikler ortaya çıkarmıştır. Her ikisi de ağırlıklı olarak Allah ve insan sevgisini, barışı, hoşgörüyü terennüm etmişlerdir. Aşka, hayâta, ölüme, gurbete… bakış tarzları birbirinin aynısıdır. Meselâ Mevlânâ: “Yetmiş iki millet sırrını bizden işitir/Mezhep ve millet derdi yoktur âşıkların” derken Yûnus da aynı minvâlde: “Yetmiş iki millete kurbân ol âşık isen/Tâ âşıklar safında imâm olasın” demektedir. Mevlânâ’nın “Ey âşıklar, ey âşıklar bizim dînimiz mezhebimiz aşktır” sözü Yûnus’ta: “Ey âşıklar ey âşıklar/Aşk mezheb-ü dindir bana” şeklinde karşılık bulur. Yine Mevlânâ’nın: “Sen sev ki sevilsin sevenler… Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiniz. Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz” sözü Yûnus’un dilinde: “Gelin tanış olalım işin kolay kılalım/Sevelim sevilelim, dünyâda kimse kalmaz.” ifâdelerine bürünür.

Fakat bunlara bakarak Yûnus’u Mevlânâ’nın bir taklitçisi saymak tabiî ki yanlış olur. Bu benzerliği sağlayan en önemli sebep, bağlı oldukları sûfîlik anlayışının aynı oluşudur. Yâni hamur ve maya aynıdır. Bir de Yûnus’un Mevlânâ’yı üstad, mürşid kabûl etmesidir. Dolayısıyla Yûnus, bu anlamda Mevlânâ’nın âdetâ Türkçe söyleyeni olmuştur. Ama bu söyleyiş tekrar söyleyelim ki elbette kendine özgüdür.

Yûnus’a Mevlevî denilebilir mi?

Bütün bunlar Yûnus’u bir Mevlevî müntesibi yapar mı? Bunu söylemek mümkün olmasa gerekir. Zîrâ Yûnus Emre, Mevlevîliğin ilk iki önemli ismi olan Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’i tanımış olsa bile tarîkatın kurumlaşması daha sonra olmuştur. Daha da önemlisi Yûnus’un kuşatıcı, kucaklayıcı tasavvuf anlayışıdır. Yûnus, bu anlamda bu tür oluşumların hepsine sıcak ve samîmî bakmış, ancak hiçbirine tam anlamıyla müntesip olmamıştır. Onun geniş bir benimsemeye konu olmasında bu tutumu bir sebep olarak görülmelidir. Dolayısıyla Yûnus Emre, Mevlânâ ile birlikte düşünülmesi gereken bir isimdir ama onun bir Mevlevî tarîkatı müntesibi olabileceğini söylemek mümkün görünmemektedir.

Ama bu durum da Mevlânâ ve Yûnus Emre münâsebetinin gerçek oluşunu ortadan kaldırmaz. Çünkü her ikisi de, yaşadıkları asrın iki büyük ışığı, söz mülkünün iki büyük sultânıdır. Anadolu tasavvufunun fikrî mîmarlarıdır. Bu öylesine ince bir kader sırrıyla gerçekleşir ki, tasavvuf öğretisi bu iki coşkulu âşıkta derinlikli yorumunu ve estetik anlatımını bulur. Birlik çağrısı az önce de söylediğimiz gibi birinde Farsça ile diğerinde Türkçe ile yapılır. Mevlânâ, irşad görevini ilmin ve irfânın da başkenti durumundaki Konya’da yapmaktadır. Bu durum onu Farsça söyletir. Yûnus ise şehir insanı değildir. Halkın içinden fakir bir rençper olarak çıkıp geldiği bu ilim ve irfan noktasında içinden çıktığı sosyal çevreye göre başka bir lisânı tercîh eder. Özbeöz Türkçe söyler. Bu sâdece bir tercihle de ilgili değildir. Türkçe, şehir dili olarak çok işlenmiş bir dil durumunda değildir. Ama Oğuz boyları içinde konuşulan Türkçe, Dede Korkut’tan beri ilmik ilmik işlenerek yüksek bir edebiyat dili hâline gelmeyi başarmıştır. Yâni durumu hem seslenilen kitlenin özellikleri hem de Türkçe’nin kullanılış alanlarıyla ilgili bir tercih belki de zarûret olarak düşünmek gerekir.

Farsça yâhut Türkçe… Aşkın lisânı kendincedir. Beden kulağına değil gönül kulağına seslendiği için hangi dilde söylendiği de çok önemli değildir zâten. Ve aşkın diriltici sesi yeniden söylenmeye başlar. Sağımızda Mevlânâ, solumuzda Yûnus… Biz hangisine kulak kesilirsek kesilelim lisan farklı bile olsa gönül özde aynı şeyi duyar. Duyulan aşk çağrısı, birlik (tevhîd) sesidir. Aralarında mânâ olarak hiçbir fark yoktur. Mevlânâ’nın: “Her ne olursan ol, gel…” demesiyle Yûnus’un: “Gelin, tanışık olalım…” demesi aynı şeydir.

Bu dil farklılığı şöyle de yorumlanabilir: Arapça ve Farsça, bu dili kullanan milletlerin daha önce Müslüman olmaları dolayısıyla, İslâm medeniyetinin biri ilimde diğeri edebiyatta en güçlü iki dili olmuştur. Türkçe ise böyle bir dil olma özelliğini Yûnus’la kazanmıştır. Buna göre Yûnus Emre, bu iki dille kavga etmeden Türkçe’ye bir alan açmış ve bu dili bir din dili, tasavvufî kavramları anlatabilecek bir tefekkür dili hâline getirmeyi başarmıştır. Bu yüzden, kullandıkları dil farklılığı sebebiyle Mevlânâ ve Yûnus Emre arasına duvar örmek hattâ birini diğerine tercîh etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır.

Kaynakça

Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus Emre Dîvânı, İstanbul, 1965

Ahmet Güzel, Aşkın Simurgu, Konya, 2007

Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, ,İstanbul, 2006

M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1966

Mehmet Demirci, Mevlânâ Kültürü ve Mevlevilik, İstanbul, 2009

 

https://yenidunyadergisi.com/blog/molla-i-rum-mevlana-celaleddin-rumi

Ağustos 2021, sayfa no: 42-43-44-45