Ney

Ney

Ö. Tuğrul İnançer

Vakt-i şerifler hayr ola aziz dostlar. Vakt-i şerif hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola. Bütün tasavvuf erbabınca gülbank diye isimlendirilen bu niyaz ile sohbetimize başlamak istedim. Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola…

Geçen sohbetimizde Mesnevî-i şerifin ilk kelimesi olan bişnev yani dînle kelimesinin üzerinde biraz konuşmuştuk ve “dinleyeyim ama neyi?” sualinin cevabında kalmıştık. Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerifin hemen ikinci kelimesinde bu sualin cevabını veriyor. “Bişnev in ney”, Ney’i dinle! Peki ney nedir? Yetiştiği kamışlıktan kesilerek ayrılmış, vücudunda ateşle veya bıçakla delikler delinmiş, altına ve üstüne yani başına ve ayağına hatta boğumları arasına teller sarılmış madeni halkalar geçirilmiş kupkuru, sapsarı bir hale gelmiş içi boş bir kamış parçası. Ancak neyzenin “hû” sadâsı ile içi doluyor ve o zaman içindeki hava yakıcı bir ateş haline geliyor. Onun için galiba şair Nedim:

Olmakta denununda hava ateş-i sûzân,

Nây’ın diye bilmem ki ne halet var içinde

diyor. Hakkında dîvanları dolduracak kadar çok şiir söylenmiş olan ney için, haklı şöhreti bugüne kadar gelen Nedim bile Nây’ın içindeki haletin ne olduğunu izahda zorluk çekerek Nây’ın diye bilmem ki ne halet var içinde, diyor.

Ney böylesine içi boş ancak neyzenin sadası ile dolan bir kamış parçası. Neyzenin bir aleti, neyzenin istediği seslerin, sadaların çıkmasına yarayan yani neyzenin arzularının zuhur ettiği bir alet. Ayrıca o kamış; özellikle Hz. Mevlânâ zamanında şimdiki gibi stilolar, kurşun kalemler, tükenmez kalemler türlü kalem çeşitleri yoktu. İnce kamışlar kalem tarzında kesiliyor, bir yarık yarılıyor ve oradan emebildiği mürekkeple yazı yazılıyordu. Ve o kalem, asli maddesi kamış olan kalem Cenab-ı Hakk’ın bile “nûn ve’l-kalem” diye ismine yemin ettiği bir yüce alet.

Peki, Mesnevi’i şerifin ikinci kelimesi olan ney ile ne anlatılmak istenmiştir bir düşünelim. İnsan bu dünya hapishanesine düşmeden, Hak ile arasına mâsivâ perdesi çekilmeden, beden kafesine ruhu hapsolmadan evvel tam hürriyet ile ve zât-ı Hak ile beraberdi. Sonra kendi iradesinin hiçbir dahli olmadan dünyaya indirildi. Yani, ney olan kamış, kamışlıktan kesildiği gibi vatan-ı aslîsinden kesildi. Dünyaya geldiğinde insanoğlunun yaptığı ilk iş ağlamak oldu. O ağlamak fiziki olarak ciğere hava dolmasının yakıcılığı ile açıklanır ama bazı zeval böyle izah etmiyor; dünyaya gelmekle vatan-ı aslînin acısı başlıyor onun için ilk hareket bir feryat bir ağlama. Ve o ağlamanın ardından artık dünya meşakkatleri, dünya sıkıntıları başlıyor.

Büyümek başlı başına bir sıkıntı. Yavrularımızın büyümesi esnasında, diş çıkarırlarken ne kadar büyük bir sıkıntı yaşadıklarını hepimiz biliriz. Kemikten kemik çıkıyor ve o sıkıntılar hep öyle devam edip gidiyor. Ancak irâde-i cüzziyesini külli iradede yok eden insanlar yani İnsan-ı kâmil müstesna. Nasıl ney, neyzenin elindeki bir aletten başka bir şey değilse, İnsan-ı kâmil de Hakk’ın iradesinin tecellisinden başka bir şey değildir. Bir hadis-i şerifte; “Hubbu’l-vatan mine’l-iman” buyruluyor. “Vatan sevgisi imandandır”. Bu hadis-i şerifin ilk nazardaki sathî manası; insanın doğup büyüdüğü, yetiştiği yerler olan dünyevî vatanına özlemdir ki bu yanlış değildir, noksan değildir, doğrudur. Ve bu vatanın özleminin giderilmesi için yapılan seyahatler bizim önderimiz olan Resulullah tarafından tavsiye edilmiştir. “Doğduğunuz, büyüdüğünüz, yetiştiğiniz yerlere gidiniz, geziniz, ziyaret ediniz, taşını-toprağını, evini, bağını-bahçesini, sokaktaki ağacını ve tabi eski dostları.” Ama bu hadis-i şerifin daha derûnî mânâsına inersek; aslî vatan olan Hak indindeki vatana olan hasret ve ona olan sevgi hakikî imandır. Hakk’a ulaşmanın, vatan-ı aslînin hakikî kokularını almanın, Hakk’a yakın olmanın, O’nun hakikatlerini anlamanın ve kurbiyete ermenin iki ana yolu var. Kurb-u ferâiz ve Kurb-u nevâfil diye isimlendirilen iki ana yol. Birincisi; insanların mükellef oldukları, yükümlü oldukları görevleri yerine getirmeleri, yani farzları edâ etmeleridir. Bu, insanı Allah’a yakın-laştıran, hakikatleri öğreten yollardan biridir. Bunun bir sonraki basamağı ise Kurb-u nevâfildir. Yani mükellef olunanlar kadarıyla iktifa etmemek, yetinmemek, üzerine daha fazla, Hak ile yakın olacak hareketleri çoğaltmak. Bunlar, namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlerdir. Bütün bunlarda halka hizmet etmenin Hakk’a hizmet etmek demek olduğu bilinci ile insana yönelik olma şartı vardır. Yoksa keşiş gibi kapalı, insanlardan uzak bir yerde bir müddet oturmak ve hayatı orada tamamlamak bizim yolumuz değildir. Geçici müddetler için, bir takım nefsânî terbiyeler için ve nefs terbiyesine yönelik olarak, nefsini terbiyesine terk ettiği kişinin emri ile olanlar müstesnadır. Malumdur ki Hz. Peygamber bile peygamberliğini ilan etmeden önce Hira mağarasında, cebel-i Nûr’da bazen kendi başına kalmak isterdi. Ayrıca ramazanın son on günü özellikle dünyevi hadiselerden biraz dinlenmek için itikafa çekilirdiler ve bunu bize de tavsiye buyurmuşlardır. Bunun haricinde cemiyetten uzaklaşmak, ayrı kalmak, günlük hayatın dışına çıkmak bu yolda yoktur. İşte bu tarzda bir kurbiyyeti yani yakınlığı elde edebilenler için Cenab-ı Hakk buyuruyor ki; “benim öyle kullarım vardır ki bana yaklaşan, onların attıkları adım, onların tuttuktan el, onların söyledikleri söz, onların baktıkları göz; Benim gözüm, Benim elim, Benim ayağım gibidir.” Bu söylenilen, tevhidin çok önemli bir mertebesidir ki buna Tevhid-i efâl denir. Kur’ân’dan bir örnek vermek gerekirse; Estaizübillah “Attığın zaman sen atmadın, bilâkis Allah attı” mealindeki ayet “Vema rameyte iz rameyte velakinnallahe rama.” Bedir gazvesinde Resulullah, müşriklerin üzerine bir avuç toprak attı ve o bir avuç toprak hepsi birer -bugünümüzün tabiri ile- mermi haline geldi ve bazı müşrikleri helak etti. İşte Allah o vakit buyurdu ki: “Sen atmadın Ben attım.”İşte bu, Tevhid-i efâl’in Kur-‘ân’da anlattığı şeklidir. Bir başka âyetde, mesela sûre-i Fetih’de; Esta-îzübillah “innellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnâllah yedullâhi fevka eydîhim”, “Sana biat edenler ancak Allah ile biatleşmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir.” âyeti de bir başka Tevhid-i efâl’in Kur’ânî anlatımıdır. Muhakkak ki sana biat edenlerin Allah’a biat etmiş olduklarını bil manasına gelir. İşte bu kurbiyyete, bu yakınlığa, bu ayniyete nail olanlar şöyle söylerler:

Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum ve ben zayıf, kudretsiz kul, kulluğumu layıkı ile yapamadığım için utandım da gururla gezmeği bırakıp başıma önüme eğdim. Her köle azad olunca, hürriyetine kavuşunca sevinir, ben ise Ya Rab, sana kul olduğum için şadım, seviniyorum.

İşte Hz. Mevlânâ böyle buyuruyor. Bu nevi manalardan haberdar ve hatta o manaları yaşadığına hiç şüphe olmayan şair Avnî yani Fatih Sultan Mehmet Han da diyor ki:

Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni,

Kulluğundan etmesin âzâd Allah’ım beni.

Bu da aynı mealde bir başka söz. İşte, bu kulluk yakınlığına erenler, İnsan-i kâmil denen kişilerden olurlar. İşte Hz. Mevlânâ da rubaisinde; ben kul olmakla ve bu kulluktan azad olmayı kabul etmemekle mesudum, mutluyum diyor. Efendim, İnsan-ı kâmil konusunda biraz daha sohbet etmek üzere gelecek buluşmamıza kadar sevgiyle olun, sevgiyle kalın, hoş olun hoşkalın…

Keşkül Dergisi 2. Sayı’dan alınmıştır.