OLMAZ SULTÂN SULTÂN ÜSTÜNE

OLMAZ SULTÂN SULTÂN ÜSTÜNE

“ÂLİMLER SULTÂNI BAHÂEDDİN VELED VE EMİRLER SULTÂNI ALÂEDDİN KEYKUBAT”

“Bir sofranın etrafına yirmi derviş otu¬rur; ancak iki sultân sığamaz”

(Hz. Mevlâna)

Yıl 1208; Belh’te bir cami. Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled minberde vaaz veriyor, her zaman olduğu gibi lafını hiç esirgemiyordu:

– Ey Fahred din-i Râzî, ey Muhammed Harezmşah ve diğer bid’atcılar!

Biliniz ve haberdar olunuz ki, siz rahata kavuşup yüz bin gönlü ve birçok ilâhi zenginlikleri bırakarak kendinizi karanlığa attınız. Bu kadar mucize ve delilleri bırakıp hayaller arkasından koştunuz. Nefsiniz sizi ıssız bırakıyor, böyle olunca da kötülük ediyorsunuz. Unutmayın ki, nefsin bulunduğu ülke şeytana aittir.

Cemaat arasında bulunan Fahred-din-i Râzî, Sultan Muhammed Harezmşah, flozofar ve diğer devlet ileri gelenleri irkilirler bu ayna gibi olan Bahâeddin Veled’in sözleri karşısında. Bir hışımla çıkarlar dışarı. Muhammed Harezmşah ise bekler, vaaz sonunda dikilir karşısına eline sarılır Sultânü’l-Ulemâ’nın:

– Beni müridliğinize kabul edin!

Hattâ ben tahttan ineyim, siz oturun benim yerime. Size lâyıktır o makâm…

‘Mürit’ olan Sultan Harezmşah dört yıl boyunca gönül aynasını Bahâeddin Veled’in mânâlı sözleriyle cilalamaya çalışırken sürekli fitneciler girer devreye:

– Sultanım! Bahâeddin Veled öyle mürit topladı, öyle topluluklara hükmetmeye başladı ki, korkarız kısa süre sonra sizin tahtınıza geçmek isteyecektir.

Sonunda dayanamaz koşar Sultan Harezmşah, Bahâeddin Veled’in medresesine:

– Şeyhim! Belh’in sultanlığını kabul edin, padişah siz olun. Bugünden itibaren de bana müsaade edin başka bir ülkeye gideyim. Çünkü bir ülkede iki padişah olmaz.

Bu tarz dedikoduları duyardı hep Bahâeddin Veled. Ancak bu asılsız sözlere hiç itibar etmez, vahdet sofrasının lokmalarını dağıtmaya devam ederdi:

– Ey Belh sultanı, ey dünyalık padişah! Biz Peygamber efendimizin ‘Fakirlik övüncümüzdür’ hadisini düstur edinmişiz. Ne taç da vardır gözümüz nede tahtta. Fâni padişahlığı değişmeyiz biz ebediyyet yurdunun kulluğuna.

1212 yılının bir sabahı 300 deve yükü ile bir kervan hazırlanır.

Bahâeddin Veled, 5 yaşındaki küçük oğlu Muhammed Celâleddin (Mevlâna), ailenin diğer fertleri, 40 müftü ve yüzlerce müridi. Kafile sefere hazırlanmaktadır. Haberi alan Muhammed Harezmşah koşarak kafilenin önüne gelir, yalvarmaya başlar Bahâeddin Veled’e; ancak ikna edemez kalmaları için:

– Ne olur böyle ayrılmayın. İsyan olur, ülkem ayağa kalkar. Sefer için kararlı iseniz bir meclis düzenleyelim hemen. Siz kendiniz bildiriniz bu haberi.

Günlerden Cuma’dır. Namaz sonrası büyük bir zikir meclisi düzenlenir. Bahâeddin Veled sözünü esirgemez yine. Vaazının sonunda iyice celâllenir ve yüksek bir ses tonuyla son sözlerini söyler:

– Ey fâni ülkenin sultanı! Hâlâ öğrenememişsen eğer, tekrar söylüyorum. Sen emirlerin sultanısın, ben ise bilginlerin sultanı. Senin padişahlığın bir nefesliktir. Benim sultanlığım da o kadar. Ancaaak! Senin nefesin, bedeninden ayrılınca ne sen kalırsın, ne tahtın, ne ikbalin, ne de memleketin. Hâlbuki bizim nefesimiz tenimizden ayrılınca neslimiz ve çocukları mız kıyamete kadar ayakta duracaktır.

Kafile yola koyulmuştur, binlerce kişinin “gitmeyin, kalın ne olur!” ısrarı da bu seferi engelleyememiştir.

Belh’ten çıkan kafile Nişabur üzerinden İran coğrafyasını geçerek Bağdat kapılarına gelir. Halifenin muhafızları sert bir şekilde durdurdular kafileyi:

– Kimsiniz, niye geldiniz, nereye gidiyorsunuz?

Bahâeddin Veled çok konuşmaz birkaç cümle sarf eder ancak:

– Tanrı’dan geldik Tanrı’ya gidiyoruz. Tanrı’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur. Mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidiyoruz.

Halifeye haber verirler. O da Şeyh Şahabeddin Suhreverdi’yi çağırır yanına:

– Kim olabilir böyle mânâlı bir söz söyleyen, kimdir bu kafile?

Suhreverdî cevap verir tereddütsüz:

– Böyle bir sözü ancak Belhli Bahâeddin Veled söyleyebilir. Bu devirde ondan başka biri ne bu çeşit bir söz söyler, ne de bu tarzda bir dil kullanabilir?

Halifenin emriyle şehirde bulunan bütün büyükler Suhreverdî’nin liderliğinde kapıya koşarlar, kafileyi karşılarlar. Suhreverdî büyük bir saygıyla eğilerek Bahâeddin Veled’in dizlerini öper:

– Halifemiz, sizin ve dostlarınızın dâim Bağdat’ta kalmanızı ister. İstediğiniz ne ise hazırlayacak. Burada kalıp ilminizle susayanların susuzluğunu gidermenizi talep eder. Buyurun şimdilik bizim evimize gidelim.

Bahâeddin Veled Suhreverdî’nin bu sözlerini dinler, ellini yukarı doğru kaldırarak:

– Bizi medresede konaklatınız. Ancak birkaç gün kalabiliriz. Her ne kadar burada dâim kalmayı arzu etsek de Beytullah bizi bekliyor, orada ihrama bürünmek arzumuzdur.

Birkaç gün sonrasında Bahâeddin Veled Cuma günü Bağdat camiinde vaaz verir. Şehrin bütün ileri gelenleri ile birlikte Halife de vardır cemaat arasında. Bahâeddin Veled dünyalık zevklerden dolayı ilahî âlemi göremeyen, âdil bir yönetim gösteremeyen Halifeyi konu alır sözlerinin sonunda. Sözünü esirgemez vahdet yolunda hizmette:

– Ey Abbasoğullarının halef! Yazıklar olsun, sen sâlih bir halef değilsin. Böyle mi yaşamak lâzım? Şeriat dinine şeriatsızlık yaraşır mı? Acaba bu davranışını Allah’ın kitabın da okudun mu? Bu fetvayı Peygamberin hadislerinde buldun mu? Bu yaşayış tarzına dört halifenin sözlerinde ve din imamlarının fillerinde rastladın mı?

Vaaz sonunda Halifenin gözyaşları arasında kafile tekrar yola koyulur. Kûfe üzerinden Şam’a, oradan da Kâbe’ye ulaşırlar. Mekke’ye kadar uğradıkları her yerde o şehirde kalmaları ricalarına Bahâeddin Veled hep “yolumuz Anadolu’yadır, mekânımız orasıdır” diyerek cevap verir.

Hac vazifesi yerine getirilmiştir. Anadolu’ya doğru yönelir kafile. Kilis üzerinden Anadolu’ya girilip, önce Malatya, sonra Erzincan’a varılır.

Erzincan’da konaklamadan devam eder kafile. Şehrin Akşehir bölgesine geldiklerinde kafileden haberdar olan Erzincan emiri Fahreddin ve eşi İsmetî Hatun atlarına binerek kafileyi davet için peşlerine takılırlar. Her ikisi de Bahâeddin Veled’in eline sarılarak Erzincan’a dönüp orada kalmaları için yalvarırlar. Bir şartla kabul eder Bahâeddin Veled. Medrese yaptırırlarsa bir müddet kalıp ders verebileceğini belirtir.

Hemen medrese inşâ edilir. Kafile dört yıl boyunca Erzincan’ın Akşehir bölgesinde kalır. Bahâeddin Veled ilmiyle tâliplileri aydınlatır. Vahdet yoluna uzak olanları yaklaştırır, yakın olanları yola düşürür, yolda olanları da aşk ateşiyle alevlendirir. Bu sıralarda Sultan Alâeddin Keykubat başkent Konya’da Selçuklu tahtına geçmiş (1219) bir taraftan gazalara çıkarken diğer taraftan maddî-mânevî Konya’nın imaretine gayret sarf etmektedir.

Yıl 1221 veya 1222; Konya öncesi son durak Karaman…

Karaman Emiri Musa, Bahâeddin Veled ve ailesinin şehrine geldiği haberini duyunca koşarak gelir, büyük bir edep ve saygıyla şehrin dış kapısında karşılar onları:

– Sarayıma buyurun efendim, orası bize değil size yaraşır.

Bahâeddin Veled hep alışık olduğu bu söze aynı şekilde karşılık verir:

– Bize saray değil, medrese yaraşır.

Kısa sürede şehrin orta yerine büyük bir medrese yaptırır Emir Musa. Bahâeddin Veled burada ders vermeye başlar. Küçük oğlu Muhammed Celâleddin en devamlı öğrencilerindendir. Artık yavaş yavaş dinî ilimlerde ilerlemeye başlamış, ‘mânâ’nın tadını almıştır. Belh’ten beri birlikte geldikleri Gevher de zaman zaman derslere katılmaktadır. Bahâeddin Veled münasip görür ikisini birbirine. Karaman’a geleli dört yıl kadar geçmiştir. 1225 yılında Muhammed Celâleddin Gevher’le mütevazı bir düğünle evlenir. Bir yıl sonra babasının adını verdiği Bahâeddin (Sultan Veled), diğer bir yılda da orada vefat eden ağabeyinin adını koyduğu Alâeddin dünyaya gelir.

Karaman Emiri Musa ailenin şehrine kattığı değerden memnundur, ancak Sultan Alâeddin Keykubad’ın adamları kendisi hakkında dedikodular üretmektedir:

– Sultânım. Âlimler Sultânı Bahâeddin Veled Karaman’a yerleşmiş, sizin ‘sâdık emirim’ dediğiniz Musa kendisinin Konya’ya gelmesine izin vermiyormuş. Kendisine bir medrese yaptırmış ve onun müridi olmuş.

Alâeddin Keykubad temkinle yaklaşır bu sözlere:

– Hayır olamaz, yanlış biliyorsunuzdur. Eğer orada olsa mutlaka Emir gönderirdi bize onu. Ben Mâveraünnehir’den, Türkistan’dan,

Acem’den, Arap’tan, Endülüs’ten yüzlerce âlimi şehrime davet ederken, yanı başımızdaki Âlimler Sultânı şehrimizi şerefendirmez miydi? Birkaç adam gönderin Karaman’a, anlasınlar bakalım, nedir ne değildir!

Alâeddin Keykubad tehditlerle dolu bir mektup yazarak adamlarını gönderir Emir Musa’ya:

“O ulu kişinin halinden bir parça olsun bize haber vermedin. Bu derece unutkanlığı ve gafeti niçin gösterdin… Eğer bu haber doğruysa…”

Emir Musa elçilerin getirdiği mektupla, son derece üzgün ve solgun bir halde Bahâeddin Veled’in medresesine koşar:

– Ey Âlimlerin Sultânı! Demiştim defalarca size. Bakın Sultan Alâeddin mektup göndermiş, sizi Konya’da ağırlamak istiyor. Sizi burada benim alıkoyduğumu düşünüyor. Eğer siz Konya’ya gitmezseniz, benim ve komutanlarımın icabına bakacağını söylüyor.

Bahâeddin Veled hiçbir şey olmamış gibi serinkanlı bir hâl ile Emir’e bakar ve:

– Bizim burada kalma keyfyetimizde sizin bir suçunuz yok. Biz kendi arzu ve isteğimizle Karaman’dayız ve buradan da çok memnunuz…

“Evet, âlimlerin sultânı” diyerek söze girer Emir Musa, kendini temize çıkarırcasına ürkek bir sesle:

– Biliyorsunuz defalarca sizden müsaade istedim. Buraya geldiğinizi Sultân Alâeddin’e bildireyim dedim.

Siz izin vermediniz. Hattâ, hattâ dediniz ki…

Sözünü tamamlayamadı Emir Musa, çekindi. Bahâeddin Veled devam etti bu sefer:

– Evet, dedim ve hâlâ da demekteyim. Sultân Alâeddin değerli biri.

Amma, maalesef şarkı ve eğlence meclislerine çok düşkün, içki meclislerine katılıyor. Bundan dolayı çok istememize rağmen Konya’ya gitmiyoruz.

Tek sebebimiz bu. Şimdi bir mektup yaz ve bu durumu ve sebebini açık açık bildir. Sizin bir kabahatinizin olmadığını bilsin.

Emir Musa böyle bir mektup yazmaya cesaret edemez. Kalkar birkaç kumandanıyla birlikte Alâeddin Keykubad’ın huzuruna varır:

– Efendim. Âlimler Sultânı’nın dediklerini size arz etmeye geldim. Ancak çekiniyorum. Şimdiden afınızı istirham ediyorum…

Emir Musa “ben ancak bir elçiyim efendim” diyerek olan biteni açıkça anlatır Sultân’a. Ondan büyük bir tepki bekler sözlerinin sonunda. Başını öne eğer ve beklemeye başlar. Daha birkaç saniye geçmemiştir ki, Sultân’ın ağlama sesini duyar. Kaldırır başını korkarak bakar ona. Sultan bir taraftan gözyaşlarını silmekte diğer taraftan da titrek bir sesle konuşmaya çalışmaktadır:

– Şimdi hızlıca Karaman’a dön ve Âlimler Sultânı’na saygılarımızı bildir.

Eğer bizim başkentimize zahmet eder gelir, Konya’yı kendine ve evlatlarına makam yaparsa, ben yaşadığım müddetçe şarkıların ve çalgıların sesini dinlemem. Hiç kimseye iradet getirmediğim halde, onun kulu ve müridi olurum.

Dünyalık son mekân: Konya

Emir Musa, Sultân Alâeddin’in kendisine bağışladığı değerli hediyelerle ve yanına kattığı elçilerle birlikte Karaman kapısından girer girmez medreseye koşar. Sultân’ın hâlini ve dediklerini Bahâeddin Veled’e anlatır.

Birkaç gün geçmeden kafile dünyalık son yolculuğu için Konya’ya gitmek üzere hazırlanmıştır. Bahâeddin Veled oğlu Muhammed Celâleddin, torunları iki yaşındaki Sultan Veled ve bir yaşındaki Alâeddin Çelebi’yi yanına alarak Ak Tekke’nin yanı başında durmaktadır. Eşi Mü’mine Hatun’a, büyük oğlu Alâeddin’e ve yeni vefat eden gelini Gevher’e dualar etmektedir. Âlimler Sultânı gözlerinden akan yaşları gizlemeye çalışırken, Muhammed Celâleddin bir taraftan annesinin ve ağabeyinin ayrılığına yanarken, diğer taraftan kucağında tuttuğu iki küçük oğluna bakmakta, zamansız bir ayrılıkla onları annesiz bırakan eşi Gevher’in toprağına ıslak gözlerle dua emektedir.

Kayınpederi Lala Şerafeddin ve kayınvalidesi Kerra Hatun da yanı başlarına gelmiştir. Birer birer iki küçük yavruyu alırlar kucaklarına. Ve böylece 7 yıllık Karaman yaşamı sona ermektedir. İçinde tatlı olayları ve acı ayrılıkları da barındıran Karaman günlerinin ardından “Mevlâna” adıyla özdeşleşecek Muhammed Celâleddin’in Konya günleri başlamaktadır.

Kafile 3 Mayıs 1228 günü Konya’ya girişte başta Sultân Alâeddin olmak üzere kalem erbâbları, âlimler, komutanlar, şehir eşrafı ve halktan oluşan büyük bir kalabalık tarafından karşılanıyordu. Emirlerin Sultânı lâkabıyla anılan Alâeddin Keykubat atından indi, hemen ileri atılarak Âlimler Sultânı’nın dizini öptü. Sonra elini sıkmak için hamle yaptı. Ancak, elini geri çeken Bahâeddin Veled, âsâsını ileri doğru uzattı. Sultân tereddütsüz âsâyı öperek âlimlere karşı devlet adamlarının göstermesi gereken tevâzuyu sergiledi. Bir taraftan da Bahâeddin Veled’in azameti ve heybeti karşısında titriyordu:

– Hoş geldiniz efendim. Şehrimize şeref verdiniz. Size sarayımın en güzel yerinde bir bölüm hazırlattım. Lûtfedin ailenizle birlikte oraya yerleşin.

– Eksik olmayın Emirlerin Sultânı. Biz medreseyi tercih ederiz. İmamlara medrese, şeyhlere hânkâh, emirlere saray, tüccarlara han, başıboşlara zâviye, gariplere de kervansaray münasiptir.

Sultanın ısrarları fayda vermez. Böylece Bahâeddin Veled günümüzdeki İplikçi Camiinin yanında bulunan Altun-aba medresesine yerleşir. Ertesi gün Sultan kendisine ve ailesine para ile birlikte birçok eşya gönderir. Bahâeddin Veled bu hediyelerin hiçbi¬rini kabul etmez ve elçilerle geri gönderir:

– Sultana söyleyin, bizim atalarımızdan kalan gaza mallarımız vardır ve bize kâfdir. Hem Sultanın bu hediyeleri devlet mallarıyla karışıktır. Böyle bir hediyeyi kabul etmek bize yakışmaz. Peygamberimizin ‘fakirlik övünç kaynağımdır’ hadisine uymak, onun sıddıkı ceddimiz Hz. Ebubekir’e benzemek bizim için en güzel hediyedir.

Ertesi gün bu haber şehirde yankı¬lanır. Bahâeddin Veled’e olan hayranlık artar ve akın akın gelen kadınlı erkekli Konya halkı kendisine mürit olur. Sultan Alâeddin Keykubad’ın saygısı ise daha da artar. Birkaç gün sonra sarayda bir meclis düzenler. Bahâeddin Veled’i, devlet ileri gelenlerini, Âhîleri, bilginleri, âriferi, edipleri ve şehir eşrafını davet eder. Meclise gelen Bahâeddin Veled’i ayakta karşılar Alâeddin Keykubat. Hemen başköşeye, kendi oturduğu tahtta buyur eder onu:

– Buyurun Âlimler Sultânı. Gerçek sultan sizsiniz. Ben ise ancak bir kulum. Bundan sonra…

Sözünün sonunu getiremez Alâeddin Keykubat. Aslında Bahâeddin Veled girer devreye ve o sözlerini daha tamamlamadan ayağa kalkmış olan bütün meclistekilerin meraklı bakışları arasında onunla ilgili övgü dolu sözler söylemeye başlar:

– Ey melek huylu mülk sahibi hükümdar! Dünya ve âhiret mülkü senindir artık. Bunda şüphe duyma, emin ol!

Sultan Alâeddin’in ‘bundan sonra…’ diyip bitiremediği cümlesi Bahâeddin Veled’e âşikâr olmuştu da onunla ilgili böyle güzel iltifatta bulunmuştu. Artık Sultan Alâeddin dünyalık hayatına dikkat eder olmuş, daha önce yaptığı âlim ve âriferi himaye etme, gazalarla İslâm’ı yayma, âdil bir yönetim gösterme gibi güzel işlerine şahsi iyi hasletlerini de eklemiş, tam bir İslâm Sultânı olmuştur.

Aradan iki yıl kadar geçmişti. Bahâeddin Veled aniden bir hastalığa tutulmuş, yatağa düşmüştü. Hâli ‘vuslat’ zamanının geldiğini gösteriyordu. Başucunda 24 yaşına gelmiş, yanından hiç ayrılmayan oğlu Muhammed Celâleddin ve yakın dostları vardı. Sultan Alâeddin ziyaretine geldi koşarak; hâlini hatırını sordu. Tekrar aynı konuyu açtı ona:

– Ben, sizin tam bir yetkiyle tahta oturmanızı, benim de sizin kumandanınız olarak fetihler yapmamı ve zaferler kazanmamı isterdim…

Devam etmedi sözlerine. Eline sarıldı Bahâeddin Veled’in öpmeye yüzüne gözüne sürmeye başladı; bir taraftan da ağlıyordu.

Bahâeddin Veled hastalığının emaresi solgun gözleriyle baktı ona. Birkaç dakika hiç ayırmadan Sultan’ın gözlerinin içine baktı. Sonra çatallaşmış kısık bir sesle, sanki başka birinin duymasını istemezmiş gibi konuşmaya başladı:

– Bu niyetin doğru ise, o halde benim şehâdet âleminden saâdet âlemine sefer edeceğime ve senin de ruhlar âlemine ulaşmana az kaldığına bir işarettir.

Sözleri bu kadardı. Tam anlayamadı Sultân, Sultân’ın ne demek istediğini. Düşünceli bir şekilde tekrar ellerini öperek ayrıldı hastanın yanından.

Üç gün sonra haber ulaştı Sultan Alâeddin’e. Bahâeddin Veled’in ruhu geldiği gerçek âleme emîn olarak geri dönmüş, saâdet âleminde ‘kulluk tahtı’na oturmuştu. Tarih 23 Şubat 1231 gününü gösteriyordu. Sultân Alâeddin kendi ‘Has Bahçe’sini bağışlamıştı hayattayken ona. O da biz bu oyun âleminden göçünce ebedî istiratgâh olsun burası bize ve çocuklarımıza, diyerek bu kez geri çevirmemişti onun ‘niyâz’ını. Oraya sırlandı Âlimler Sultânı.

Tam yedi gün saraydan dışarı çıkmadı Sultân Alâeddin. Kırk gün ata binmedi. Tahtı bırakıp hasır bir yaygı üzerinde oturdu. Kırk gün boyunca kalenin cuma mescidinde hatimler indirterek halka sofralar kurdurdu, dervişlere sadakalar dağıttı. Bahâeddin Veled’in yani şeyhinin mezarının etrafına, Kâbe’nin çevresindeki duvarlar gibi bir duvar yaptırdı, mermerden bir taş üzerine onun ölüm tarihini kazıtarak mezar taşı yaptırdı.

6 yıl kadar geçmişti aradan. Sultân Alâeddin Kayseri’deki sarayında diğer devletlerden gelen liderlerle görüşmelerde bulunuyordu. Dünyalık sultanlığını icrâ ederken, gerçek sultanlığa doğru da yaklaşmıştı; ama farkında değildi. Tarih 31 Mayıs 1237’yi gösterdiği günün akşam yemeği son lokması oldu. Zehirlemişlerdi Sultân’ı, hem de en yakınındakiler. Yetinmediler onunla Azrail’in askerleri. Büyük oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev’i ‘dünyalık’ tahta geçirmek için küçük oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı ve has komutanlarını da katlettiler.

Artık Sultan Alâeddin, oğlu ve komutanlarıyla ruhlar âleminde ebedî fetihler için sefere çıkarken, dünya tahtına göz koyanlar da oyuncak âlemindeki tahtadan tahtlara oturmak için birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye girişiyorlardı…

“İlâhî aşk makâmının yanında padişah tahtı bile tahtadan ibarettir ancak…”

(Hz. Mevlâna, Mesnevî, III, 4721)

Akademik Sayfalar Cilt-13, Sayı-14, 1 Mayıs 2013