“ÖMRÜMÜN BEREKETİ”

“ÖMRÜMÜN BEREKETİ”

Ömrümün Bereketi” Uğur Derman Beyefendi’nin son çıkan kitabının adı. Uğur Bey kültür ve sanat dünyâmızın kıymetli isimlerinden biridir. Bilhassa hat sanatıyla ilgili çalışmaları, yazıları, kitapları ve konferansları önemlidir.

Hâfızamdaki müstesnâ yeri, bu vesîlelerden biriyle oluştu. Muhtemelen 1970’li yılların ortalarıydı. İzmir’de bir konferansında, yazıda kullanılan kamış kalemin îmâlinden bahsediyordu. Kalem veya ney yapılacak kamışın bir süre hayvan gübresi içinde bekletildiğini söyledi. Zarif bir İstanbul Türkçesiyle: “Yüzünüze güller, hayvan gübresi tabiî sıcaklığı ile, kamışı kalem yapımına elverişli kıvâma getirir” meâlinde sözler söyledi.

Sonra da bu işlemle bir dervişin seyr ü sülûkü sırasında çektiği ağır çile ve riyâzetler arasında bağ kurdu. Gübre içine konmak, kamış için görünüşte hoş olmayan bir ameliye sayılır. Ancak sonunda onun “kalem” gibi çok değerli bir âlet yapılmasına katkı sağladığı için hayırlı bir işe yarar. Dervişin uyguladığı ağır riyâzet ve çile devresi, başlangıçta nefsine zor gelebilir. Ama nihâyetinde o nefsi yenip kemâle ermesine, mânen olgunlaşmasına yarayacağı için katlanılmaya değer.

Kamış kalem ve ney ile insân-ı kâmil arasındaki benzerlik, anlatmaya çalıştığımız münâsebete dayanır. Bu âletlerin yapımı ve dervişin seyr ü süluk safhaları birbirine benzer. En nihâyet kalem güzel yazılara, ney yakıcı nağmelere âlet olur. Kâmil insan da hikmetler söyler hâle gelir.

Uğur Derman Bey’in kitabından önce adına değinelim. Makāle başlığı ve kitap adı konması, titizlik isteyen bir iştir. Burada en az kelimeyle en çok anlamı ifâde etmek amaçlanır. Bu konuda herkesin başarılı olduğu söylenemez. Bâzı yayıncılar, müelliften kitabının ismini değiştirip daha çarpıcı ve câzip olmasını bile isterler.

Ömrümün Bereketi” bu bakımdan çok isâbetli bir isim olmuş. Kısa, mütevâzı, ama o nisbette dolu ve çağrışımı bol. “Ömür” güzel ve anlamlı bir kelime. “Bereket” çok daha güzel, derin mânâlı, maddî-mânevî tedâîleri ile zengin bir kavram.

Uğur Bey’in kitabı muhtevâ olarak böyle bir özelliğe sâhip. Onun ilk gençlik yıllarından beri yazdığı makālelerin bir bölümünü ihtivâ ediyor.

İrfan ve kültür adamı Prof. Dr. Bilâl Kemikli bir yazısında bahsetmişti, Uğur Bey kitabını kendisine şu ithaf ve imzâ ile vermiş: “Azîz-i muhibbim Bilâl Kemikli’ye nâçizâne telifimiz olan Ömrümün Bereketi: 1 yâdigârım… 20 mart 2011, Uğur.”

Bu satırları okuyunca doğrusu gıpta etmiştim. Kitabı tanıtan başka çok güzel yazılar da çıktı. Bir an evvel alıp okumak için heyecan duydum. Nihâyet İstanbul’a gidişimde aynı mazhariyet bana da nasîb oldu. Kubbealtı’ndan kitabı satın aldıktan sonra baktım Uğur Bey de orada, imzâlamasını istirham ettim. İşlek bir rik’a ile şunları yazdı: “Aziz muhibbim Mehmed Demirci kardeşime yâdigârım. 2 nisan 2011, Uğur.” Şunları söyledi: “İmzâ ifâdelerini bu şekilde yazmak hoşuma gidiyor.”

Önsözde belirttiğine göre Uğur Bey hat vesâir kitap sanatları ağırlıklı konularda 50 yıldır devamlı yazmaktadır. Bu makalelerin sayısı 500’ü bulmuştur. İşte Ömrümün Bereketi’nde bunlardan 50 tânesi bir araya gelmiş durumda. Kitaptaki yazılardan 43’ü meşhur hattatlarımızı anlatıyor. Konu hattat ve sanat olunca, kitapta bol miktarda hat örnekleri, levhalar ve resimler yer alıyor. Bu durum esere ayrı bir güzellik ve temâşâ zenginliği katmaktadır. Kitabın sonundaki “dizin” istifâdeyi kolaylaştırmaktadır.

Uğur Derman Bey, hat uzmanlığı yanında bir irfan adamıdır. Zengin bir edebiyat ve tasavvuf kültürü birikimine sâhiptir. İstanbul irfan ve medeniyetinin son temsilcilerinden biri sayılır. Kitabında bütün bunların yansımaları görülür. Eseri değerli kılan sebeplerden biri de budur. Yazılar sâdece maddî ve beşerî unsurları ifâde eden soğuk biyografi bilgilerini vermiyor. Bunlar arasında ustalıkla yerleştirilmiş derin mânâlı beyitler, rûhî-mânevî zenginliği yansıtan ve yer yer eğlenceli nükte ve olaylar anlatılır. Bâzen sevinçli bâzen hüzünlü, ama her dâim vakur ve asil İstanbul insanı örnekleri görülür

*

“Tatmayan bilmez” ifâdesi bu kitap için de geçerlidir. Onu elinize alıp sayfalarını karıştırarak oradaki hatları ve resimleri görmeden, sindire sindire okumadan olmaz. Yazıyla ancak bu kadar anlatılabilir. Burada tadımlık olarak kitaptan bazı alıntılar nakledelim:

Şeyh Hamdullah (1429-1520) Türk hat sanatının dâhî sanatkârıdır, Amasyalıdır. Babası Mustafa Dede âlim ve sûfî bir zattır. O sırada Amasya Sancağı’na vâli olarak gelen şehzâde II. Bayezid, bu baba-oğula yakınlık duyar.

Bir gün bir sipâhi, kendi tazısının, avda vâli Bayezid’in tazısını geçerek tavşanı yakalaması için, bir nüsha (muska) yazdırmak üzere Mustafa Dede’ye mürâcaat eder. Fakat, babası o sırada evde bulunmadığı için onun üzüldüğünü gören genç Hamdullah, sipâhînin hediye olarak getirdiği bir okka koyun etini alır, kendisinin de muska yazabileceğini söyler. Bir şeyler yazdığı kâğıdı “Bunu tazının boynuna bağla” diyerek verir. Avda sipâhînin tazısı hakîkaten vâlininkini geçip tavşanı alır gelir. Şehzade hayret eder ve tazının muskalı olduğunu öğrenir. Muskayı açıp bakarlar:

Tama’ ettim etine

Muska yazdım itine

diye başlayan bir tekerlemeyi görüp gülmeye başlarlar. Yazarımız bu olayı, Şeyh Hamdullah’ın bâtıl îtikatları şaka ve latîfe yoluyla alaya almasına örnek olarak verir. (s. 83)

*

Ressam Hoca Ali Rızâ’nın (1858-1930) insan sevgisini anlatır: Üsküdar’da dilenirken gördüğü bitlenmiş bir ihtiyarı çarşı hamamına götürüp elleriyle yıkadıktan sonra, kendi çamaşırlarından getirerek adamcağızı giydirdiğini nakleder ve ekler:

“Hemcislerine böylesine kıymet veren bu hakîkî insan, sanmayın ki başka yaratıklara aynı alâkayı göstermeyecek. Meselâ o, bir gülü koparmağa kıyamaz, sâdece seyreder. Merhum şâirimiz Faruk Nafiz Çamlıbel şu mısraları sanki Ali Rıza bey için söylemiştir” S. 149-150):

Bir gül, dalında durduğu müddetçe tâzedir

Bir gül, çelenge girdiği gün, bir cenâzedir

*

Uğur Derman, hocası Mâhir İz’i anlatır: “Hoca hâliyle, kāliyle, pederinden mîras kalan ak düşmemiş siyah saçlarıyla hemen hemen seksenine yaklaşmakla beraber; Rıza tevfik’in

Sıhhati yerinde , keyfi yerinde

Yaşlıca bir gencim, ihtiyar değil!

târifine pek yaraşırdı (s. 157).

*

Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’yi (1889-1984) anlatır: Ekrem Bey hayâtının ilk devresinde dürüst bir müteahhittir; tabiatı ve intisâbı da zâten başka türlüsüne elvermezdi. Gazino, sinema, enstitü nev’inden her türlü inşaatı yaptı, helâlinden kazanma gayreti içinde, o yıllarını sadece:

Derviş! Kazan, ye, yedir

Müşkül işleri bitir!.

telâkkisiyle geçirdi.

Daha sonra Topkapı Sarayı’nın tâmîrâtında büyük gayret gösterdi. Tarihî eserlerimizin restorasyonunda maddî kazanç gözetmedi, îcâbında cebinden ekleyerek bunları tamamladı.

“Ayverdi’nin, dünyevî ve uhrevî aynı görüşleri paylaştığı hemşîresi Sâmiha (Ayverdi) Hanımefendi otuzlu yaşlarında kalemini hokka yerine gönlüne batırıp yazmaya başlamıştı, bu malzeme ona kâfiydi. Lakin Ekrem Hakkı Bey’in tasarladığı mevzûlar için gönül yetmiyordu; müşâhede ve tecrübe lâzımdı. İşte bunları da kazandıktan sonra, maîşet endîşesine düşmeden, gayret kuşağını ellisinde kuşandı ve mîmârî mücâhedesinin bayrağını ele aldı.” (s.244-245)

*

Süheyl Ünver’i (1898-1986) anlatır: Hoca mâsum doğdu, mâsum yaşadı, mâsum öldü. Başucunda Kâmil Akdik’in hattıyla şu beyit asılı dururdu:

Cihan bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin

Ne sen kimseden incin, ne kimse senden incinsin (s. 259)

Gene Süheyl Ünver’den bahseder: Eskiden “her hâli ölçü ve tertipli; kavli ve fiili (sözü ve hareketi) tutarlı” kimseler için kullanılan “râbıtalı adam” tâbirimiz vardı. İşte Hoca da bu anlayışın son temsilcilerindendi. Hayâtında denize girip girmediğini bir vesîleyle sorduğumda şu samîmî cevâbı almıştım: “Bir târihte niyet ettim. Lâkin plaj kıyâfetiyle aynada kendime baktığımda, görünüşüm hoşuma gitmedi, rahatsız oldum. Eh, benim hoşuma gitmeyen manzara, hele başkalarının hiç hoşuna gitmez, diye düşündüm. Giyimli kalmayı tercih ettim azîzim.” (s.263)

*

Hattat Hafiz Osman (1642-1698) için Yahyâ Kemal’in şunu söylediğini öğreniyoruz.

Bu taş altında ölüm, toprağı aydınlatıyor

Yazı peygamberi hattat Hâfız Osman yatıyor.

“Bu mısrâlar size şâirâne mübâlağa gibi gelebilir; lâkin ilâhî nizamda yazı için peygamberlik murâd edilseydi, Hâfız Osman’ın buna lâyık olduğundan şüphe edilmezdi, diye düşünülemez mi? Şâirimiz daha sonra bu beyti:

Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık

Hâfız Osman gibi hatla gömülmüş bir ışık

Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor

Belli, kabrinde o, bir nûra sarılmış yatıyor

şeklinde genişleterek değiştirmiştir.” (s. 281-282)

*

Uğur Derman, Hocası Necmeddin Okyay’ın (1883-1976) bir levhası vesîlesiyle, tekebbür sâhibi bâzı meşhur kimselerin hikâyesini anlattıktan sonra yazıyı, sonunda herkesin toprak olacağını ifâde eden şu beyitle tamamlar (s. 465):

Encâm yine hâk olur tenler

Bilmem neye kibreder, edenler

(Uğur Derman, Ömrümün Bereketi: 1, Kubbealtı neşriyâtı, İstanbul, 2011, 520 sayfa, tel: 0212 516 23 56)

Uğur Derman, Ömrümün Bereketi semazen ile ilgili görsel sonucu