OSMAN FEVZİ OLCAY’IN MUHTASAR MENÂKIB-I MEVLÂNÂ İSİMLİ ESERİ

OSMAN FEVZİ OLCAY’IN MUHTASAR MENÂKIB-I MEVLÂNÂ İSİMLİ ESERİ

OSMAN FEVZI OLCAY’S MUHTASAR MENÂKIB-I MEVLÂNÂ

Mevlüt İLHAN1, Ermiş DANDAN2

ÖZ

Amasyalı olan Osman Fevzi Olcay 1887 yılında dünyaya gelmiştir. Kara Vaiz olarak tanınan Ahmed Hilmi Efendi’nin oğlu olan Olcay, Amasya’da çeşitli okullarda eğitim gördükten sonra yine Amasya’da erkek öğretmen okulu olarak kurulan Darülmuallimin’den mezun oldu. İstanbul’da da bir yıl eğitim görmesinin ardından babasının görev yaptığı medresede eğitim aldı. Bu eğitimlerinin yanında hüsn-i hat sanatına ilgi duydu ve kendini bu alanda geliştirdi. Farklı memuriyetlerde bulunmasının yanında savaş zamanlarında orduda görev aldı. Özellikle İstanbul Kütüphaneleri Kitap Tasnif Komisyonunda görev yaptığı zamanlarda aldığı notlardan ve topladığı kaynaklardan, yazdığı eserleri oluşturmasında oldukça faydalanmıştır. Başta Amasya ile ilgili olmak üzere, çok sayıda tarihî eser ortaya koyan Olcay, bu eserlerinin neredeyse tamamını kendi el yazısıyla eski harfli olarak kaleme almıştır. Osman Fevzi Olcay’ın eserlerinden biri de Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ isimli bu çalışmanın da konusunu oluşturan kitabıdır. 38 varaktan oluşan eser 12 Ekim 1940 tarihinde tamamlanmıştır. Eser, Mevlana’nın silsilesinin verilmesiyle başlar. Öncelikle Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in hayatı hakkında bilgiler verildikten sonra Mevlana’nın hayatı ve menkıbelerine yer verilir. Sonrasında Mavlana’nın dost ve halifeleri ile oğlu Sultan Veled’in anlatıldığı eser, sonda yer alan şeyhlerin ve mevlevihanelerin listesinin verilmesiyle son bulur.

Anahtar Kelimeler: Osman Fevzi Olcay, Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, Mevlana

ABSTRACT

Osman Fevzi Olcay, who is from Amasya, was born in 1887. He is the son of Ahmed Hilmi Efendi, known as the Kara Vaiz. After studying at various schools in Amasya, he graduated from Darülmuallimin, which was established as an all-male teacher training high school in Amasya. After studying in Istanbul for a year, he received education in the madrasah where his father worked. In addition to this training, he took an interest in the art of calligraphy (hüsn-i hat) and developed himself in this field. He served in the army during wartime as well as holding different positions as a civil servant. When he served in the Istanbul Libraries Book Classification Commission, he benefited greatly from the notes he took and the resources he collected in the creation of his works. Olcay, who has produced many historical works, especially about Amasya, wrote almost all of these works in his own handwriting in old letters. One of the works of Osman Fevzi Olcay is the book called Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, which also forms the subject of this study. The work, consisting of 38 leaves, was completed on October 12, 1940. The work begins with the giving of Rûmî’s lineage. First, after giving information about the life of Mawlana Jalâl al-Dîn Muhammad Rûmî’s father, Bahaeddin Veled, Rûmî’s life and legends are given. Afterwards, the work in which Rûmî’s friends and caliphs and his son Sultan Veled are told, ends with the list of sheikhs and mevlevihanes.

Keywords: Osman Fevzi Olcay, Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, Mawlânâ Jalâl al-Dîn Muhammad Rûmî

Extended Abstract

Osman Fevzi Olcay, who is from Amasya, was born in 1887. He is the son of Ahmed Hilmi Efendi, known as the Kara Vaiz. After studying at various schools in Amasya, he graduated from Darülmuallimin, which was established as an all-male teacher training high school in Amasya. After studying in Istanbul for a year, he received education in the madrasah where his father worked. In addition to this training, he took an interest in the art of calligraphy (hüsn-i hat) and developed himself in this field. He served in the army during wartime as well as holding different positions as a civil servant. When he served in the Istanbul Libraries Book Classification Commission, he benefited greatly from the notes he took and the resources he collected in the creation of his works. Olcay, who has produced many historical works, especially about Amasya, wrote almost all of these works in his own handwriting in old letters.

In his works, he refers to himself as “Expert of ancient Turkish and Islamic writings and historian of Amasya”. Osman Fevzi Olcay has works titled Mecmûa-i Eşâr, Amasya Şehri, Menâkıb-ı Mîr Hamza Nigârî, Türklerin Faziletleri ve Övgüleri, Selçuk Türkleri’nin Zuhûru ve Osmanlı İmparatorluğu, Amasya Meşâhiri, Adliye Tarihçesi, Bildiklerim-Gördüklerim- İşittiklerim, Muhtıra Defteri, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa. Most of these works are translations or compilations. One of the works of Osman Fevzi Olcay is the book called Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, which also forms the subject of this study. According to the footnote on page 2a, this work was written with an effort to present Bahaeddin Veled Çelebi’s (İzbudak) Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ in a style that everyone can read and understand. Olcay states that he wrote his work because the work of Bahaeddin Veled Çelebi was written in a Sufi style and in an incomprehensible way. While composing his work, Bahaeddin Veled

Çelebi benefited from works such as İbtidânâme, Sipehsâlar, Menâkıbü’l-Ârifîn, Sefîne-i Mevleviyye, Tevârîh-i Mevleviyye, Tezkire-i Mevleviyye. Therefore, these works also constitute the source of Osman Fevzi Olcay’s work.

The work, consisting of 38 leaves, was completed on October 12, 1940. The work begins with the giving of Mawlana Jalâl al-Dîn Muhammad Rûmî’s lineage. In the work, information about Rûmî’s father is given under the title of Sultanü’l-Ulema Hazretleri. Later, under the title of Hazret-i Mevlânâ, the life and legends of Rûmî are explained. Under the title of Mevlânâ’s Situation in the Last Periods of His Life, Rûmî’s old age and his death are explained. Under the title of Bu Bahs Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin İlim ve Ma’ârifdeki Kudret ve Varlığından ve Buna Dâ’ir Ma’lûmâtdan Haber Verir, information about Rûmî’s scientific degree, education, wise words and quotations from his works are given across five chapters. The work continues with information and legends about Rûmî’s friends and caliphs such as Şems-i Tebrizî, Sheikh Selâhaddin-i Zerkûb Konevî, Çelebî Hüsameddin. The last chapter of the work contains brief information from the life of Rûmî’s son Sultan Veled and his legends. Osman Fevzi Olcay added 2 tables to the end of his work. The names of these tables are Mevlânâ’nın Makamında Hilafet ve İrşadatda Bulunan Çelebîlerin Esamileri and Memâlik-i İslâmiyye’de Bulunan Mevlevîhâneler’in Bulunduğu Yerler. The first table contains the names of 29 sheikhs who served as caliph after Rûmî’s death, and information about them. In the second table, there are the mevlevihanes and information about them. There are 81 mevlevihane in this list. This work, written in Osman Fevzi Olcay’s own handwriting, was generally written in rik’a script. In addition, calligraphy types such as kufi, sülüs, ta’lik and nesih were also used. In this study, firstly, information about Osman Fevzi Olcay’s life is given. Afterwards, his works are listed and brief information about the works is presented. Finally, after giving information about the work named Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, the text of the work is given.

1.  Osman Fevzi Olcay’ın Hayatı ve Eserleri

1.1.  Hayatı

Osman Fevzi Olcay’ın hayatı ile ilgili bilgileri çoğunlukla kendi Tercüme-i Hâl’ini yazdığı Amasya Meşâhiri isimli eserinin ilgili bölümünden öğrenmekteyiz.1 Hasanoğulları olarak tanınan Kara Vaiz Ahmed Hilmi Efendi ile Feride Hanım’ın oğlu olarak 1887 yılında Amasya’nın Sofular Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir. Amasya’nın Mehmet Paşa Mahallesi’nde bulunan Çukurkonak Mahalle Mektebi’nde eğitime başlamış, daha sonra Çöplüce Mektebi’ne devam ederek buradan mezun olmuştur. Amasya Saraydüzü eteğinde bulunan İdadi Mektebi’ne kaydolarak rüşdiye ve idadiyi başarıyla tamamlamıştır. Osmanlılarda erkek öğretmen okulu olarak kurulan Darülmuallimin’e devam edip buradan mezun olarak babasının dostlarından Rumeli Kazaskeri Ödemişli Mustafa Efendi’nin himayesinde İstanbul’da Darülfünun’un Arziyat2 (Jeoloji) bölümüne başladı. Bu bölümde bir yıl eğitim aldıktan sonra babasının davetiyle Amasya’ya dönerek babasının görev yaptığı Mehmet Paşa Cami ve Medresesi’nde 5 yıl ders aldı. Çeşitli ilimlerde tahsil görmesinin yanında hüsn-i hatta özel bir ilgi duyarak kendini bu alanda geliştirdi.

1912 yılında gönüllü olarak Balkan Harbi’ne katıldı ve 13 ay Trakya civarında askerlik yaptı. Terhisinden sonra Amasya’ya dönerek bir buçuk yıl kadar hüsn-i hat öğretmenliği yaptı. 1914 yılında Dünya Savaşı’nın ilan edilmesiyle yeniden askerliğe çağırılan Olcay, savaş boyunca Asker Alma Kalemi Memurluğu görevinde bulundu. Kazım Karabekir Paşa emrinde Ermeni tehciri için kurulan teşkilatta görev aldı. Mütarekeye kadar devam ettiği askerlik görevini tamamlamasının ardından 6 Ocak 1919 tarihinde Amasya Emlak Dairesi’ne tahsildar olarak atandı. Aynı zamanda hüsn-i hat hocalığı yapmaya da devam etti. Daha sonra Maliye Tahsildarlığı yaptığı dönemde işgal kuvvetlerinin Amasya’ya girmesiyle tehcir görevinde bulunan kendisiyle birlikte 43 arkadaşının idam edilmek üzere teslim edilmesi talep edildi. Yerel silahlı birliklerin yardımıyla işgalcilerin Amasya’dan gönderilmesi neticesinde idam edilmekten kurtuldular. Millî Mücadele’yi takiben Amasya Tütün İnhisar Memurluğuna atandı. 2 yıl 5 ay burada çalıştıktan sonra müdürle tartışarak görevinden alındı. 35 gün kadar Amasya’nın Zara Nahiyesinde öğretmenlik yaptıktan sonra 1929 yılında Samsun’da İskân Müdürlüğünde bir sene görev yapıp aynı kadro ve görev ile İstanbul’a tayin edildi. 3 yılın sonunda görevinden alınmasının ardından bir yıl İstanbul Arşiv Dairesinde ve bir yıl da Atatürk’ün emriyle İstanbul Kütüphaneleri Kitap Komisyonunda çalıştı. İstanbul’da çeşitli nahiyelerde görevlerde bulundu. İstanbul Vilayet Evrak Kaleminde memurluğunun ardından Sarıyer’de yazı işlerinde memurlukta bulunduktan sonra emekli oldu.

Kendini eserlerinde “Kadîm Türk ve İslâm yazıları mütehassısı ve Amasya müverrihi” olarak tanımlayan Osman Fevzi Olcay, 1973 yılında İstanbul’da vefat ederek Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.

1.2.  Eserleri

Osman Fevzi Olcay eserlerinde kendinden “Kadîm Türk ve İslâm yazıları mütehassısı, Amasya müverrihi Osman Fevzi Olcay” şeklinde bahsetmektedir. Yukarıda hayat hikâyesinde de anlatıldığı üzere hüsn-i hat konusunda kendini geliştiren ve farklı zamanlarda öğretmenlik yapan Olcay’ın aşağıda sıralanan eserlerinin tamamına yakını (Türklerin Faziletleri ve Övgüleri isimli eser basılıdır.) kendi el yazısıyla kaleme alınmıştır. Eserler genel itibariyle rik’a hattıyla yazılmış olsa da kûfi, talik, sülüs hatlarında da Osman Fevzi Olcay’ın maharetlerini bu eserlerde net bir şekilde görmekteyiz. Aşağıda, müellifin eserleri kronolojik olarak sıralanmış, haklarında çalışma yapılanlar ayrıca belirtilmiştir.

1.2.1.  Mecmûa-ı Eşâr

Son dönem Osmanlı Mevlevi şeyhlerinden olan mutasavvıf ve şair Ahmet Remzî (Akyürek) Dede’nin bazı manzumelerini ihtiva eden eser, M. Fatih Köksal tarafından 2016 yılında bir makale konusu olarak işlenmiştir. Eser, 1935 yılında rik’a hatla kaleme alınmıştır.

1.2.2.  Amasya Şehri

1937 yılında yazılan eser, Amasya isminin kökeni, Amasya’nın doğal, coğrafi, iktisadi durumları ile iklimi hakkında bilgiler verdikten sonra sırasıyla Amasya’da yetişen hükümdarlar, devlet adamları, şeyhülislamlar, büyük âlimler, müderrisler, bilim adamları, şair ve edipler, hattatlar ve büyük mutasavvıflar hakkında bilgiler vermektedir. Amasya’da bulunan Selçuklu ve Osmanlı kitabelerinin anlatıldığı eserde eski Yunanlılar devrine ait bazı yerler tanıtılmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki durumlar ile Atatürk’ün Amasya’ya gelişi hakkında bilgiler verilmiştir. Eser, Harun Küççük ve Kurtuluş Altunbaş tarafından 2017 yılında yayımlanmıştır.

1.2.3.  Menâkıb-ı Mîr Hamza Nigârî

Amasya’da medfun bulunan ve Amasya’nın manevi ikliminin oluşmasında önemli etkileri olan Mir Hamza Nigarî hakkında yazılan eser, Mir Hamza Nigarî’nin soyu, memleketi, şemaili, eserleri ve başlıca mürit ve talebelerinden bahsetmektedir. 1938 yılında tamamlanan eser hakkında Ali Rıza Ayar ve Recep Orhan Özel tarafından bir makale çalışması ortaya konmuştur (2014).

1.2.4.  Türklerin Faziletleri ve Övgüleri

Arap Edebiyatının en büyük nesir yazarlarından kabul edilen Câhız’ın Türkler hakkında yazdığı Fezâilü’l-Etrâk isimli eserin Türkçeye çevirisidir. Eser, Tefeyyüz Kitabevi tarafından 1939 yılında İstanbul’da basılmıştır. Câhız ve eseri hakkında birtakım bilgiler verildikten sonra eserin çevirisine geçilmiştir. Türklerin karakteri ve askerlik maharetleri hakkında bilgiler anlatılmaktadır. Söz konusu eserin, müellifin diğer eserlerinden farklı olarak sadece basılı nüshası bulunmaktadır.

1.2.5.  Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ

Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin hayatı ve menkıbelerinin anlatıldığı eser, 1940 yılında kaleme alınmıştır. Mevlüt İlhan tarafından bir bildiriye (2017) konu edilen, çalışmamızın da esasını oluşturan bu eser hakkında ayrıntılı bilgiler ileride verilecektir.

1.2.6.  Selçuk Türkleri’nin Zuhûru ve Osmanlı İmparatorluğu

1940 yılında yazılan eser, Selçuk Türkleri’nin nerelerden zuhura geldiği ve ne sûretle hükümet kurdukları hakkında bilgiler vermektedir. Eserde Selçuklu idarecilerinin kimlerden oluştuğu, nerelerde ve ne kadar süre tahtta kaldığı ve devletin yıkılması anlatılmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan III. Selim zamanına kadar olan padişahlar hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Müellif eserini oluştururken Tevârih-i Mevleviyye, Selçuknâme, Ravzatü’l-Ebrâr ve bazı Arap tarihlerinden faydalandığını belirtmektedir. TBMM Yazmalar Koleksiyonu’nda bulunan eser hakkında çalışma yapılmamıştır.

1.2.7.  Amasya Meşahiri

1942 yılında kaleme alınan eser, isimleri tarihe intikal eden Amasyalı 183 önemli şahsiyet hakkında bilgiler vermektedir. Amasya Şehri isimli eserinin bir tamamlayıcısı mahiyetinde hazırladığı eserinde Osman Fevzi Olcay, kendi hayat hikâyesine de yer vermektedir. Yazar, bu eserini Atatürk’ün emri ile İstanbul Kütüphaneleri Kitap Komisyonunda görev yaptığı sırada tamamladığını ifade eder. Eser, Amasya Ünlüleri adıyla 2002 yılında Turan Böcekçi tarafından yayımlanmıştır.

1.2.8.  Adliye Tarihçesi

1944 yılında kaleme alınan eser, Osman Fevzi Olcay’ın İstanbul kütüphanelerindeki tarihî eserleri tetkik için görevlendirildiği Kitap Tasnif Komisyonundaki görevi sırasında topladığı notlarından meydana getirilmiştir. Adalet mefhumu prensiplerinden doğan kanun ve nizamın esaslarına dair kısa bilgileri ihtiva etmesi açısından eserin adı müellifi tarafından Adliye Tarihçesi olarak belirlenmiştir. Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu 06 Mil Yz A 4094 numarada kayıtlı, 57 yapraktan müteşekkil olan ve Osman Fevzi Olcay’ın kendi el yazısıyla kaleme aldığı eser üzerine henüz bir çalışma yapılmamıştır.

1.2.9.  Bildiklerim, Gördüklerim, İşittiklerim

Yazıldığı tarih itibariyle 65 yıl önce Amasya halkından kimlerin gelip geçtiğinden, yazarın aynı dönemde yaşadığı kimselerden bilip gördükleri, görüşüp sevdikleri ve duyup haklarında fikir sahibi olduğu kimselerden bahsetmektedir. Amasya’daki mahalleler ile bazı hanelerin sahipleri, medreseler, müderrisler ile mutasavvıflar, bazı önemli şahsiyetlerin biyografileri, Amasya’nın örf ve adetlerinden örnekler, Amasya’nın bağ ve bahçeleri ile Amasya halkı arasında kullanılan atasözlerini ihtiva eden eser, 1967 yılında tamamlanmıştır. 2016 yılında Turan Böcekçi ve Mehmet H. Seçkiner tarafından Amasya Hâtıraları adıyla yayımlanmıştır.

1.2.10.  Muhtıra Defteri

Tarihî, edebî müntehab eşârı ve bazı felsefi eserleri ihtiva eden Muhtıra Defteri, 1967 yılında tamamlanmıştır. Eseri bir bildiri ile tanıtan M. Fatih Köksal, eser için “Dört başı mamur bir kitap olmayıp eskilerin ‘kırkambar’ dedikleri türden, kendisine ve yakın çevresine ait bazı şiirlerin, tarihî bazı notların, yakın döneme ve yaşadığı devre ait kimi notların yer aldığı bir tür ‘mecmua’dır.” (Köksal, 2017, s. 1185) demektedir.

1.2.11.  Merzifonlu Kara Mustafa Paşa

Topkapı Sarayı Müzesi Türkçe Yazmaları koleksiyonunda Y. 3554 numarada bulunan eser, kütüphane kayıtlarına göre rik’a hatla her sayfada 16 satır olmak üzere 22 varaktan oluşmaktadır.

Osman Fevzi Olcay’ın bunlardan başka Amasya Yazma Eser Kütüphanesi kayıtlarına göre 05 Gü 126/1 numarada kayıtlı Durûbü’l-Emsâl adlı bir eseri bulunsa da söz konusu yazma incelendiğinde eserin, Olcay’a ait olmadığı görülmüştür.

2. Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ

Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi 175 numarada kayıtlı olan eser, 38 varaktan oluşmaktadır. Osman Fevzi Olcay tarafından kendi el yazısıyla 1940 yılında kaleme alınmıştır. Yazmanın sonunda “İşbu menâkıb-ı Mevlânâ hakkındaki bu eser 12 Teşrîn-i evvel Pâzâr günü sabâhı tulû’-ı şemsde hitâm bulunmuşdur.” ifadesine göre eserin tamamlanma tarihi olarak 12 Ekim 1940 tarihini söyleyebiliriz.

2a sayfasındaki dipnota göre bu eser, Bahaeddin Veled Çelebi’nin (İzbudak) Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ isimli eserinin herkesin okuyup anlayacağı bir tarza sokulmasına gayret edilerek yazılmıştır. Bahaeddin Veled Çelebi’nin eserinin gayet sufiyane bir üslupla yazıldığını ifade eden Olcay, aynı zamanda eserin muğlak ve çok çetin ifadeler kullanılarak yazıldığını belirtmektedir. Aynı dipnota göre, Bahaeddin Veled, Burhaneddin Muhakkik, Mevlana, Şems-i Tebrizî ve Sultan Veled’in eserleriyle 25 yıldan fazla meşgul olan Bahaeddin Veled Çelebi kendi eserini oluştururken İbtidânâme, Sipehsâlâr, Menâkıbü’l-Ârifîn, Sefîne-i Mevleviyye, Tevârîh-i Mevleviyye, Tezkire-i Mevleviyye gibi eserlerden faydalanmıştır.

Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ, Mevlana’nın silsilenameleri ile başlamaktadır. İki farklı silsileye yer verilirken Mevlana bir silsileye göre Hz. Ebû Bekir soyundan gelmekte, diğer silsileye göre ise dedesinin annesi tarafından Hz. Peygamber soyundan gelmektedir.

Eserde, “Sultânü’l-Ulemâ Hazretleri[2b] başlığında Mevlana’nın babası hakkında bilgiler verilmektedir. Daha sonra “Hz. Mevlânâ” [8b] başlığı ile Mevlana’nın hayatı ve menkıbelerine geçilmektedir. “Mevlânâ’nın Hayâtının Son Devrelerindeki Vaziyeti[17b] başlığı altında Mevlânâ’nın yaşlılık zamanları ile vefatı anlatılmaktadır. “Bu Bahs Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin İlim ve Ma’ârifdeki Kudret ve Varlığından ve Buna Dâ’ir Ma’lûmâtdan Haber Verir” başlığı altında beş fasıl halinde Mevlana’nın ilmî derecesi, tahsilleri, hikmetli sözleri ve eserleri hakkında bilgiler ile eserlerinden alıntılara yer verilmektedir.

Eser, Şems-i Tebrizî, Şeyh Selahaddin-i Zerkub Konevî, Çelebi Hüsameddin gibi Mevlana’nın dost ve halifeleri hakkında bilgiler ve menkıbelerle devam etmektedir. Eserin son faslı ise Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in hayatından kısa bilgiler ile menkıbelerini ihtiva etmektedir.

Osman Fevzi Olcay eserinin sonuna 2 tablo eklemiştir. Söz konusu tablolardan ilki “Mevlânâ’nın Makamında Hilafet ve İrşadatda Bulunan Çelebîlerin Esamileri” başlığı altında Mevlana’nın vefatından sonra halifelik görevinde bulunmuş isimler ile onların doğum tarihleri, şeyhlik süreleri ve vefat tarihleri yer almaktadır. Bu tabloda 29 şeyhin ismi bulunmaktadır. İkinci tablo ise “Memâlik-i İslâmiyye’de Bulunan Mevlevîhâneler’in Bulunduğu Yerler” başlığı altında sırasıyla mevlevihanenin bulunduğu yer, orada medfun bulunan kişiler veya orayı inşa eden kişi, ismi geçen mevlevihanedeki şeyh ile binanın inşa tarihi yer almaktadır. Bu tabloda ise 81 mevlevihane ile bunlar hakkındaki bilgiler yer almaktadır.

Yazmanın fizikî hususiyetlerinden bahsedilecek olursa, müellif hattıyla kaleme alınan eserde genel itibariyle rik’a hattı kullanılmıştır. Ancak aynı zamanda hattat olan müellif eserinde başka hat çeşitlerini de kullanmıştır. Örneğin, eserin ismini kûfi hatla yazarken, eser hakkında bilgiler verdiği ön söz mahiyetindeki kısa bölümde rik’a, hemen peşinden gelen silsilename başlığı altında ise sülüs hat kullanmıştır. Metin içinde çeşitli başlıklarda, ayet ve hadis alıntılarında ve beyit örneklerinde yer yer bahsedilen hat çeşitleri ile bunların yanında ta’lik hat da kullanılmıştır. Ayrıca müellif, metinde vurgu yapmak istediği yerlerde yazıyı daha büyük yazarken, dipnot mahiyetindeki açıklamalarda daha küçük şekilde yazmaktadır. Eser, Osman Fevzi Olcay’ın diğer müellif hattı yazmalarında olduğu gibi yazma özellikleri açısından da dikkati çekmektedir.

Sonuç

Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ isimli eser Osman Fevzi Olcay tarafından 1940 yılında kaleme alınmıştır. Eserin müellifi ile ilgili bilgileri çoğunlukla kendisinin tercüme-i hâlini yazdığı Amasya Meşâhiri isimli eserinden öğrenmekteyiz. Amasya’da doğan ve çeşitli alanlarda eğitimler alan Olcay, özellikle hat sanatına özel ilgi duymuş ve kendini bu alanda geliştirmiştir. Kendi el yazısıyla yazdığı eserlerinde hattatlık maharetini göstermiştir. Başta Amasya ve İstanbul olmak üzere çeşitli şehirlerde memuriyet görevlerinde bulunmasının yanında özellikle memleketi olan Amasya ile ilgili araştırmaları ve kitapları dikkati çekmektedir. Olcay’ın tespit edilen 11 eseri bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusunu oluşturan Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ 2017 yılında Uluslarası Amasya Sempozyumu’nda bir bildiri ile tanıtılmıştır.

Müellifin eser üzerinde verdiği bilgilerden 12 Ekim 1940 yılında tamamlandığı görülen eser, Bahaeddin Veled Çelebi’nin (İzbudak) Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ isimli eserinin sadeleştirilmiş ve herkesin anlayacağı bir şekle sokulmuş halidir. Bahaeddin Veled Çelebi’nin eserinin sufiyane bir üslupla yazıldığını ifade eden Olcay, aynı zamanda eserin muğlak ve çok çetin ifadeler kullanılarak yazıldığını belirtmektedir. Eserde, başta Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin hayatı ve menkıbeleri olmak üzere, babası Bahaeddin Veled, oğlu Sultan Veled, Şems-i Tebrizî, Şeyh Selahaddin-i Zerkub Konevî, Çelebi Hüsameddin gibi isimlerin hayatları ve menkıbelerinden örnekler bulunmaktadır. Eserin sonunda Mevlevi şeyhlerinin isimleri ile İslam dünyasında bulunan mevlevihanelerin isimlerinin yazılı olduğu iki ayrı tablo bulunmaktadır. Söz konusu tablolarda 29 şeyh ve 81 mevlevihanenin ismi yer almaktadır.

Eser, günümüz alfabesine aktarılırken transkripsiyon alfabesine başvurulmamıştır. Uzatma işaretleri ile gerekli görüldüğü yerlerde hemze ve ayın harfleri gösterilmiştir. Müellifin eser içinde kullandığı dipnotlar yine dipnot şeklinde gösterilmiş ve dipnotun başına “[Müellifin dipnotu]” ibaresi eklenmiştir. Eserde kullanılan Arapça ve Farsça ifadelerin anlamları dipnotta verilmiştir. Ancak bu ifadelerden metin içinde anlamı açıklananlar ayrıca dipnotta gösterilmemiştir. Söz konusu ifadeler ayet alıntısı ise ilgili sure ve ayet dipnotta belirtilmiştir.

Bu çalışma ile özellikle Amasya için önemli eserler vermiş olan Osman Fevzi Olcay’ın bir eseri daha yayımlanmış olacaktır. Üzerinde çalışma olmayan diğer eserlerinin de yakın zamanda bir çalışmaya konu olmasını temenni etmekteyiz.

Kaynakça / References

Ayar, A. R., Özel, R. O. (2014). Osman Fevzı̇ Olcay’ın “Menâkib-ı Mîr Hamza Nı̇ gârî” adlı rı̇ salesı̇ . Amasya İlahiyat Dergisi, (3), 187-201.

İlhan, M. (2017). Osman Fevzi Olcay’ın Muhtasar Menâkıb-ı Mevlâna adlı eserine dair. M.F. Köksal, C. Güzel, G. Cevger, A. Özbayraktar, M. İlhan (Ed.), Uluslararası Amasya sempozyumu bildiriler kitabı C.2 içinde (s. 1079-1087). Amasya: Kibatek.

Köksal, M. F. (2016). Bir Ahmed Remzi Dede muhibbi: Osman Fevzi Olcay ve mecmuası. Yâ Kebîkeç içinde, (s. 465-474). İstanbul: Kesit Akademi.

Köksal, M. F. (2017). Osman Fevzi Olcayʼın “Muhtıra Defteri” ve eserde Amasyaʼya dair bazı notlar ve şiirler.

M.F. Köksal, C. Güzel, G. Cevger, A. Özbayraktar, M. İlhan (Ed.), Uluslararası Amasya sempozyumu bildiriler kitabı C.2 içinde (s. 1183-1196). Amasya: Kibatek.

Olcay, O. F. (1939). Türklerin faziletleri ve övgüleri. İstanbul: Tefeyyüz.

Olcay, O. F. (1940a). Muhtasar Menâkıb-ı Mevlânâ. TBMM Kütüphanesi, No: 175.

Olcay, O. F. (1940b). Selçuk Türkleri’nin zuhûru ve Osmanlı İmparatorluğu. TBMM Kütüphanesi, No: 71-1129. Olcay, O. F. (1942). Amasya meşâhiri. Amasya Yazma Eser Kütüphanesi, No: 05 Ba 787.

Olcay, O. F. (1944). Adliye tarihçesi. Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 4094. Olcay, O. F. (2002). Amasya meşâhiri. T. Böcekçi (Haz.). Amasya: Amasya Belediyesi.

Olcay, O. F. (2016). Bildiklerim-gördüklerim-işittiklerim (Amasya hâtıraları). T. Böcekçi, M. H. Seçkiner (Haz.). Amasya: Amasya Belediyesi.

Olcay, O. F. (2017). Amasya şehri. H. Küççük, K. Altunbaş (Sade.). Amasya: Amasya Belediyesi.

EK: METİN

***

MUHTASAR MENÂKIB-I MEVLÂNÂ

Kaddesallâhu Sırrehu

Ma’nevî âlemde lâyık olduğu merâtibi bulup “Ulu Tanrı’ya” kurbiyyet peydâ eden ve Türkler’in özce neslinden zuhûra gelen ve mâbihi’l-iftihârımız olan “hazret-i Mevlânâ Celâleddîn” bin hazret-i Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled Çelebî’nin nâm-ı âlîlerine yazılan işbu menâkıb-ı şerîfe taraf-ı âcizîden teberrüken yazılmışdır. Muvaffakiyetimi Ulu Tanrı’mdan beklerim.3

Kadîm Türk ve İslâm Yazıları Mütehassısı ve Amasya Müverrihi Osmân Fevzi Olcay

1940

Silsilenâmeleri

Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddîn bin Hazret-i Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled bin Ahmed Hatîbî bin Hazret-i Hüseyin Hatîbî bin Mahmûd bin Mevdûd bin Sâbit Belhî bin Müsebbib bin Mutahhar bin Hamâd bin Abdurrahman bin Ebî Bekr es- Sıddîk rıdvânullâhi te’âlâ aleyhim ecma’în.

Ve eyzan: Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddîn bin Cenâb-ı Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled ibnü’ş-Şeyh Hüseyin el-Hatîbî bin Şerîfe Firdevs Hâtûn bintü’l-İmâm Şemsü’l-E’immetü’l-Serahsî el-Hanefî ibn Şerîfe Hâlise Hâtûn bintü’ş-Şeyh Abdullâhü’s-Serahsî ibn Seyyid İbrâhîm-i Sâlis Serahsî ibn Seyyid Mûsâ Sâlis el-Medenî ibnü’l-İmâm Muhammedü’l-Cevâdü’l-Nâkî ibn İmâm Alî Rızâ ibnü’l-Mûsâ el-Kâzım ibn Ca’ferü’s-Sâdık ibn Muhammed el-Bâkır ibn Zeyne’l-Âbidîn ibnü’l-İmâmü’l-Hüseyin ibn Fâtımatü’z-Zehrâ binti Nebiyullâh ve Refîka-i Vasî Resûlullâh salavâtullâhu ve selâmehu aleyhim ecma’în.

Sultânü’l-Ulemâ Hazretleri

Bu âlim hazret-i Mevlânâ’nın pederleridir. Nâm u nesebleri de şudur: Fahru’l-etkiyâ ve zuhru’l-asfiyâ Sultânü’l-Ulemâ-yı Muhammed Bahâeddîn Veled ibn eş-Şeyh Hüseyin el-Hatîbî ibn Ahmed el-Hatîbî el-Belhî ibnü’ş-Şeyh Mahmûd Sıddîkî ibn Mevdûd Sıddîkî ibn Sâbit Sıddîkî ibn Müsebbib Sıddîkî ibn Mutahhar Sıddîkî Belhî ibn Hamâd Sıddîkî ibn Abdurrahman bin Ebî Bekr es-Sıddîk hazerâtına dayanmakdadır.

Eflâkî hâşiyesindeki îzâhâta göre “Belh” hükümdârı olan cenâb-ı İbrâhîm bin Edhem kızını cenâb-ı Müsebbib Sıddîkî’ye verip bundan Sâbit Belhî ve ondan Mahmûd ve ondan Hüseyin Belhî vücûda gelmişlerdir ki bunlar Sultânü’l-Ulemâ’nın vâlid-i mâcidleridir.

Annesi tarafından cenâb-ı Peygambere kadar dayanan silsileleri ise şöylece devâm eder: Hazret-i Sultânü’l-Ulemâ ibn Hüseyin el-Hatîbî ibn Ahmed el-Hatîbî Firdevs Hâtûn Serahsî bint Şemsü’l-E’immetü’l-Serahsî ibn Hâlise Hâtûn Serahsî bint Abdullâh Serahsî ibn İbrâhîm Sâlis Serahsî ibn Mûsâ Sâlis Medenî ibn İmâm Muhammed el-Nâkî ibn İmâm Alî Rızâ ibn İmâm Mûsâ Kâzım ibn İmâm Ca’ferü’s-Sâdık ibn İmâm Muhammed Bâkır ibn İmâm Alî Zeyne’l-Âbidîn ibn İmâm Hüseyn bin Fâtımatü’z-Zehrâ bint Hazret-i Muhammed sallallâhu te’âlâ aleyhi ve sellem ve sahbihi ecma’în

Bu silsilenâmelerin ilmî derecesi belli değilse de herhangi eski zamânlarda her âilenin kendi elinde bulunan bütün şecerelerin ya’nî silsilenâmelerin en sahîh kısmından elde edilmişdir. Şunu muhakkak bilmelidir ki Sultânü’l-Ulemâ’nın kendileri Türkler’in hem dînî bakımdan ve hem de dünyevî umûrundan riyâsetde bulunup iftihâra değer hizmetleri görülen en büyük hândândandır. Hicretin 543 yılında Belh’de doğmuşdur. Vâlidesi Alâeddîn Hâr[ze] mşâh’ın kızı Melîke-i Cihân Emetullâh’dır. Bu Hâr[ze]mşâh denilen zât meşhûr Celâleddîn Hârzemşâh’ın ammîsidir.

Menâkıb kitâblarında yazıldığına göre ve bunu te’yîd eyleyen âsâr-ı Mevleviyye’ye nazaran Sultânü’l-Ulemâ hazretleri dostlarına bir gün Şehzâde Celâleddîn’i göstererek “Benim oğlum iki cihânın sultânıdır. Ana ve baba tarafından hazret-i Ebû Bekr’e ve cenâb-ı İmâm Alî’ye nisbeti olup öteden beri gerek ceddi ve gerek ammîsi Harzem diyârında pâdişâh ve pâdişâh-zâdedirler. Ma’a- hâzâ biz dünyânın saltanatını erbâbına terk edip bekâ diyârının yolunu ve bekânın saltanatına yüz tutmuşlardanız. Öyle dünyâ devletinin kavgalı ve endîşeli mâcerâlarına meyl göstermediğimiz için öz vatanımızdan uzak düşüp dünyâ sa’âdetinden mehcûr olduk.” buyurmuşlardır.

Kendileri kâbil-i hitâb bir çağa geldigi sırada bir gün vâlidesi bunu alıp babasının kitâbları bulunduğu odaya götürüp binlerce cild kitâblarını ziyâret etdirir. “Ben Sultân-zâde olduğum hâlde memleketimizin meşhûr Hatîb Oğulları sülâlesinden ve asrımızın nâm-dâr ulemâsından bulunan pederine beni babamın nikâh eylemesi mahzâ peder beğin âlim, sâlih, kâmil ve terbiyeli olduğundandır. Ben de mikdâr-ı kâfî tahsîl gördüm. İlmin kıymetini bildiğimden pederine ma’a’l- iftihâr vardım. Akrân u emsâlim arasında bununla iftihâr eylerim. Cenâb-ı Hakk’a hamd eylerim ki seni de ilm tahsîline kâbil ve hüner ü ma’rifete mâ’il olarak yetişdirdim. Göreyim oğlum seni, o kıymetli ömrünü hevâya isrâf edip de sonunda sakın peşîmân olmayasın. Hazîneler değerinde gördüğün şu kitâblar cihânda her kimseye nasîb olmayacak derecededir. Babamın bana ayırmış olduğu servet, helâl ü zülâl gazâ mâlı olup emlâk ü emvâlimizde evlâdımızı hattâ sülâlemizi mes’ûd ve müreffeh yaşatacak kadar kâfîdir. Binâenaleyh bunlardan müstefîd olmalısın.” diye nasîhatler edip vâlidesinin bu haklı ve yerinde olan sözlerine imtisâl ederek az zamân zarfında taraf-ı Peygamberî’den Sultânü’l-Ulemâ mazhar buyurulup cumhûr ulemâ tarafından kendisine bu unvân tebşîr ve teblîğ edildi. Sultânü’l-Ulemâ’nın vâlide ve pederinin erkek çocuğu olmadığından makâmına kardeşi oturmuşdur ki Celâleddîn Hârezimşâh’ın pederidir.

Sultânü’l-Ulemâ, Belh emîri olan amûcası Sultân Rükneddîn’in kızı Mü’mine Sultân’ı almışdır. Karaman’da medfûn olan Vâlide Sultân budur ki hazret-i Mevlânâ ile birâderi Alâeddîn Çelebî’nin vâlideleridir. Mevlevîler arasında “hazret-i Mâder” diye meşhûrdur. Görülüyor ki hazret-i Mevlânâ’nın gerek peder-i mükerremleri ve gerekse vâlide-i muhteremeleri cihetinden hândân-ı Peygamberî’ye intisâbı olduğu ve ecdâdı ise Türkler’in en mümtâz meliklerinden bulunduğu hâlde:

Sülâle-i şeref-i hân-vâde-i Sıddîk
Vücûd-ı pâk-ı kerâmet-feşân-ı Mevlânâ

Halîfe-zâde vü şehzâde vü Nâbî-zâde
Se rütbedür şeref-i dûdmân-ı Mevlânâ

diye seyyidü’ş-şu’arâ Nâbî’nin şu beyti ile anlaşıldığı gibi aslâ gurûr ve dünyâ rütbelerine iltifât etmeyip sarf-ı ilm ü kemâlât yolunu tutup insân-ı kâmil yetişdirmeği kendilerine yol edinmiş olan bu büyük mürşidin bundan dolayıdır ki dünyâyı titreten ve cihânı istîlâ eyleyen mülûk ve ümerânın nâm u şânı kalmadığı hâlde kendilerinin ma’nevî füyûzâtı sâyesinde tanımayan kalmamışdır. Cenâb-ı Pîr’in saltanatı ma’nevî ilm ve ibâdete munhasır olup yârânıyla birlikde hayâtını böylece geçirmişdir. Peder-i mükerremleri Sultânü’l-Ulemâ sabâh namâzından sonra kendine mahsûs câmi’-i şerîfde birkaç sâ’at ders ile meşgûl olur ve bundan sonraki vaktini medresede talebeleriyle dervîşleriyle ilmi sâhada meşgûl olurlardı. Horâsân ve sâ’ir İslâm diyârından gelip kendilerinden herhangi bir mesâ’il-i mühimmeyi soranlara cevâbını vererek yazdıkları fetvâların altına “Kitâb-ı Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veledü’l-Hatîbî el-Belhî el-Bekrî” diye imzâlarını korlardı. Konya’nın o zamânki fukahâlarından biri fetvâlarındaki Sultânü’l-Ulemâ ta’bîrini sildiğini işitmiş ve buna müte’essir olup “Zavallı pek yakında sahîfe-yi âlemde vücûdunun silineceğini düşünse daha iyi olmaz mı idi?” buyurmuş ve fi’l-hakîka aradan çok vakit geçmeden o bî-çârenin dünyâdan alâkasının kesildiği haberi verilmişdir.

Sultânü’l-Ulemâ’nın Belh’den hicreti pek nâzik bir zamâna tesâdüf etmişdir. O sırada ammîzâdesi Celâleddîn Hârezmşâh gâyet mu’azzam ve cihân-gîrliğine mağrûr, ihtişâmı sever bir pâdişâh idi. Bundan dolayı herkesi kendine gücendirmişdi. Saltanatı cebbârâne idâre eylediğine ve âdilâne harekete karşı lâkaydından dolayı pây-dâr olmadı. Her sultân İslâm halîfelerine yılda hediye gönderip bu sûretle umûr-ı hükûmeti ve saltanatı te’mîn eylediği hâlde Sultân Celâleddîn “Benim öyle halîfeye gönderecek fazla mâlım yokdur. O yoldaki mâlımı memleketimdeki yüzlerce medreselere hediye eylerim.” deyip göndermezdi. Bunun için halk nazarında kendisinin saltanatı meşrû’ sayılmadığı gibi halîfe Nasreddinullâh dahı bunun hareketlerine kızarak putperest Cengiz’e “Hârezm diyârını sana verdim.” diye fermân yazdırmışdı. Demek ki Cengiz’den Hudâ’ya gidiyordu. Bu sırada mu’âhede hilâfında olarak Cengiz’in ordusundan gelen büyük bir kârvânı Celâleddîn’in ammîsi tarafından belli edilmeksizin soydurulup Cengiz zâdelerinden biri o meyânda helâk oldu. Cengiz’in kârvân te’âtîsi ve her nevi’ ticâri mu’âhede meyânemizde bağlı iken uç beği olan dayın kârvânımı vurdu, milletimin mâlını yağma ve cihânda emniyet altında olan ticâri ve o meyânda oğlumu öldürdü. Sözün kısası dayını ve avnesini bağlayıp şu kadar mâl ve dinârı alıp hemen te’allül göstermeden bana gönderin, büyük bir adamla rikâbıma i’tizâr ile yoksa vatanımdan bir kere çıkacak olursam senin bi’l-umûm memleketlerinde dayının benim kârvânlarıma yapdığını tatbîk edeceğim.” tarzında zehir zenberek daha birçok şeyler yazmışdı. O azametli pâdişâh böyle küstâhâne bir mektûba bi’t-tab’ i’tizâr ve bu zilleti kabûl edemeyip haksızlığı bile bile Cengiz’in mâhiyetini meydâna koyacak bir tarzda cevâbda bulundu ya’nî zarar-ı maddî hallolunabilir. Ve haksız tecâvüzünde hüsn-i niyyetle îcâbına bakılırsa da makâm-ı celâdetime karşı irtikâb eylediğin beyânât şöyledir böyledir. Ben de sana şöyle yaparım, böyle ederim diye yüksek perdeden gerek Cengiz’e ve gerek tâ’ifesine demedik bırakmadı. Ve her iki taraf birbirlerinin üzerlerine atılmağa başladı. O sırada Sultân Celâleddîn’in fevkalâde azamet ve hûn-hârlığından ve her zamân gâ’ileler açmasından dolayı ma’iyyetinde bulunan ümerâyı dahı dil- gîr eylemişdi. Belh ahâlîsi ise gâyet sâlih ve takvâ ehli olmalarına mukâbil ilm-i kelâma, kütüb-i Yunaniyye’ye, hükemâ meşrebine gâyetle mütemâyil bulunan ve her bulunduğu memlekete mu’azzezen da’vet edildiği hâlde bir gâ’ile çıkararak kahren nefyedilen meşhûr İmâm Fahreddîn Râzî ve emsâli mütekellimîn Sultân Celâleddîn’in kendisine yaklaşması üzerine âmmenin nefretini mûcib sebeblerden birini teşkîl eyliyordu. Ta’dâdı mümkün olmayan sebeblerden dolayı bütün Hârezm diyârında gitdikçe artmakda olan zülm bunların hepsi de pâdişâhın ve hükûmetin hesâbına geçmiş bulunurdu. Tam bu esnâda Sultânü’l-Ulemâ memleketdeki fenâlıkların günden güne artmakda olduğunu görünce kendisi de pâdişâhın hükûmetin tenkîdini her cum’a namâzında halka va’z ve zikr esnâsında artırmağa başlamışdı. Hattâ bu husûsdaki işitdiğini anlamak üzere bir cum’a günü bizzât pâdişâh, İmâm Fahreddîn Râzî ile bir meclisde iken Sultânü’l-Ulemâ yine ber-mu’tâd va’za çıkıp bi’l-münâsebe hükûmetin tenkîdi yolunda sâlihîn yolunu terk edip hükemâ-yı Yunaniyye’nin dedikodusu ulemâ beyninde şüyû’ bulduğuna dâ’ir zamânın ümerâsının müvâhazasını mûcib çok şiddetli ve mü’essir sözler söyledi, bunun üzerine Sultânü’l- Ulemâ’nın ammîzâdesi4 olduğu hâlde gerek Hanefî, Şâfi’î mezheb ihtilâfı ve gerekse akâid ve amel cihetlerinden ya’nî eski sûfiyyûn mesleğinin sâlikleri ve diğer kelâm mes’eleleri ile aklı fikri yorgun ve dolgun bir sermest menzilesinde olması cihetinden en çok hasmı olan “Fahrü’r-Râzî” pâdişâha Sultânü’l-Ulemâ’nın memleketde binlerce mürîdleri başına topladığından ve hükûmet aleyhinde va’z ederek halkı hükûmete düşmân eylediğinden ve şu sırada bir gâ’ile zuhûr ederse bi’l-husûs başlarında hândân-ı saltanata mensûb ve salâh ve doğruluğuyla tanınan Sultânü’l- Ulemâ bulunursa saltanat umûrunun muhtell olacağı cihetle bu muhâtaranın önünün alınmasını nâzikâne bir sûretle teklîf edilip şöyle karışık bir zamânda îcâb eden tedbîrin alınması husûsunu icbâr eyledi.

Rivâyet olunur ki ertesi sabâh pâdişâh memleketin kal’e kapısının anahtarını mukarreblerinden biri vâsıtasıyla Sultânü’l-Ulemâ’ya gönderip “Bir postda iki sultân yaraşmaz ve bir meşelikde iki arslan bağdaşmaz. Eğer kendisinin memleketde saltanat sürmek hevesi varsa işte kal’enin anahtarlarını gönderiyorum. Saltanatı mübârek olsun, değilse tutdukları yol böyle bir zamânda fitne ve fesâdı işgâl edeceğinden mahzâ fikri halkı irşâd eylemekse diyâr-ı âherde neşr-i dîn ve tarîkat eylesinler.” tarzında teblîgâtda bulunup bunun üzerine Sultânü’l-Ulemâ’nın vaktiyle dünyâ saltanatından nasıl ferâgat edip ma’nevî saltanat yolunda olmadığını ve aynı zamânda aslâ mâ’il-i fesâd olmak değil mahzâ her memleketde her zamân için ulemânın mecbûrî vazîfelerinden olan emr ü nehyi halka anlatmakdan aslâ vazgeçilemeyeceği gibi bundan da kat’iyyen çekindiğini binâenaleyh bu husûsda kimseden de pervâsı olmadığını ve fakat pâdişâhın serd eylediği ma’zereti kabûl edip hemen memleketden çıkmağa hâzır olduğunu söyleyip o hafta zarfında hâzırlanarak umûm vatandaşlarla bir vedâ’ va’zı yapdıkdan sonra hükûmete itâ’at ve müzâheret cihetini söyleyerek umûm halka vedâ’ edip ertesi gün memleketden ayrılmışdır. Halkın bir kısmı Sultânü’l-Ulemâ’nın peşîni ta’kîben onlar da kendisiyle birlikde diyârını terk eylemeğe başlar. Bu vazi’yeti duyan pâdişâh bundan dolayı müte’essir olarak Sultânü’l- Ulemâ’nın tekrâr memleketde kalmasını bildirmiş ise de artık hicret yolundaki ilâhî irâdenin tecellî eylemiş bulunmasından tekrâr kalmağı kabûl etmeyip bundan sonra bir hafta daha kalıp ve kaldığı haftanın cum’asında bir va’z edip “Şeyh bir kimsenin benimle hicret eylemesine râzı değilim. Ben kendi adamlarımdan başkasını refâkatime kabûl etmem. Ve size de tarafımdan falan zâtı mürebbî ta’yîn eyledim. Benim rızâmı isteyenler memleketlerinde oturup hükûmetine mâddî ve ma’nevî yardım ve hizmetde bulunsunlar” tarzında artık kat’i vâdi’ni yaparak belde ahâlîsinin kanlı gözyaşları arasında çok hazîn bir ayrılık vukû’ bulmuşdur.

Ferdâsı gün Sultânü’l-Ulemâ’nın berâberinde ancak üç yüz kadar ma’iyyetleri erkânı vardı. Bunlar bir kârvân teşkîl edip eşyâsının kısm-ı a’zamî kitâb olarak develere yükletilip şehirden ayrılışı bir hazîn manzara arz etmekde idi. Zâten bahâneye bakan halk ne pâdişâhdan ve ne de hükûmetden zerre kadar memnûn olmayıp Sultânü’l-Ulemâ’nın muhâceretini müte’âkib memleket halkı da bundan sonra dağılmağa başlamışdı. Tam bu sırada kazâ-yı Rabbânî’nin mî’âdı hülûl edip Cengiz’in sahrâlara sığmayan Tatar ordusuyla memleket üzerine çullanarak Sultânü’l-Ulemâ’nın ba’zı mukarreblerine “Biz gideriz amâ cenâb-ı Zu’l-celâl’in şükr-i gazab ve intikâmı bizi ta’kîb eyler.” buyurması aynen zuhûr edip bu vak’ada memleket halkının dûçâr olduğu fâci’a cidden yüreklerin tahammül edemeyeceği bir şekil almışdır.  وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ 5.Gerek Sultânü’l-Ulemâ’nın ve gerekse “Fahrü’r-Râzî”nin birbirine meslek ü mezheb düşmânları olduklarına dâ’ir kendi eserlerindeki şehâdet tetabbu’ erbâbı için ma’lûmdur. İmâm Fahrü’r-Râzî’nin ba’zı eserlerinde sûfiyye aleyhinde şiddetli hücûmlarda bulunduğu görülür. Bu cür’et ü teferrukacılık müşârünileyhin sâlik olduğu tekellüm mesleğinin mahsûlüdür denilebilir. Hattâ ehl-i kıbleyi küfr ü tadlîl etmemeklik gibi yüksek şi’âr sâhibi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe bile tefsîrinin birkaç yerinde ve hattâ sâ’ir ba’zı eserlerinde şiddetle ta’n eylemekden çekinmemişlerdir.

Sultânül’Ulemâ’nın Belh’den hicretleri 609 târîhinde vukû’ bulup hicret esnâsında cenâb-ı Mevlânâ Muhammed Celâleddîn beş ve kardeşi Alâeddîn Çelebî de yedi yaşlarında idiler. Bağdâd yoluyla Hicâz’a niyyet edip berâberlerinde birçok ulemâ Rûm diyârına gelmişdi. Hattâ bu meyânda sâhib-i Dav’ (Dav’u’l-Misbâh) ve sâhib-i Kitâb-ı Kudûrî’de6 bulunmakda idiler. Bu iki zât Karaman’da medfûndur.

Sultânü’l-Ulemâ herhangi bir şehre uğramışsa umûm halkın kabûl u iltifâtına mazhar olup ikâmet etdikleri şehirlerde fevkalâde hürmet ü ikrâm görmüşlerdir. Hele Bağdâd’a pek şânlı bir sûretde girip ümerâ, ulemâ, eşrâf-ı memleket ve meşâyih ve sâ’ir halk müşârünileyhi şehir hâricinden harâretle istikbâle koşdular. O esnâda Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî, müşârünileyhe mukâbil olunca hemen katırından inip dizini öperek lâyık oldukları hürmeti îfâ eyledikden sonra kendilerini hânesine da’vet eyledi ise de Sultânü’l-Ulemâ beyân-ı memnûniyyet ederek “Ulemâ tâ’ifesine medrese yaraşır.” buyurup derhâl Mustansıriyye medresesine indiler. Şeyh Sühreverdî teberrüken hizmet yoluyla ayaklarından çizmelerini çekmişdir. O sırada Bağdad emîri bulunan Halîfe Nâsreddînullâh’dan dahı büyük misâfire hürmet ü ri’âyet gösterilmişdir.

Sultânü’l-Ulemâ cum’a günü umûmî bir va’z yapıp Bağdad halkına birçok mü’essir nesâyih-i lâzımede bulunmuş ve halîfe vü ümerâyı ağır bir sûretde muvâhaza ederek “Aklınızı başınıza alın, vakit kalmadı. Cengiz bir belâ-yı âsumân gibi başınıza çökecektir.” deyip o sırada halkın feryâd u figânı arşa kadar yükselmiş ve hakîkaten az zamân sonra Hülâgu, Bağdad’a gelip târîhlerde ma’lûm olan fecâyi’ zuhûr etmişdir. O esnâda Bağdad’da Konya ümerâ ve eşrâfından ba’zı kimseler bulunup Sultânü’l-Ulemâ’nın vaz’ında hâzır olarak kendilerine beyân-ı memnûniyyet eylemişlerdir. Ve Konya’ya avdetlerinde keyfiyeti Sultân Alâeddîn’e anlatıp pâdişâh bunun üzerine ‘ani’l-gıyâb müştâkı olup kendilerini bir da’vetnâme ile Konya’ya teşrîflerini bildirmişdir.

Sultânü’l-Ulemâ, Bağdad’dan Hicâz’a varıp haccı îfâ eyledikden sonra avdetlerinde güzârgâhda bulunan memleketlerde kona göçe Şâm-ı şerîfe gelip Şâm emîri melik-i eşrefden son derece hürmet ü iltifâta nâ’il olmuşdur. Oradan kalkıp Haleb ve Malatya yoluyla Erzincan’a uğrayıp oradan da doğruca Karaman vilâyetine gelerek bu memleketlerin ba‘zılarında iki üç yıl ve ba‘zılarında ise birkaç ay ikâmet eylemişdir. Erzincan emîri Sultânü’l-‘Ulemâ’nın nâmına bir medrese ve Karaman emîri Emîr Mûsâ dahi bir medrese inşâ ettirmişlerdir. Haremi ile büyük oğlu ‘Alaaddin Çelebî Karaman’da vefât edip oraya defnedilmişdir. Kabirleri medresenin dershânesi içindedir. Sultân ‘Alâeddîn kendilerini Konya’ya müte’addid def‘âlar da‘vet edip nihâyet menhiyyâtı terk etmek şartıyla geleceğine söz vererek ‘Alâaddîn ise bu teklifi hüsn-i kabûl edip ondan sonra Konya’ya gitmişlerdir.

Pâdişâh şehir hâricinde istikbâl ederek kendine pek çok hürmet ve iltifât eylemiş ve bu mülâkât pek samîmî olmuşdur. ‘Alâaddîn bu ‘azîz misâfirini sarâyına da‘vet eylemiş ise de Sultânü’l-‘ulemâ “‘ulemâ ve e’immeye medrese, meşâyih ve dervîşâna hângâh, ümerâya sarây, tüccâra han, gurebâya zâviye, şarhoşlara ise meyhâne yakışır.” diye o zamânın belli başlı medresesi olan Altûniye Medresesi’ne gitmişlerdir. Müşârünileyhin Konya’yı teşrîflerinden sonra birçok medrese inşâ edilmiş ve Konya şehri bundan sonra bir hayli ‘ulemânın toplantı mahalli olmuştur. Konya şehri bundan sonra ‘âdetâ “Buhârâ-yı sânî” olmuşdur.

Sultânü’l-‘Ulemâ’nın sâdık mürîdlerinden biri kasâp diğeri ekmekçi olarak iki dervîş vardı. Bunlara o zamânın geçer akçesi olan bin dînâr verip medresenin ta‘âmını te’mîn etdirip kimseyi ‘atıye ve hediye aldırmaktan men‘ eylemişdi. O sırada Cenâb-ı Şehâbeddîn Sühreverdî Konya’ya gelerek ‘avârifü’l-me‘ârifini Sultânü’l-‘Ulemâ’ya gösterdi. Beğenerek pek ziyâde takdîrine mazhar oldu. Ve dediler ki “Sühreverdîler ‘azîz ve muhterem ve erbâb-ı salâh ve felâhdandır.” diye Cenâb-ı Sühreverdî’yi taltîf eyledi. Sultânü’l-‘Ulemâ, Sultân ‘Alâaddîn ile fevkalâde muhabbetde olup pâdişâh dâ’imâ kendileriyle müşâvere eder ve her ne iş husûsunda olursa müşârünileyhin fikir ve mütâla‘larını alır ve kat‘iyen ondan danışmadan bir iş görmezdi. Hattâ sarâya teşrîflerinde tahtlarına berâber oturdukları vâki‘ olmuşdur. ‘Âdetâ bir ‘askerin âmirine hürmeti gibi Sultânü’l-‘Ulemâ’ya o yolda hürmet ederdi. Hattâ her ikisinin vefâtları biraz fâsıla ile vuku’ bulmuşdur.

Sultânü’l-‘Ulemâ’nın irtihâli hicretin 628 senesi rebîyülâhir ayının on sekizinci günü seher vaktinde vuku‘ bulup el-yevm bulunduğu türbeye defnedilmişdir.

Sultân ‘Alâaddîn mermerden bir sandûka yaptırıp vefât târihlerini üzerine yazdırmış ve türbenin etrâfını da duvârla çevirtdirmişdir.

Eflâkî’de Emîr Mu‘înü’d-dîn Süleymân Pervâne’nin Hazret-i Sultânü’l-‘Ulemâ’ya emsâli görülmeyen bir kubbe yapmasını Cenâb-ı Mevlânâ’dan su’âl edip “Kubbe-yi eflâktan güzel kubbe olamaz. Bu tâk-i minâ ile iktifâ eylemek kâfî ve münâsiptir” buyurmuşdur diye îzâh eder.

Hâlen mevcût olan türbeleri mustatîl büyük bir binadır. İçerisinde yüz kadar sandûka olup ortada Hazret-i Pîr, Sultân Veled’le berâber ayrıca bir kümbet vardır. Onların ayak uçlarında Sultânü’l-‘Ulemâ’nın sandûkası görülür.7

“Ma‘ârif” nâmındaki güzîde eserleri olan Fârsî ‘ibâreli menşûr ve içerisi başından nihâyetine kadar hakâyıkla dolu olan üç cilt üzerine tertîp olunmuş bu kitâp ehl-i tasavvûf ‘indinde gayet makbûldür.

Hazret-i Mevlânâ

Ma’şûku’l-enbiyâ kutbu’l-evliyâ mahbûb-ı Rabbü’l-enâm el-müstagnî ‘ani’l-medâyihi ve’l-elkâb Mevlânâ celâlü’l-millet ve’d-dîn Muhammed bin Muhammed Hüseyin el-Hatîbî el-Belhî el-Bekrî el-Ulvî.

Hicretin 604 senesi rebî’ü’l-evvel ayının altıncı günü doğmuşdur. Neseb-i ‘âlîleriyle Konya’ya geldikleri târîh pederlerinin menâkıbında yukarıda bahsedilmişdir. Mevlânâ daha çocukluğunda ‘ilm tahsîli husûsunda büyük bir kâbiliyet gösterip az zamânda mukaddemât-ı ulûmu elde eylediği gibi Nişâbûr’a muvâsalatında pederleri ma’iyetinde Şeyh Attâr ile görüşüp müşârünileyh, hazret-i Mevlânâ’nın âtiyen ihrâz eyleyeceği kemâlâtı keşfedip pederlerini tebşîr eyledikden sonra Esrârnâme adlı eserinden bir nüshasını Mevlânâ’ya hediye eylemişdir. Kezâ Şâm’a muvâsalatlarında dahı pederleriyle birlikde cenâb-ı Şeyh Muhyiddîn-i Ekber’i ziyârete gitdiklerinde Şeyh-i müşârünileyh dahı Sultânü’l-‘Ulemâ’nın arkasında küçücük Mevlânâ’yı temâşâ edip “Subhânallâh, bir deryâ bir gülün arkasına düşmüş gidiyor” buyurdukları meşhûrdur.

Belh’den hicretlerinde Mevlânâ beş yaşlarında idiler. Hicret lafzı 608 târîh düşmüşdür. Şâm’dan ayrılıp Karaman’a dönüşlerinde Mevlânâ on üç yaşında olup pederlerinin muhâceretlerinde birlikde ma’-‘âile hicret eden ve cenâb-ı Mevlânâ’yı omzunda büyüten Hâce Şerefeddîn Lâlâ-yı Semerkandî nâm zât Gevher Hatun adlı kızını verip hazret-i Sultân Veled ve Muhammed Alâeddîn Çelebî Karaman’da bu hatundan doğmuşdur. Sultânü’l-‘Ulemâ, Mevlânâ’yı Halep’de Halâviyye müderrisi Kemâleddîn ibn-i ‘Adîm nâm zâta göndermişdi. Meşâhîr-i ‘ulemâdan olan bu zâtdan ders okudu. Bilâhare üç sene kadar da tahsîl için Şâm’da kalıp tekrâr Konya’ya geldiler. Ve tahsîl esnâsında Mevlânâ’nın hizmetinde bulunan Kemâleddîn8 Tebrîzî henüz tahsîl esnâsında Mevlânâ’nın Haleb’den Şâm’a gelmeleri Haleb’e Moğolların leşkeri gelip tahsîl yapamayacağını anladığından ileri ileri geldiğini söylemiş ve hakîkat keşf eyledikleri gibi az zamân sonra Halep vilâyeti Moğolların istilâsına uğramışdır.

Bundan sonra Sultânü’l-‘Ulemâ hayâtının son devrelerini yaşadığını anlayıp oğlu Mevlânâ’yı huzûruna çağırarak “Oğlum Celâleddîn! İşte ben artık bu fenâdan göçeceğim. Gâ’ib ‘âleminin elçileri bu haberi verdiler. Sakın ha sakın huzûr-ı ilâhîde beni mahcûb edecek harekâtdan sakın ve çekin. ‘İnd-i ilâhîde şâdmân olacak ef’âle çalış, bu vasiyetimi inci gibi kulağına takın.” der. Ve peder-i mükerremlerinin irtihâlini müte’âkib makâmlarına geçerek dervîşân ve cenâb-ı Mevlânâ’yı pederlerine â’id ‘aynı hürmet ve ta’zîmâtı îfâya başladılar.

Mevlânâ dahı bi’l-mukâbele bunların kimini tilmîzliğe kabûl kimini dahı terbiye ve teslîk eylemek husûsundaki lütuflarını esîrgemeyerek bu sûretle birçok kimseleri yetişdirdi. Ve pederlerinin makâmlarını hakkıyla temsîl eylemeğe başladı. Ekser zamânlarını medresede geçirip ‘umûma va’z eylemek husûsunda pederlerinin usûllerini ta’kîb ederlerdi. Cenâb-ı Mevlânâ, hazret-i Şems ile görüşmezden evvel on sene kadar pederinin tarîkini ihyâ ve nâsı irşâd ile meşgûl olup mülâkâtdan sonra iki sene kadar o yolda devâm edip sonra ba’zı kimselerin cenâb-ı Şems’e vâki’ olan tecâvüzleri üzerine Mevlânâ her şeyi terk eyledi. Ve vazîfeyi halîfelerine tevdî’ eyleyip hazret-i Şems’e olan ma’nevî alâkayla bir müddet bu sûretle kaldı. Peder-i mükerremleri Sultânü’l-‘Ulemâ’ya taraf-ı peygamberîden işbu unvânın ihsân buyurulduğunu ‘âlem-i menâmda görüp sabâhleyin kendilerine müjdeye gelenlerden biri de Seyyid-i Sırdân Burhâneddîn Muhakkik-i Tırmizî’dir. Daha o zamândan kendilerine muhib olup bilâhare ‘inâyet eylemiş ve hicret esnâsında memleketi olan Tirmiz şehrinde ‘ilm ve irşâda me’mûr edilmişdi. Bir mantûk بنورالله ينظر فانه ٔومن الم فراستة اتقوا 9 fehvâsını halkın kalbindeki zemâ’iri keşf eylediği nâs arasında yayılmakla Seyyid-i Sırdân unvânıyla Belh, Buhârâ, Semerkand, Tirmiz taraflarında böyle yâd olunurdu. Ulûm-ı kelimede bilhâssa mantık, hesâb, hey’et-i tıbb ilimlerindeki ihâtâları dolayısıyla muhakkik diye meşhûr idi. Sultân Veled hazretlerinin “İbtidânâme”lerinde hikâye olunduğu gibi müşârünileyh birçok zamân memleketinde ulûm-ı zâhire ve bâtınayı neşr eyledikden sonra bir gün iştiyâkından Rûm diyârında bulunduğunu haber alıp Konya şehrine gelerek büyük mürşidini sorar ve bir sene evvel vefât eylediğini haber alıp o sırada Karaman’da bulunan hazret-i Mevlânâ’yı Konya’ya da’vet için bir nâme yazıp dervîşleriyle gönderdi. Kendisi türbe-i şerîfe civârındaki Sencâriye10 Mescidi’nde i’tikâf eyler.

Seyyid Burhâneddin: Meşhûr Nevâdirü’l-Usûl müellifi Hakîm Tirmizî gibi ‘ulûm-ı ‘akliyye ve fünûn-ı kelâmiyye vü cedeliyyeyi okudukdan sonra kitâb ve sünnetin hakâyıkından nasibini aldıkdan sonra sûfiye mesleğine intisâb eylemişdir. Cenâb-ı Mevlânâ, Şems-i Tebrizi’ye nasıl ‘âşık olmuşsa Seyyid Muhakkik de Hakîm Senâ’î’ye müştâk olmuşdu. Şems-i Tebrîzî Makâlât’ında der ki: “Seyyid’de rûhun mest edici kokusu Mevlânâ’dan ziyâdedir. Pek çok ilmi vardı. Fakat hiçbir şeyle mukayyed olmazdı”. Seyyid Sahîh Ahmed Dede’nin Tevârîhü’l-Mevleviyye adlı eserlerinde Şeyh Muhammed Şemseddîn Tebrîzî seyâhati esnâsında yolu Tirmiz beldesine tesâdüf edip Seyyid Burhâneddîn Muhakkik Hüseyin Tirmizî ile görüşdüğünü ve kırk gün kadar müşârünileyhle hem-sohbet olduğunu yazmakdadır. Binâenaleyh bu gibi zevâtın birbirlerini ezelden bilip tanıdıklarını ve birbirleriyle aynı yoldan gitdiklerini ve aralarında ma’nevî irtibâtın mevcûd olduğu gâyet tabî’îdir.

İşte Mevlevîler’in seyr ü sülûku ve irşâd, terbiyet yollarındaki rehberleri Hakîm Senâ’î, Şeyh Attâr ve Sultânü’l-Ulemâ ve Seyyid Burhâneddîn ve cenâb-ı Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî ve Sultân Veled gibi hulefâ-yı Mevlânâ ile ve bunların âsârı ile meslek ve meşrebleri mukâyese edilmekdedir.

Hazret-i Mevlânâ, cenâb-ı Seyyid’in Karaman’da mektûbunu alıp derhâl da’vete icâbet ederek Konya’ya vardığında doğruca müşârünileyhin bulunduğu mescidin yolunu tutar ve orada kendisiyle samîmî bir mülâkât yaparlar. Bu görüşme esnâsında Seyyid Muhakkik11, şeyhine ve Mevlânâ da peder-i zî-şânlarıyla görüşmüş gibi her ikisi de neş’elenerek gözlerinden meserret damlaları dökülmeğe başlar. Bu hâl bir müddet devâmdan sonra kesb-i sükûnet edip muhtelif mevzû’lardan sohbet devâm eder. Hazret-i Mevlânâ’ya sorulan su’âllere karşı gâyet ârifâne verdiği cevâblar Seyyid Muhakkik’in meserret ve iftihâr hissiyle göğsü kabarıp cenâb-ı Mevlânâ’yı tahsîn ederek “Hezârân tahsîn ve âferîn ey mürşidimin hayrü’l- halefi” der. Ve sonra sözlerine devâm ederek peder-i mükerreminizin ulûm-ı zâhireyye olan fevkalâdeliği fazîlet derecesi yönünden tavsîf için cânib-i nübüvvetden kendilerine “Sultânü’l-Ulemâ” lakabı buyurulduğu ve bunu diyâr-ı Harezm ulemâsının da kabûl ve tasdîk eylediğinin binâenaleyh bu ciheti siz de ihrâz eylemişsiniz, hattâ ulûm-ı zâhirenin yegâne dehr[i] olmuşsunuz, fakat pederinizde bir ilim daha vardı ki o, ilm-i ledünnî bilirdi. İşte ilm-i zâhiri nasıl tahsîl eylemiş iseniz ilm-i hâli de benden öğrenmeniz îcâb eder. Zîrâ bu ilmi bana peder-i mükerreminiz emânet eylemişdir der. Ve bundan sonra cenâb-ı Mevlânâ, Seyyid Muhakkik’in hizmetlerine teslîm-i nefs eylemişdir. Bu sûretle büyük mürşidin hizmetinde dokuz sene kalıp tarîkatin âdâb ve erkânını bundan ikmâl eylemiş ve pederlerinin Ma’ârif adlı eserlerini Mevlânâ’ya birkaç def’a takrîr eylemişdir. Hazret-i Mevlânâ, pederlerinin vefâtında yiğirmi dört yaşında ve iki çocuk sâhibi mükemmel ve mükellef bir zât idi. Sipehsâlâr ve Eflâkî’nin dedikleri gibi Mevlânâ olgun dolgun kâfî derecede feyzini almış bulunurdu. Bu büyük mürşidin esâsen tâ çocukluk devrinden beri ara sıra kendilerini vecd ve istiğrak kaplayıp hazîn bir saz sesi kulağına aksedince derhâl semâ eylemeğe başlardı. Peder-i mükerremlerinden rivâyet ediliyor ki henüz beş yaşında bulunduğu sırada çocuklarla damda oynarlarken içlerinden biri “Hâydi arkadaşlar, şu damdan öbür dama atlayalım.” deyip zâten Mevlânâ olarak doğmuş olan mini mini Celâleddîn “Damdan dama atlamak kedilerin kârıdır. Biz insânız, hâydi biz âlî bir himmete dayanarak gönüllere uçalım.” buyurup semâ eylemeğe ve döne döne uçmağa başlamışdır. Bu meyânda hazret-i müşârünileyhin:

هر نفس آواز عشق میرسد از چپ و راست

ما به فلک میرويم عزم تماشا که راست12

gazel-i âlîlerini hatırlamamak kâ’il değildir. Sultânü’l-Ulemâ, Mevlânâ’yı makâmlarına bir velî-yi kâmil olarak bırakmışdır. Bu i’tibârla peder-i âlîlerinin dereceleri bi’l-cümle evliyâ ve kâmilîn huzûrunda Mevlânâ’nın pederi olmakla iftihâra lâyık olabilir. Ve’l-hâsıl cenâb-ı Mevlânâ’nın son zamânlarındaki hâlât ve makâmâtının esâs ve mâyesi evvelki hâllerinde de mevcûd idi. Binâenaleyh kendilerinde bu yüksek hasletler eğer mevcûd olmasa idi veyahud peder-i mükerremlerinin müridlerinden fâ’ik bir zât bulunmuş olsa idi şüphesiz ki makâma o geçirilirdi. Nitekim pederlerinin vefâtında Hüsâmeddîn’in ulu şânından dolayı Sultân Veled ona tekaddüm edemedi. Halbuki Sultânü’l-Ulemâ’nın vefâtında mürîdlerinin cümlesi cenâb-ı Mevlânâ’yı tercîh edip onu kendilerine mürşid ittihâz eylediler. Hazret-i Mevlânâ, Konya’da bir müddet sohbetden sonra tekrâr tahsîl için Şâm’a azîmet edip ve Kayseriyye’ye avdetlerinde Seyyid Muhakkik tarafından üç halvet çıkarması rivâyet edilmekdedir ki meşhûr olan bir sâlike halvet çıkarmak bir mürebbî ve bir mürşidin vazîfelerindendir. Fakat merâtibi tekmîl eylemek için şeyhinden aldığı emri bir ma’nevî vazîfe telakkî edip bunu tatbîk eylemiş bulunmaları dahı mümkinâtdandır. Ma’a-hazâ bu rivâyetin derece-yi sahîhi ma’lûm değildir.

Bir de Mevlânâ’nın maksadı cenâb-ı Seyyid Muhakkik’e intisâbı nez’ edilmek olmayıp belki hakîkati aramakdır. Yoksa seyyidin mürebbîliğini küçük görenlerden değiliz. Farz-ı muhâl olacak öyle olsa dahı bir veliyyullâhın mübâdî-yi sülûkunda alelâde bir mürebbî de delâlet edebilir. Mürşidini fersah fersah geçmiş bulunan ehl-i kemâl velîler cihânda pek çokdur. Seyyid Muhakkik Tırmizî asrının ulemâsı ve tasavvufta ve bi’l-hâssa riyâzât ve mücâhidâtda güzîdelerinden idi.

Hazret-i Mevlânâ’nın hazret-i Şems-i Tebrîzî’ye intisâbı dahı bi’l-cümle menâkıb-nüvîsler tarafından reddedilmekdedir. Bunların irtibâtı bir sohbetden ibâretdir. Ağyârdan uzak kalarak bir halvetde aylarca sohbet eylemişlerdir. Ba’zı def’a yanlarına Şeyh Selâhaddîn ve Çelebî Hüsâmeddîn ve Sultân Veled’i kabûl ederlerdi. Bu da nâdiren vukû’ bulmuşdur. Hazret-i Şems için Mevlânâ’nın sohbet şeyhi olduğunu söylerler. Mesnevî’de buna dâ’ir Mevlânâ’nın şu beytiyle bu husûsu îzâh edilmekdedir.

کز برای حق صحبت سالها

بازگو حالی از آن خوش حالها13

Menâkıblarda şu hikâye pek meşhûrdur: Hazret-i Mevlânâ yine bir gün bir mu’tâd Şems-i Tebrîzî’nin kemâlâtından bahsederlerken dervîşlerinden birisi o esnâda vecde gelip bir âh çekerek “Keşke ne olurdu o büyük velînin kemâl-i bâ-cemâlini görmek ve inciye benzeyen sözlerini işitmek şerefine mazhariyyet bize de müyesser olaydı.” gibi pek samîmî bir iştiyâk izhâr eyler. Zavâllının bu ayrılık gayrılık görmesi karşısında o zâtın hakkıyla takdîr edilememesi Mevlânâ’nın gayret-i velâyetlerine dokunarak o bîçâre dervîşe pür-hiddet şöylece cevâbda bulunur. “Ey basar-ı iz’ânı ve irfânı kısa, ey basîret kudreti kıt dervîşceğiz! Karşındaki zâtı anlamak, takrîr etmek idrâkinden mahrûm oldukdan sonra farz et ki Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebâ Yezîd-i Bestâmî sohbetine erişmiş olsan ve diyelim ki hazret-i imâmü’l- evsiyâ ve cenâb-ı sultânü’l-enbiyânın şeref-i sohbetleriyle kâmkâr bulunasın, ne kazanacaksın bugün senin şu anda huzûrunda bulunup sohbetini dinlediğin zâtın hâlât ve makâmâtı o derece efzûn ve havsala-yı idrâkden o derece bîrûndur ki onun her saçının bir telinde nice Şemsler berdâr olmuşdur.” Beyt:

شمس تبریزی که شاه دلب رست
با همه شاهنشهی جاندار ماست 14

diğer bir gazelinde de;

گفت لبم ناگهان نام گل و گلستان
آمد آن گلعذار کوفت مرا بر دهان

گفت که سلطان منم جان گلستان منم
حضرت چون من شهی وآنگه یاد فلان 15

Rivâyetdir ki bîçâre dervîş hücûm-ı gazabdan müte’essir olup vücûdunu bir âteş basarak yayılmış ve günlerce hasta düşüp kalmışdır. Şu hikâyeden anlaşılıyor ki Veliyyullâh’ın şânında hak ve hakîkat hâricinde hükm vermek büyük bir cür’etdir. Ma’a-hazâ cenâb-ı Mevlânâ, hazret-i Şems’i çok severdi. Ve onu senâ edip bu husûsda kendilerini kalbden müşârünileyhe bağlamışdır. Fukarâ-yı Mevleviyye’den Abdulvehhâb Dede’nin Sevâkıbu’l-Menâkıb adlı eserinde hazret-i Şems, hazret-i Mevlânâ’nın dervîşi olduğunu delâ’iliyle mufassalan yazdığı gibi Mollâ Câmî de aynı fikirde olduğunu söylemişdir. Ne ise sadede gelelim:

Cenâb-ı Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn ile Konya’da bir sene kadar kaldıkdan sonra ayrılarak Şâm’a gelmişlerdir. Seyyid Burhâneddîn, Kayseriyye’de kalıp Mevlânâ Şâm’da dört sene kalarak bu müddet zarfında ilim tahsîline meşgûl olmuş ve o sırada şeyh-i ekber Seyyid Muhyiddîn Arabî, Şeyh Sa’adeddîn Hamevî, Şeyh Osmân Rûmî, Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ve Şeyh Sadreddîn Konevi ile mülâkât eylemişdir. Bir gün Mevlânâ Şâm’da bir meydânda dolaşırken kalabalık arasında acîb bir kimseye tesâdüf eder. Başında külâh-ı nemedî giyip bir ruka-i siyâhî yüzüne nikâb koymuş bu zât Mevlânâ’ya yaklaşarak elini öpüp “Ey cihân sarrâfı, ey âdemden anlayan zât, beni anla ve bul” der. Hazret-i Mevlânâ derhâl kendine gelip anunla meşgûl oluncaya kadar savuşup gitmiş. İşte bu zât hazret-i Şems idi. Az zamân sonra Mevlânâ Konya’ya avdet eder. Kayseriyye’ye geldiklerinde Kayseri Emîri ve Seyyid Muhakkik ve sâ’ir ulemâ ve eşrâf-ı memleket istikbâl edip hazret-i sâhib-i Isfahân’ı emîr-i belde sarâyına götürmek isterse de Seyyid Burhâneddîn Muhakkik, Mevlânâ’nın âdetleri medreseye gider diye medreseye götürdü ve orada misâfir eyledi. Burada Seyyid Muhakkik ile bir müddet kaldılar ve müşârünileyhle ma’ârif ve hakâyıka müte’allık sohbetlerde bulundular. 638 târîhin içinde Seyyid Burhâneddîn, cenâb-ı Sultânü’l-Ulemâ’dan aldığı ma’nevî umûr yolundaki hilâfetin sırrını ve tarîkatin yol ve erkânı Mevlânâ’ya telkîn edip ferdâsı senenin Muharrem ayında hazret-i Mevlânâ Konya’ya geldiler. Ve Konya’ya vardıklarında Şeyh Sadreddîn Konevî’nin ilm-i meclisine mülâzemete başladı. Cenâb-ı Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn ile Konya’da ve Kayseriyye’de çıkardığı halvetlerle mecmû’u 100116 güne bâlig olduğu Seyyid Sahîh Ahmed Dede yazmakdadır. Cenâb-ı Mevlânâ büyük mürşidi Seyyid Muhakkik’i Konya’ya da’vet ve Konya’da oturmalarını ricâ eylemişlerse de buna karşı Mevlânâ’ya şu yolda cevâbda bulunmuşdur. “Gâyet gazûb kükremiş bir arslan Rûm tarafına müteveccihen koşa koşa gelir. Hâlbuki ben de meşe-zâr vilâyetin arslanıyım. İki arslan ma’lûmdur ki bir ormanda geçinemezler.” demişdir. Ve Mevlânâ bu sözleri üzerine hazret-i Seyyid’e yol verip tekrâr Kayseriyye’ye gitmişdir. Ve bir sene kadar Kayseriyye’de oturdukdan sonra vefât edip cenâb-ı Mevlânâ mürşidin vefâtını haber alarak Kayseriyye’[ye] gitmiş ve merhûmun kabrini ziyâret ve ba’zı nefîs kitâblarını alıp kalan kitâblarını da sâhib-i İsfahânî’ye hediye ederek Konya’ya avdet eylemişdir.

Cenâb-ı Mevlânâ, Seyyid Muhakkik’in irtihâlinden sonra geceli gündüzlü zâhir ve bâtın ilimleriyle meşgûl olup beş sene mütemâdî bir sûretde riyâset ve mücâhidâtla hayât geçirmişdir. Bî-hadd kat’-i merâtib edip şöhreti başdan başa Rûm diyârına yayılmağa başlamış ve binlerce âlim ve ârifler kendisine ma’nevî bir gönül bağlılığı ile bendeleri olmuşdur.

Hazret-i Mevlânâ’nın Şems-i Tebrîzî ile mülâkâtından sonra kendilerinde zuhûra gelen ba’zı hâlât-ı fevkalâdeden dolayı turuk-ı Mevlevîye müntesibîni arasında zuhûra gelen ba’zı dedikodular cereyân etmiş ise de bu gibi e’âzim-i evliyâullâhın rûhu hâllerine vâkıf olmadan onlara dil uzatmak hîçbir zamân doğru olamaz. İslâm târîhleriyle alâka ve meşgûl olanlarca ma’lûmdur ki ekser dîn uluları halvet-nîşîn olup Allâh’ı aşkın kalbinde tüten dumanı çok def’alar zâhirde görüldüğü gibi olmayıp aşkın tecelliyâtı başka başka zuhûra gelir ki bunu fehm ve idrâk edemeyenler onun zâhiri görüşüne aldanarak dil uzatmağa ve ta’n eylemeğe kadar cür’et ederler. İşte bu kabîlden olan dedikodularda büyük bir kusûr ve uzvu kâbil olmayan cürmlerdendir. Cenâb-ı Mevlânâ’nın hazret-i Şems’e karşı olan ma’nevî aşk ve muhabbeti dolayısıyla ona başka ma’nâ vermek isteyenler dünyâ ve âhiretde kendilerini hîçbir vakit mes’ûliyetden kurtaramayacaklarını düşünmelidirler. Bu sırrın hakîkatine ilim ve vukûf ve tecrübe gibi şeylerle ermek mümkün değildir. Ehl-i sûrete mâhiyet ve ehemmiyyetini teslîm etdirmek de kâbil değildir. Muhakkak olan bir şey varsa o da dâ’imâ bunun böyle olmasıdır. Bundan ziyâdesini izâha mevzû’ mütehammil olmamakla berâber mübhemde bırakmak muvâfık görülemediğinden bunu mesâ’ilin hallinde salâhati hâ’iz olan Sultân Veled’in “İbtidânâme” adlı eserlerini ve buna dâ’ir nakli kâbil ve mümkün olan ba’zı yazılarını buraya derh eylemek husûsunu fâ’ideli görmekdeyiz. Mevlânâ Celâleddîn’in Şems-i Tebrîzî’ye meftûn ve onun sohbetine müştâk olmasındaki sır ve hikmetin sebeblerini şöylece îzâh edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın bir sınıf ma’şûkı vardır ki bütün enbiyâ ve evliyâ o gibi vücûd-ı âlî-kadrin müştâkıdır. Meselâ: Hazret-i Mûsâ büyük peygamberlerden olduğu hâlde Hızır ‘aleyhi’s-selâmın sohbetine tâlib olması ve hazret-i sultânü’l-enbiyâ aleyhi’s-salâtu ve’s- selâm efendimizin Veysel Karânî ile mülâkât eylemeğe hâhîş-ger bulunmaları ve hattâ soru görüşmeğe müyesser olamamalarından dolayı  إني ألجد نَفَس الرحمن من قبل اليمن 17 tarzında iştiyâk eylemeleri, kezâ hazret-i Cüneyd’in Ahmed-i Zındık’a kavuşmağa arz u izhâr eylemesi, kezâ İmâm Şâfi’î’nin Şeybân Râ’î nâm zâtın sohbetinden mütelezziz olduğu ve hîçbir zamân onunla mülâkâtı fevt etmemeleri ve kezâ İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin “Behlül” ile gâyet gizli mülâkâtları ve İmâm Şa’rânî’nin (Aliyyü’l-Havassı) vesâ’ire gibi İslâm târîhlerinde bu sayılan dîn ulularının bu gibi ashâb-ı cezbe son derece gönül verip müştâk olmaları onlar için ayân u beyân olup bizlerce aklımızdan çok nihân olan birer mes’elelerdendir. İşte böyle bir sebepden dolayı cenâb-ı Mevlânâ da Şems-i Tebrîzî’ye gönül bağlamış ve müştâk olmuşdur.

Hazret-i Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin hem-cinsi idi. Sırları, gevherleri bir asıldan idi. Zevc ile zevce muhtâc olmayan bir türden doğmuşlardı. Anun için birbiriyle yâr olup ağyârdan uzak olarak ilâhî mertebede hamdeleyi geçdiler. Bunların hâl ve şânını bilmek her velîye müyesser olamaz. Şems-i Tebrîzî’nin ma’ârifi, meşrebi, seyâhati, gaybûbeti ve cenâb-ı Mevlânâ’nın kemâlât u hâlâtı ve her ikisi arasında geçen mesâhabâtı gerek Dîvân-ı Kebîr’de gerekse Mesnevî-yi Şerîf’deki îzâh edilen Hızır ‘aleyhi’s-selâm kıssasıyla Mûsâ ‘aleyhi’s- selâm kıssalarına pek yakın müşâbeheti vardır. Şems-i Tebrîzî’nin bir münâcâtında “Yâ Rabbi! Hâssân-ı ilâhiyyenden benim sohbetime tahammül eden kimdir?” der. Ve cevâben “Sohbet bulmak için Rûm diyârına sefer eyle” denilir, derhâl olduğu mahalden kalkarak Rûm diyârına sefer edip şehir şehir, işitdiğini araya taraya nihâyet 26 Cemâziyelâhir 642 târîhine tesâdüf eden salı günü Konya şehrine gece vakti erişir. Ve Penbe Ferûşân Hân’ına nâzil olurlar. Sabahleyin mezkûr hânın peykelerinde oturmakda olan eşrâf u tüccârân cenâb-ı Şems’i görüp Mevlânâ da bu azîz misâfirin geldiğinden ma’lûmu olup hâna doğru yürümeğe ve yolda büyük bir kalabalık halk dahı hazret-i Mevlânâ’nın peşini ta’kîb ederek azîz misâfirin elini öpmeğe gidiyorlardı. Mezkûr mahale erişip hazret-i Şems kâmil yanı bu olduğunu derhâl anlayıp misâfirin mukâbilinde bulunan safın öbür tarafına kendileri otururlar. Bir müddet birbirlerini gözden geçirdikden sonra kalplerdeki esrârı anladıkdan sonra hazret-i Şems başını kaldırıp “Yâ Mevlânâ rahimekallâh” diye hitâbda bulundukdan sonra aralarında çok harâretli musâhabeler yapılır. Buna dâ’ir fazla ma’lûmât “Hâşiye-yi Eflâkî” ile “Tevârîh-i Mevleviyye”de mevcûddur. Hazret-i Mevlânâ’nın dershânelerinde hazret-i Şems ile sohbet esnâsında cenâb-ı Şems’in gözü ba’zı kitâba ilişir. Ve bunlar “Ne kitabıdır?” diye Mevlânâ’dan sorar. Ve bu su’âle karşı cenâb-ı Mevlânâ sohbetinden igtinâm için “Bunlar kîl u kâlden ibâretdir” der. “Senin anunla ne işin var?” deyince hazret-i Şems hemen onları önündeki havuza atar. Cenâb-ı Mevlânâ “Behey dervîş, ne yaptın? Bu kitâbların ba’zısı pederimin fevâ’idi idi ki bunlar bulunur şey değildir. Birisi de Şeyh Attâr’ın Nişâbur’da uğrayıp ellerini öptüğüm zamân bana hediye eyledikleri Mantıku’t-Tayr, âlî-kavl Esrârnâme’dir” deyince hazret-i Şems elini havuza sokup kitâbları almış ve çıkardığı zamân bu kitâbların bozulmamış olduğu görülmüşdür. Cenâb-ı Mevlânâ “Bu ne sırdır?” diye hayret edince “İşte buna ilm-i hâl derler” buyurmuşdur. Ondan sonra Mevlânâ bu gibi kâlden ferâğ olup hâl ilmi ile meşgûl olmuşlardır. Eflâkî nakl eyler ki cenâb-ı Mevlânâ, hazret-i Şems’in birinci def’a gaybûbetinde Hüsâmeddîn Çelebî’ye şöyle imlâ edilmesini bildirmişdir.

سافر المولى األعز الداعي إلى الخير خالصة األرواح سر المشكاة و الزجاجة و المصباح شمس الحق و الدين نور

الله في األولين و اآلخرين أطال الله عمره و لقانا بالخير لقائه يوم الخميس الحادي و العشرين من شهر شوالى سنه ث

و أربعين و ستمائة18

Şu ibâreye göre 21 Şevvâl 643 târîhine tesâdüf eden perşembe günü gaybûbet eylediği anlaşılıyor. Bu def’a 121 gün Konya’da ikâmet etmişdir. Gaybûbetinden sonra bir ay kadar araştırılmış ise de bulunamamışdı. İşte müşârünileyhin bu gaybûbeti cenâb-ı Mevlânâ’ya son derece te’sîr yapmış olmalı ki hindbârîden bir ferâce yapdırıp başlarına da peşm-i âlî denilen külâhı giyerek gezmişdir ki Mevlevîler’in düne kadar başlarındaki taşıdıkları sikkenin rengi ve tarzı bu şekildedir. Gömleklerini de göğsü açık olarak giymişlerdir ki tennûre benzer bir tarzdadır. Ayaklarına ulemâya mahsûs olan sarı renkde çedîk denilen pâbûç giydiler. Ve sarığını da şeker-âvîz sûretinde sarıp ya’nî aşağısı kalın ve yukarı doğru ince ve müdevver bir tarzda olup bir arşın mikdârı fazlasını da hayretlerine doğru koyuverdiler ki bu fazlalığa taylasân derler. İşte bu tarzda kendisi[ni] bir mâtem kıyâfetine sokdı. Bütün gününü bir zamân böylelikle geçirdiler. Kendileri mûsîkî ilmi ile de alâkadâr olup hattâ “bâb” denilen çalgıya da iki tel fazla ilâve edip bunun sadâsını yükseltmişdir. Binâenaleyh gerek bu sazın ve gerek Mevlevîlerce mu’teber ve makbûl olan “ney”in sadâsını işiden Mevlânâ coşa gelip bir zamân istiğrâkdan kendilerini alamazdı. Ney hakkındaki gazelleri câlib-i dikkatdir.

آه دردت را ندارم محرمی
چون علی اه میکنم در قعر چاه

چه بجوشد نی برويد از لبش
نی بنالد راز من گردد تباه19

Cenâb-ı Şems’in gaybûbetinden sonra Şâm’dan hazret-i Mevlânâ’ya bir mektup gönderip bu mektup üzerine Mevlânâ güzîde bir hayli ashâbını Sultân Veled’e katarak ve zarûrî masraf karşılığı olarak da iki bin dinâr Sultân Veled’e verip ma’şûkunun diyâr-ı Rûm’a dönmelerini oğluna tenbîh eder. Efvâhda ise Şâm’da bir hânda bir karının oğluyla satranç oynarken bulacaksın diye tenbîh edildiği rivâyet olunmakdadır. Sultân Veled işbu hizmeti kabûl edip yirmi kadar berâberindeki arkadaşlarıyla Şâm’a doğru hareket eder. Ve Şâm’a vâsıl olur olmaz cenâb-ı Şems’i birkaç gün sonra araştırmağa başlar. Ve nihâyet bulup pederlerinin göndermiş olduğu hediyeyi önüne koyup mektubuyla Mevlânâ’nın selâmını kendilerine bildirir.

Hazret-i Şems gülerek “Bizi sîm u zerle mi tatyîb buyuracaklar?” diye beyân-ı memnûniyyetden sonra birkaç gün zevk ve semâ’ ile meşgûl olup bundan sonra da’vete icâbetle oğlu Sultân ile birlikde Konya’ya müteveccihen hareket ederler.

Azîz ma’şûkunun geleceği[ni] haber alan Mevlânâ istikbâle gelip misâfirinin her vechle lâyık olduğu derece büyük meserret ve neş’e ile karşılayıp evine misâfir ederler. Ve kendilerine “Kimyâ” nâmındaki kızı da nikâhlamışdır. Bundan sonra Mevlânâ kendi evinde misâfirle birlikde uzun müddet birlikde oturmuşlardır. Müşârünileyhin ortanca oğlu Alâeddîn Çelebî hüsn-i letâfetde ve bilhassa ilim ve fazîletde akrânı arasında hemen müstesnâ olup peder ve vâlidelerinin ellerini öpmeğe hâneye geldikçe hazret-i Şems’e tahsîs olunan yerden geçmek zarûreti karşısında kalıp cenâb-ı Şems’in ise gayret-i velâyetleri buna râzı olmayarak bu hâlin tekerrüründen dolayı bir gün “Ey nûr-ı dîdem! Âdâb-ı zâhireye ve bâtıneye alâkadar olduğun için ihtâra hâcet yoksa da ba’demâ bu hâneye hesâbla gel git.” diye nasîhat eder. Bu söz ise Sultân Alâeddîn’in gâyet gücüne gidip bundan dolayı cenâb-ı Şems’e bir infi’âl peydâ eyler. Velhâsıl bu infi’âlin tâkat getiremeyecek derecede temâdî eylemesi üzerine cenâb-ı Şems’in ansızın gaybûbetine sebeb olur. Bu son gaybûbet mes’elesi etrâfında Mevlânâ’nın son derece cânı sıkılmışdır ki Şems’i aramak için bir hayli muhibbânıyla birlikde Şâm’a kadar gitmişdir. Bu gaybûbet hâdisesi hicretin altı yüz kırk üç senesinde olmuşdur. Eflâkî, Şems’in gaybûbetini şu yolda zabt eyler “وااَلستشاره الغيبة تاريخ 645) 20 “ستمائة و اربعين و خمس سنه الخميس يوم الدين شمس)

Cenâb-ı Şems’in bu son gaybûbetinden sonra hazret-i Mevlânâ mâtem alâmeti olarak mâ’î renkli abâ giyip başına vefâhî külâhını gâh dehânî sarıkla ve gâh sarıksız giyer ve ba’zen de üzerine mâ’î renkli ferecî alırlardı. Ve bu esnâda makasla düzeltmeği âdet eylediler. Ve bu son gaybûbetinden sonraki hicretin altı yüz kırk altı yılında Şeyh Salâhaddîn Konevî’yi 65 yaşında tarîkat seccâdesine kâ’im-makâm ta’yîn buyurup kendileri Sultân Veled’le birlikde Şâm’a gidip cenâb-ı Şems’i aramışlarsa da bulamayıp bir müddet sonra Konya’ya geri dönmüşlerdir. Ve bundan sonra Şeyh Salâhaddîn-i Zerkûb ile sohbete başladılar.

Matbû’ Cihânnümâ’nın 282’inci sahîfesinde Tebrîz’den bahs ederken şöyle bir kayd olduğunu ecille-yi Mevleviyye’den fazîletli Ahmed Remzî Efendi21 hazretleri tarafında haber ve işâret olunmuşdur. “Bu şehre fuzelâ ve kibârdan nice ahyâr mensûbdur. Ol cümleden Şemseddîn Muhammed bin Alî Melikdâd ki hazret-i Mevlânâ’nın mürşidi idi. Hoy’da medfûndur. Bunların şeyhi Ebû Bekir Selebâf Tebrîzî idi. Ba’zılar Şeyh Rükneddîn Secâsî mürîdidir der. Atı yüz kırk ikide Konya’ya gelip Mevlânâ ile sohbet etdi. Ve kırk beşde dünyâdan gitdi. Kimi Konya’da medfûndur derler.”

Gelelim mevzû’umuza: Şehrin büyükleri bir gün cenâb-ı Mevlânâ’dan va’z eylemelerini ricâ edip hazret-i Mevlânâ bu ricâlarını kabûl ederek va’za başlar. Ve va’z esnâsında pek çok kimseler bî-hûş olur. Hazret-i Şeyh Salâhaddîn dahı esnâ-yı va’zda vecde geldiler. Hazret-i Mevlânâ semâ’ ederek meclisden çıkıp gitdiler, bundan sonra Mevlânâ bir daha minbere çıkmadılar. Esâsen Şems-i Tebrîzî ile mülâkâtdan sonra zikri ve dersi terk eylemişlerdi. O günkü va’zı mahzâ muhibbânın niyâzı ve Şeyh Salâhaddîn’in ricâsı üzerine olmuşdu.

زاهد سجاده نشين بودم با زهد و ورع

عشق درآمد زدرم بر دبخمار مرا22

Cenâb-ı Mevlânâ’nın altıncı def’a olarak cenâb-ı fahr-i âlem sallallâhu ‘aleyhi ve’s-sellemi rü’yâsında görüp ilm-i hakâyık kalbine münkeşif olarak peygamberin huzûrundan çıkdıkdan sonra şu beyti söylemişlerdir.

Mevlana’nın ser-tarîklik makâmı vardır ki Çelebi Efendi herhangi bir zamân âher mahalle gitdiğinde mukâbeleden mâ’adâ diğer umûrun cümlesini bu makâm sâhibi vekâlet eder. Ve bugüne kadar Mevlevî teşrîfâtında ba’zı güzîde makâmların meşâyihinden mâ’adâ bi’l-umûm zâviye şeyhlerine tekaddüm eder. Çelebi Efendi ise bi’l-umûm Mevlevîhâneler’in şeyhi olup diğer meşâyih onun vekîli olduğuna göre “Ser-tarîk Dede” âdetâ Konya merkezi Mevlevîhânesi şeyhi gibidir. Bugünkü ser-tarîklik derecesi için ahd-i Mevlânâ’dan bir esâs aranılır. Şeyh Salâhaddîn’in vekâleti ve onun vefâtıyla Hüsâmeddîn Çelebi’nin o mevki’e hâ’iz olmaları gösterilebilir. Ancak hazret-i Mevlânâ’nın zamânından sonra ser-tarîk nasbına dâ’ir bir kayd görülemediği gibi bir vakitler âdetâ bugünkü başdede derecesinde olduğu görülür.

Hulâsa: Ser-tarîklik eski Mevlevîler’e mahsûs olup Mevlânâ’nın dergâhında mu’tâd olan âdâb ve terbiyeye nezâret eder. Ve dervîşânı dâ’imâ göz önünde tutar. Muhâlefet ve müsâmaha edenleri ihtâr eyler. Zikr esnâsında ve sâ’ir ahvâlde kusûru olanlara tenbîhât verir. Ve bu tarîkatin âdâb ve erkânını anlatır. İşte Ser-tarîk Dede’nin vezâ’if-i umûmiyyesi bundan ibâretdir.

بشنو اين نى چون حكايت ميكند

از جدايىها شكايت ميكند23

Bundan sonra Mevlânâ, Mesnevî-yi Şerîf’i söylemeğe başlamış ve Hüsâmeddîn Çelebî tarafından bunlar tamâmen zabt edilip altı cild tamâm olunca huzûr-ı pîrde okuyarak tashîhi yapılmış ve bu sûretle bitirilmişdir. Ve bu altı cild Mesnevî-yi Şerîf 659 senesinde başlayıp 666 târîhinde ikmâl edildiğini Seyyid Sahîh Ahmed Dede tarafından bildirilmekdedir. Son cildin nihâyetinde bahsedilmiş “Şehzâdeler Hikâyesi”nin noksân olarak bırakılmış emr u işâret-i ma’neviyye ile olduğu ilâve edilmekdedir. Binâenaleyh Mesnevî-yi Şerîf’in tamâmı yirmi altı bin küsür beyti ihtivâ etmekdedir. Kitâb-ı mukaddesimiz olan Kur’ân-ı hakîm ile ehâdîs-i nebevîden sonra en ileri gelen kitâb-ı İslâmiyye’dendir. Hindistân’da, Türkistân’da, Câvâ’da ve daha sâ’ir birçok memâlik-i İslâmiyye’de müte’adid def’alar basıldığı gibi bilhassa Avrupa ulemâları arasında dahı büyük bir revâç gören bu eser muhtelif lisânlarla tercüme edilip taktîr edilmişdir.

Mevlânâ’nın Hayâtının Son Devrelerindeki Vazi’yeti

Hicretin altı yüz altmış dokuz târîhinde Mevlânâ tam altmış beş yaşında bulunuyordu. Ashâbı, ahbâbı ve yârânı birlikde vezîr-i a’zam kethüdâsı olan Celâleddîn Karatâ’î Medresesi’nin önünden geçerken tevakkuf edip medreseye girdiler. Ezân vakti olduğunda ezân okundu. Müte’âkiben hazret-i Mevlânâ’nın yârânı içeri girdiler. Ve sonra da kendileri girip cümleye selâm vererek i’âde-yi selâm eylediler. Namâzdan sonra ‘aşr-ı şerîf okundu. Müte’âkiben halka-yı zikr-i tesbîh ve ism-i celâl ve onu müte’âkib de yine Kur’ân’dan ‘aşr-ı şerîf ve gülbâng-ı Muhammedî ve na’at-ı Resûl ve bu meyânda ney u kudûm çalınmağa başladı.

Peder-i mükerremleri Sultânü’l-‘Ulemâ’nın ravza-yı mutahharada yapdığı gibi devr-i selâseye başlayıp sağdan sola ve gurûbdan âlem-i zuhûra erkân-ı kadîm üzere tavâf ve bundan sonra da semâ’ edilmeğe başlanmışdır. Bu sûretle üç def’a fâsıla verilip her fâsılada selâm alır gibi niyâzda göründü. Ve üçüncü selâm akabinde sakin oturup tekrâr ‘arş-ı şerîf ve ondan sonra yârân birbirleriyle musâfaha ederek hayr sâhibinin ismini yâd ve rûhunu şâd buyurdular ki âyîn-i Mevlevî bu yolda icrâsı tesebbüt edilmişdir.

Eflâkî’den naklen rivâyet edildiğine göre bir gün cenâb-ı Mevlânâ’ya haremleri “Ne olurdu hazret-i Hüdâvendigâr üç dört yüz sene mu’ammer olaydı. Tâ ki cihânı hakâyık ve me’ânî ile doldura idi” demekle Mevlânâ buna karşı buyurmuşlar ki: “Niçin, niçin biz Fir’avun muyuz,

Nemrûd muyuz? Biz bu âlem-i hâkdânda ne işimiz var ki ikâmet ve karâr edelim. Bizim bu zindân-ı dünyâda mahbûsiyetimiz birkaç tane mahbûsînin tahlîsi içindir. Me’mûldür ki ‘an- karîb vâsıl-ı bezm-i habîb oluruz.”

عالم خاک از کجا گوهر پاک از کجا

بر چه فرود آمديم بارکنم اين چه جاست24

“Eğer bu biçâregânın tertîb ve irşâdına dâ’ir umûr ve maslahatım olmasaydı bu hâk-i elemde bir dem karâr etmezdik” buyurmuşlardır. Ömrünün son devrelerini yaşarlarken üç gün üç gece aslâ kimseye tek bir lâkırdı söylemediler. Esâsen hâline tahammül edecek kadar kimsenin de mecâlî kalmamışdır. Haremleri yanına gelip keyfini ve hâtırını su’âl eyledikde “Nasıl olacakdır diye ölümü tefekkür ediyorum” buyurmaları ile feryâd edip bir müddet bî- hûş kalmışdır. O günlerde medreselerinin önlerinde geziniyor ve ara sıra derin derin âhlar çekiyordu. Âhir vakitlerinde bir kimseye elli ‘aded sîm borcu olup bunu vererek alacaklısından helâllik diler, fakat dâyin kabûl etmez, alacağını bağışlar. Cenâb-ı Mevlânâ “Elhamdulillâh bu dehşetli ukbâdan kurtuldum.” der ve sevinir.

Hüsâmeddîn Çelebî hikâye ederler ki bir gün Kâdı Sirâceddîn, hazret-i Mevlânâ’yı ziyârete gelmişdi. Belki o sırada Hüdâvendigâr’ın dudaklarını ıslatırlar fikriyle ben de elimde şerbet kâsesiyle duruyordum. Kendisine bir türlü iltifât buyurmadılar. Kâseyi ben Kâdı’nın eline verdim ki belki o büyük zâtın elinden alır. Ona da i’tibâr etmedi. Artık ondan sonra gördüm ki Şeyh Sadreddîn teşrîf eyledi. Kâseyi elimden alıp Hüdâvendigâr’a uzatdı. Bir yudum içip yine i’âde eyledi. Şeyh, “Mevlânâ’dan sonra bizim hâlimiz ne olur?” demekle kemâl-i mekânetle “Siz de âlem-i firâkdan âlem-i visâle kesb-i ittisâl eylersiniz. Bu sûretle umduğumuz hakîkatlere erişirsiniz” buyurdular.

Hüsâmeddîn Çelebî’den rivâyet olunur ki Şeyh Sadreddîn dervîşlerle birlikde cenâb-ı Mevlânâ’nın ziyâretine gelirler. Vazi’yetlerini görüp azîm te’essüf gösterip “Şifâkellâhu, şifâ’en âcilen, inşâ’allah ref’-i derecâta bâ’isdir. Me’mûldür ki sıhhat-ı küllî yüz gösterir gibi temennîyâtda bulunur. Cenâb-ı Hüdâvendigâr buna karşı ba’de ez-în şifâkellâhu sizin olsun. Şimdi âşıkla ma’şûk arasında bir gömlekden başka hâciz yokdur. İstemez misiniz ki onu da çekip çıkaralar. Tâ ki nûr, nûra vâsıl ola.

Şeyh Sadreddîn ashâbıyla birlikde pür-giryân olup vedâ’ ederek ayrıldılar. O sırada cenâb-ı Mevlânâ şu gazeli îrâd buyurarak cümle yârân u ihvânına izhâr-ı aşk eyledi.

چه دانی تو که در باطن چه شاهی همنشين دارم

رخ زرين من منگر که پای آهنين دارم25

Bir gün cenâb-ı Mevlânâ, ashâb ve mahremân ahbâbını toplayarak buyurdular ki “Benim vefâtımda aslâ korkmayınız. Ve bunun için de kederlenmeyiniz ki hazret-i Mansûr’un nûru, yüz elli sene sonra Ferîdüddîn Attâr’ın rûhuna tecellî eyledi ve mürşidi oldu. Herhangi hâlde olursanız benimle olunuz ve beni anınız. Ben kendimi size göstereyim ve size imdââ eyleyeyim. Hangi libâsda olursam dâ’imâ sizinle berâber olurum.

Peygamber efendimizin buyurduklarını ben de size derim ki  ”حَياَتيِ خَيْرٌ لكَُمْ وَوَمَمَاتيِ خَيْرٌ لكَُمُ “ya’nî hayâtım size hidâyet ve memâtda inâyetdir.

Ölüm anlarında bir gün ikinci haremi ve emîr-i âlem-i kebîrin vâlideleri olan Kerrâ Hatun ağlayarak “Ey nûr-ı âlem, ey cân-ı âdem beni kime ısmarlarsınız, nereye gidiyorsunuz?” dediler. Sanki ben nereye gidiyorum ki sizin halkanızdan hâriç değilim. Yine Kerrâ Hatun “Acabâ hazret-i Hünkâr’ın bir daha misli var mı?” demekle cenâb-ı Pîr buyurdu ki “Eğer zuhûr ederse o benim, benden başka değildir.” diye şu beyti okudular.

يکی جانيست در عالم که ننگش آيد از صورت

بپوشد صورت انسان ولی انسان نمى باشد26

Ashâbını şu sûretle taltîf edip buyurdular ki “Benim iki cihetle âleme ta’allukum vardır. Birisi size diğeri bedene Allâh’ın inâyetiyle bedenden mücerred olup da âlem-i tecrîd ve tevhîd ve tefrîde erişirsem ikinci ta’allukum dahı size â’id olur.” buyurmuşdur.

Sipehsâlâr’a göre cenâb-ı Mevlânâ’nın artık irtihâli yaklaşıp 27 كُلُّ شَيْئٍ يَرْجِعُ غِلَي أَصْلِهِ mantûkunca artık fenâ diyârından bekâya hâzırlanırken Konya’da li-hikmetin kırk gün zelzele olmaya başlayıp halk ahâlîsi korku ve endîşeye düşdüler. Ve bu ilâhî âfetin ber-taraf edilmesi için cenâb-ı Mevlânâ’dan du’â buyurmaları niyâz edildi. Buna karşı cenâb-ı Pîr “Cem’iyyet-i kalbiyyenize halel getirmeyiniz. Çünkü mâder-i zemîn çok acıkmış yağlıca bir lokma istiyor. Yakın zamânda umduğuna nâ’il olur. Bu zahmetde sizden mündefi’ olur” buyurmuşdur. Gün geçdikçe mizâcı bozulmağa başlayıp artık râhatsızlıklarının kesb ve vehâmetini öğrenen yârânı sık sık ziyâretlerine gelmeğe başlamışlardır. Mevlânâ Ekmeleddîn ve Gazanferî ki her ikisi de hazret-i Pîr’in doktoru idi. Bunlar hastanın başında nöbet tutarak tedâvileriyle meşgûl oluyorlardı. Bu sûretle tedâvi edilmelerine rağmen i’âde-yi âfiyet ümîdi azaldıkça artık doktorlar da devâdan fâ’ide olamayacağını anlayarak hastayı hâline bırakmağa mecbûr oldular. Artık âlem-i bekâya hâzırlandığının farkında olan Mevlânâ’nın ihtiyârı elinden gidip “irci’î” emr-i celîline pür-ihtirâm tâbi’ olup bekâya rıhlet eyledi.

Mevlânâ irtihâlinden evvel ashâbına başlıca şöylece vasiyyetde bulunmuşdur “ اوُصِيكُمْ بِتَقْوالله فِي السِّرِ وَالعَلاَنِيَةَ ” tenhâda ve meydânda cenâb-ı kâdir ü zu’l-celâlden korkup çekinmenizi tavsiye eylerim. Az yemeyi, az uyumağı, az söylemeği, isyân ve günâhdan kaçınmağı, orucunuza devâmı namâzınıza ikdâm ve gayret olunmasını, herkesden gelen cefâ ve meşakkate tahammül edilmesini sufehâ gürûhuyla görüşülmemesini sâlih ve mükemmel zevâtla hasbihâl ve sohbetde bulunulmasını tavsiye buyurmuşdur.

Mevlânâ Sirâceddîn-i Fakîh-i Tatarî’den nakledilir ki hazret-i Mevlânâ ölüm anlarında mûmâileyhi nezidine çağırtıp bu du’âyı ta’lîm eylediği ve bunu dar ve geniş zamânlarda okumağa devâm edilmesini tavsiye eylemişlerdir. الَلٰهّمَُّ انِىِّ اتَنُفَسُ لكََ وَامَُدّ نفَسِْى الِيَكَْ ya’nî “Yâ Rabbi! Senin için teneffüs ederim ve nefsini sana ısmarladım. Yâ Rabbi! Zikrini unutduran, şevkini mahveden ve tesbîhinin lezzetini dilimden kesecek hastalığı verme ve beni azdıran azamet ve şirretimi artdıran sağlığı da verme. Ey merhametlilerin en rahîmi olan senin merhametine ilticâ ederim”.

Hastalıkları esnâsında e’imme ve meşâyihin umûmu yanına gelip büyük mürşidlerinin ömürlerinin zevâl bulduğuna acınırlardı. İçlerinden birinin “Mevlânâ’nın irşâd ve hilâfet makâmına münâsibi kimdir?” diye su’âline karşı “Hüsâmeddîn Çelebî” cevâbını verdiler. Ve bu su’âl üç def’a tekrâr edildi. Dördüncüsünde “Mevlânâ Bahâeddîn Veled için ne cevâb buyuruluyor?” denilince buna da şu tarzda cevâb verilmişdir. “O pehlivandır, onun vasiyete ihtiyâcı yokdur” buyurmuşdur. Fakîr-i Rabbânî Fahrü’l-İbâd Mevlânâ İhtiyârüddîn İmâm Çelebî Hüsâmeddîn nakl eylemişdir ki Çelebî, hazret-i Mevlânâ’nın son günlerinde baş ucuna oturup cenâb-ı Mevlânâ da ona dayanmışlardır. Nâgâh güzel sîmâları gözüne ilişip hüsn-i
letâfetinden dolayı bî-hûş olarak istiğrâka gelip 28 اِفعَل مَاتُومر سَتَجِدُ ونى اِنْ شٰاءَاللّهُ مِنَ الصّٰابِرِينْ buyurduklarını işitmişdir.

Sipehsâlâr’ın nakline göre irtihâli hicretin altı yüz yetmiş iki senesi Cemâziyelâhirinin beşinci yekşenbe günü güneş batarken vâki’ olmuşdur. O gece techîz ve tekfîni hâzırlayıp ertesi gün ya’nî cum’a günü cenâzesi kaldırılmışdır. Cenâzelerinde binler halk hâzır bulunup saltanat nâ’ibi ve memleket büyükleri ve ümerâ tabutunu omuzlarında taşımak sûretiyle büyük bir izdihâm arasında musallâya erişdirdiler. Ve namâzını kılmak için Şeyh Sadreddîn tabutun önüne gelince haykırıp bî-hûş oldu. Bilâhare Kâdı Sirâceddîn Urmevî imâmete geçerek namâzı müşârünileyh tarafından kıldırıldı. Kırk gün bütün memleket ahâlîsi kabrinin ziyâretiyle meşgûl oldular.

Hazret-i Mevlânâ’ya tâm bir irâdet ile hakîkî dost olan papazlarla sâ’ir Hristiyanlar’ın cenâze merâsimine iştirâklerini gören ba’zı kimseler bunları men’ eylemeğe kalkışıp “Bu cenazenin size ne ta’alluku vardır?” gibi söylenen ve men’ edilmek istenenlere karşı “Siz çok yanlış düşünüyorsunuz, hazret-i Mevlânâ öyle hemen bir dînin re’îsi ve bir kavmin ulusu değildir. Belki o mübârek vücûd tıpkı nân-ı azîz gibidir. Hîç kimse ondan müstagnî olamaz. O da hîçbir tâ’ifeye tahsîs edilemez” sözleriyle i’tirâz edenleri ilzâm eylemişlerdir. Ve bundan sonra hazret-i Mevlânâ’nın menakıbından sayıp dökmeğe başlayarak her bir râhip onun sohbetinden ne kadar müstefîd ve mütelezziz olduklarını ve hattâ kendi dînlerine â’id nice fâ’ideli hakîkatleri ondan öğrenerek dalâletinden kurtulduklarını yana yakıla anlatmışlardır. Merhûmun cenâze merâsiminde teşrîfât vazîfesini îfâ eden dervîşlerinden Kemâleddîn Emîr Mahfil ki mu’arrif diye yâd olunur. Bu vazîfe esnâsında Şeyh Sadreddîn Konevî’yi ileri sürüp bu yürek makâmında “Bismillâhi melikü’l-mülûku’l-muhakkikîn şeyhü’l-islâm fi’l- âlemîn” diye söze başlamakla Sadreddîn Konevî “Dünyâda biricik şeyhü’l-islâm var idi, o da gitdi. Mâdem ki umûr-ı me’ânînin vâsıtası aramızdan uzaklaşdı. Bundan böyle umûrumuzun intizâmı ve cumhûrumuzun nizâmı bozulmuş oluyor” demişlerdir. Hakîkaten hazret-i Mevlânâ’nın ebedî gaybûbetinden sonra evvelâ Fahreddîn ‘Irâkî vefât edip ondan sonra birçok urefâ ve ulemâ ve meşâyih ve ümerâ kâfile kâfile vefât eylemeğe başladılar. Bundan sonra Konya şehri gün geçdikçe tenhâlaşmağa yüz tutdu. Ba’zıları da bütün bütün şehri terk ederek âher memlekete hicrete başladı. Başda tutar kalmayınca memleketde huzûr ve sükûn da kalmadı. Nihâyet sultân ve ümerânın taht ve bahtı pây-mâl olup bi’n-netîce yurt Cengizler’in mihmân-hânesi olarak âlemden bereket ve sa’âdet denilen bir şey kalkmağa başladı.

Sultân Veled Çelebî’den rivâyet ve nakl olunur ki bir gün pederleri kendisine buyurmuşlar ki “Bahâeddîn bana iyice nazar eyle ki eğer ben bir gün dalım ağaç olursa beni göremezsin ve idrâk edemezsin. Sözlerimin ne demek olduğunu iyi anla ve çokça çiğne ki lezzeti çıksın. Tanenin ekilmesi cismin toprağa defni, ağaç olması da öldükten sonra ma’nevî ve ebedî hayât olduğunu îzâh yolunda anlatdılar ki toprağın altına atılan tanenin zâhirde sûreti olup nâ-bedîd olduğu hâlde bir müddet sonra zinde ve hayât bulacağına şüphe edilmemelidir. Ez-cümle enbiyâ ve ulaşmışların dahı vücûdları aslâ zâyi’ olamaz” buyurmuşdur. “Yârânımız bizi ve bizim türbemizi uzak mesâfeden görünecek kadar yapsınlar ki kalben irâdet ve i’tikâd edip velâyetimizi ikrâr edecekler, ilâhî rahmete mazhar olur” buyurduklarını da nakl eylemişdir. Zamânının meşhûr kumândânlarından ve aynı zamânda dervîşânından olan İlmüddîn Kayserî, Mevlânâ’nın türbelerinin binâsı içün son derece himmet edip bu husûsda oğlu Sultân Veled’le şu yolda istişâre eylemişdir. Dünyâlıkdan ne kadar mevcûdun vardır. Üç bin dirhem bu para tamâm olur. Binâ nâ-tamâm kalırsa ne ile ikmâl edersin. Hazret-i Hüdâvendigâr’ım hazîne-yi gaybdan ihsân ederler. Öyle ise tamâm-ı ihlâs ile o beyt-i ma’mûrun binâsına başlayıver” dediler. İlmüddîn’in sadâsı gâyet güzel idi. O gece sultânî sarâyı minâresine çıkarak nice münâcât ve Mevlânâ’nın eş’ârından okumağa başladı. İlmüddîn’in o hazîn sadâsını işidenlerden Emîr Pervâne ile Gürcü Hatun fevkalâde mest olup bir hayli göz yaşları dökdükleri ve ale’l-sabâh İlmüddîn’i da’vet edip bir hayli âferîn ve teyemmün eyledikden sonra seksen bin dirhem sultânî hediye ihsân eylediler. Ve bu meyânda ayrıca elli bin dirhem de Kayseriyye emvâlinden ta’yîn ve bundan başka da kendisine teşrîfât-ı halkî giydirdiler. Ve bu hediyelerden sonra cenâb-ı Pîr’in türbelerinin inşâsına başlanıp bu sûretle ikmâl edildi. Evliyâ Çelebî Seyâhatnâmeleri’nde Konya kal’esini bahsederlerken hazret-i Mevlânâ’nın dergâhının ta’mîri hakkında şöyle yazmışlardır: “Bu hakîr-i pür-taksîr bin altmış târîhinde Melik Ahmed Paşa Efendimiz sadrazam iken Karaman pâdişâhıyla bu âsitâneyi ta’mîr ve termîm edip” ifâdesine göre bu târîhde de ayrıca bir ta’mîr gördüğü anlaşılıyor. Ashâb-ı hayrın cenâb-ı Hak dâreynde ecrlerini ihsân buyursun29.

Bu Bahs Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin İlim ve Ma’ârifdeki Kudret ve Varlığından ve Buna Dâ’ir Ma’lûmâtdan Haber Verir

Cenâb-ı Pîr’in tahsîlleri ma’lûmât-ı ilmiyyedeki derecesi, meslekleri, ma’lûmâta delâlet eden sözleri, en ziyâde iştigâl eylediği kitâblar ba’zı hekîmâne sözleri mizâc ve latîfeleri, meşhûr eseri:

Birinci Fasl

Hazret-i Mevlânâ lügât, edebiyât, fıkıh, hadîs ve tefsîre müte’allik müdevvin olan ilimlerde asrının âlimleri arasında hemen müstesnâ olarak tanınmışdır. Gençlik devrinde Haleb’de bulunmuş ve tahsîlini meşhûr Kemâleddîn ibn ‘Adîm’den bir müddet tahsîl ederek Konya’ya dönmüş ve Konya’da birkaç medresede ders tahsîliyle meşgûl olmuşdur. O zamânlarda akrânı olan ulemâ ba’zen ilmi mes’eleleri danışmak için kendilerine mürâca’at eyledikde sorulan mes’eleyi birkaç yoldan tedkîk ve tahkîk eyleyerek müşkillerini hal eylemekde güçlük çekmeyen Mevlânâ’nın bu kudretine sorucuları hayret ederlerdi.

El-Cevâhirü’l-Mudî’e fî Tabakâtü’l-Hanifiyye” adlı eserde îzâh olunduğu gibi Mollâ Hünkâr nâmı verilen bu büyük feylosof her türlü mezâhibe vâkıf ve fıkıhda emsâli görülmeyen bir üstâd idi. Kâsım ibn Kutluboğa’nın Tabakâtü’l-Hanifiyye’ye müte’allik Tâcü’r-Râcim adlı eserinde dahı şu ibâre ile tavsîf edildiği yalnız her ikisinin de silsilelerini Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin bin Ahmed Kâsım bin Müsebbib bin Abdullâh bin Abdurrahman el-Sâdıkî ibn Ebû Bekir es-Sâdık Ebû Kuhâfe el-Hâşimî tarzında zabt ve tahrîr olunduğuna göre tarîkat-i Mevleviyye mü’esseselerinin silsilenâmelerine uyulmakdadır. Binâenaleyh fukahâ-yı hanifiyyeden olan bu zâtın bu yolda silsile ta’kîb eylemeleri de haklı olabilir. Hazret-i Mevlânâ’yı sitâyişle öğmüşlerdir. Mevlânâ yedi sene kadar ilmi tahsîl eyledikden sonra tasavvuf ilmine olan fıtrî kabiliyetini de zamânın yüksek mutasavvıfcılarından olan Sadreddîn Konevî gibi zâtın huzûruna mülâzemet ve ma’nevî ilmin lezzetini ondan tatmışdır.

Esâsen çocukluk devresinden zekâ alâmeti hutût-ı vechiyyesinde okunmağa başlanmışdı. Mevlânâ’yı büyütüp ve onun her sûretle hizmet ve terbiyesine nezâret eyleyen Sultânü’l- ‘Ulemâ’nın en samîmi dostlarından olan meşhûr Hâce Şerefeddîn Lâlâ-yı Semerkandî’dir. Bu zât hem Sultânü’l-‘Ulemâ’nın umûriyetlerini ve hârici hizmetlerini görür aynı zamânda mini mini Mevlânâ’nın lâlâlığını iftihârla yapardı.

Bu zât Mevlânâ’yı yanından ayırmadı, onu berâberinde taşımakdan zevk alırdı. Hattâ Haleb’de Şâm’da senelerce tahsîlleri esnâsında berâberinde bulunmuşdur. Mevlânâ’nın rûhundaki yüksek duygularını ifâde eyleyecek herhangi bir kalem onu hakkıyla vasıflandırmak istese mutlak âciz kalır. Çünkü Mevlânâ’nın bizâtihi taşımakda olduğu varlığını anlamak her kudretin kârı olmayıp başlı başına bir meziyyet-i ma’nevîye sâhibi bir zâtdı. Ondaki haslet hîç kimseye nasîb olmayan bir fevkalâdeliği hâ’iz bulunmakda idi. Büyüklerine hürmet ve ri’âyetini küçüklere rahm ve şefkati esirgemezlerdi. Kusûr denilen bir şeyi aslâ kendilerinden sâdır olmadığı hâlde bilmeyerek yapdığına kâ’il olduğu kusûrunun afv ve mağfiret dileğini de dilinden bırakmazlardı. Dostlarına ve ehibbâsına bütün telkînâtda bulunup dâ’imâ onları iyi ve selâmet yolunu gösterir bir mürşiddi.

Kendileri bir gün semâ’ esnâsında vecde gelip o sırada فِيهُ الله ورأيت ّاَل إ شيئاً رأيت ما ya’nî hîçbir şey görmedim ki Hakk’ı onda görmemiş olayım deyince o sırada bir dervîş bir na’ra atıp Mevlânâ’ya yaklaşarak “Yâ Mevlânâ, her ne kadar huzûrunuzda söz söylemek küstâhlık ise de ben mestim, mestin kusûruna bakılmaz. Bu fîh lafzı zarfiyyet içindir. Cenâb-ı Hak hakkında bu lafzın îrâdı câ’iz değildir. Çünkü o azîmü’ş-şân mazrûf ve muhât olamaz deyince Mevlânâ buyurdular ki sen mestsin ammâ biz de mest-i hoş-yârız. Eğer bu söz kâmil ve sahîh olmasaydı biz söylemezdik. Zarf, mazrûfun gayrı olsa idi i’tirâfınız yerinde olurdu. Meselâ: “Âlem-i sıfat, âlem-i zâtın zarfı olmakla berâber ikisi de birdir. Ayrı gayrı değildir. Ortada Hak’dan gayrı gördüğün eşyâda bir ân vücûd yokdur. O bir vehm ve hayâlden ibâretdir. Cenâb-ı Hak dâhili de hârici de muhîtdir. Zarf da mazrûf da odur. Bizim fenâya, ma’dûma â’id sözümüz yokdur” buyurunca dervîşin müşkili hallolunup bundan sonra kendisine hâs mürîd oldu.

الله الله چونكه عارف كفت مى

پشين عارف كه بود معدوم شئ30

Hazret-i Mevlânâ nâmına Konya’da bir câmi’ yapdıran Sultân İzzeddîn Keykâvus’un veziri olan Kâdı İzzeddîn Şehîd bir gün Mevlânâ’ya “ulûm-ı şerîfeden sizin okuduklarınızı bize de sa’y ile tahsîl eylediğimiz hâlde mükevvenâtdan size ma’lûm olan ma’nâya biz aslâ vâkıf olamıyoruz. Aklımız o gibi letâ’if-i galebeyi idrâk edemiyor. Bunun acaba sebebi nedir?” diye sordular. Hazret-i Mevlânâ gülümseyerek buyurdular ki “Evet, fakat biz bir iki varak dahı ilm-i ikbâlden mütâ’ala eyledik. O ilm herkesin kulağına ulaşmaz. Dilediklerine okuturlar. 31 ذٰلكَِ فضَْلُ اللٰهّ يؤُْت۪يه مَنْ يشََٓاءُۜ Bir cum’a günü ba’zen ümerâ ve ulemânın ricâları ile Kal’e Câmi’i’nde halka va’z veren cenâb-ı Mevlânâ’nın bu va’zında zamânının Sultân’ı da halk arasında bulunuyorlardı. Tefsîrine girişdiği âyet-i kerîmeye o kadar şümûllü ve ihâtalı îzâhâtda bulundular ki her tarafda cemâ’at mest oldu. O esnâda câmi’de hâzır bulunan büyük bir fakîh kendi kendine ta’accüb ederek hazret-i Mevlânâ’nın îrâd eyledikleri takrîr ve tefsîrinin fazlına delâlet eylediğini ve böyle bir mahâreti göstermek her vâ’izin kârı olmadığını sitâyişle takdîr eyledi. İşte bu büyük mürşid letâ’ife kadir, her ilim ve fende mâhir olup her vechile ma’nâ ve hakâyıkı öğrenmiş varlıklı bir mürşid-i kâmil idi.

Sultân Veled “Pederlerinden bir gün غيرى يعرفهم اَل قبابى تحت أوليائى ya’nî velîlerim kubbelerim altında onları benden gayrısı bilmez” me’âlindeki bu hadîs-i kudsîyenin tefsîrini su’âl buyurmuş, “Kubbeden maksad endâm ve eşkâlidir” dedikde hazret-i Mevlânâ buyurmuşlar ki Bahâeddîn o tevcîhde vardır. Fakat asıl kubbeler halkın hücûm ve işgâlinden gizlenmek için ba’zı şeylere hırs göstermek, bir yerde durmayıp seyâhat eylemek, ticârete sülûk etmek, dünyâ mâlı yığmak, fâ’ide vermeyen ilimlerle meşgûl olmak gibi nefsü’l-emrde gayr-ı meşrû’ değil iken kısa fikirli insânlara yüz çevirtecek hareketlerde bulunmalarıdır. Bunlardan ba’zıları halkın nefretini celb için şer’in hilâfına sandıkları ba’zı hareketde bile bulunurlar. İşte o misillü kubbeler altında gizlenerek şöhretden kaçar, köşeye çekilip istirâhat eylerler. İşte bu gibi gizli erişmişleri avâm değil ba’zen havâsdan geçinenler bile kolay kolay idrâk edemezler. Mesnevî:

قومِ دیگر سخت پنهان می روند
شهرۀ خلقانِ ظاهر کی شوند

این همه دارند و چشمِ هیچ کس
بر نیفتد بر کیاشان یک نفس

هم کرامت شان هم ایشان در حرم
نام شان را نشنوند اَبدال هم 32

Bir gün dânişmendânın büyüklerinden birisi hazret-i Mevlânâ’yı ziyârete gelip sohbet ederlerken sohbet esnâsında su’âl etdiği cenâb-ı Hakk’a nefs ıtlâkı câ’iz midir, değil midir? Câ’iz ise 33 كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَة الْمَوْتِ “Her nefs ölüm tadını tadacaktır” me’âlindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsınadır. Değilse niçin 34 تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ ya’nî “Yâ Rabbî, sen benim nefsimdeki olanı bilirsin ben senin nefsindekini bilemem” denildi.

Kezâlik cenâb-ı Hakk’a şey ıtlâkı câ’iz ise niçin 35 كُلِّ شَيْءٍ هالك “Her şey helâka mahkûmdur. Helâk olacak ancak vech-i Bârî kalacak” buyurdu.

Hazret-i Mevlânâ buyurdular ki cenâb-ı Hakk’a nefs ıtlâkı câ’iz değildir. وَلا أعَْلمَُ مَا فيِ نفَْسِكَ 36 âyeti ben senin ilm-i zâtında olanı bilmem diye tefsîr edilir. Ammâ şey’ ıtlâkı câ’izdir. قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادةً قُلِ اللّهِ  37 En büyük şâhid nedir diye sor. Yine kendin Allâh’dır diye cevâb ver. Âyet-i kerîme sarîh-i delîldir. كُلِّ شَيْءٍ هالك âyet-i kerîmesi كُلِّ شَيْءٍ mahlûk takrîrinde olup muzâfun-ileyh buradan hazf edilmişdir. Bu cevâbları alan Dânişmend, cenâb-ı Mevlânâ’nın ihâtasını takdîr edip kendilerine mürîd olmuşlardır. Yine bir gün Arap ulemâsından birkaç zât hazret-i Mevlânâ’yı ziyârete gelip onlarla Arapça konuşurlardı. Ziyâretçiler hîç işitmedikleri birçok me’ânî-yi nâdireyi işidince mest oldular. Mevlânâ ilim ve irfân sâhibi olduğu hâlde kendilerini hîçbir ma’lûmât ve bilgi ile alâkaları yokmuş gibi gösterdiklerini ve bu mahviyetkârlığına hayrân olan Şems-i Tebrîzî bir gün medrese-yi Mevlânâ’da muhibbâne ma’ârif takrîr ederlerken “Şu zamânda rub’-ı meskûnda hazret-i Mevlânâ’nın emsâli ve nazîri olarak bir âlim yokdur. Nahiv, mantık, fıkıh vesâ’ir fenninin kâffesinde erbâb ile mübâhata iderse herhâlde onlardan ihâtalı ve daha etrâflı olduğunu beyân edip eğer ben aklımı başıma toplayıp da yüzüne tahsîl eylesem anın onda bir ilmini öğrenemem. Böyle olduğu hâlde benim karşımda kendilerini ma’lûmâtsız gibi gösterirler.

Sultân Alâeddîn-i Selçukî’nin vezîri Emîr Mü’înüddîn Süleymân Pervâne, cenâb-ı Mevlânâ’nın dervîşlerinden idi. Müşârünileyhin zevcesi Gürcü Hatun’un kendisiyle araları açıldı. Ba’zen kimseler Emîr Pervâne’nin afvı için şefâ’at eylemişlerse de bir şart ile râzı olurum ve o şartı îfâ edeceğine Emîr, nikâhı üzerine yemin eylesin der. Emîr Pervâne de nâçâr söz verir. Bunun üzerine Gürcü Hatun “Etdiğim şart beni tatlîk etmişdir” deyince mes’elenin rengi değişir. Emîr Pervâne nâçâr kalıp keyfiyeti Mevlânâ’ya arz eyler. Buyurur ki “Onun etdiğini mevkûf tutarsın. Her vakit istediğinde ilâ-nihâye vereceğim der gidersin. Bu sûretle hem teklîfi kabûl etmiş olursun. Hem de va’dinde hulf etmezsin. Hem de zevcen elinden gitmez”. Hristiyân ulemâları ve papazları çok def’alar ziyâretlerine gelirler ve onun sohbetinden istifâde ederler. Ve Mevlânâ da onları her sûretle kalblerini okşar ve fikirlerini tatmîn ederek ekserîsinin Müslümân olmalarını te’mîn ederdi. Îrâd eyledikleri va’z ve nasîhatlerinden birisi de ahkâm-ı İslâmiyye’nin esâsını teşkîl eden bi’l-umûm insânların hakîkî bir insân olabilmek için kendine her sûretle elzem olan umûmî ve fâ’ideli esâslar üzerine telkînâtda bulunmuş olmalıdır. Mevlânâ’nın ihâtalarına yalnız Mesnevî-yi Şerîf’i göstermek kâfî geldiğini söylemek yetişir. Tevhîd, kelâm-ı tasavvuf, ahlâk, tefsîr, hadîs gibi ilimlerden başka tabi’î ilimlere ve birtakım garîb hünerlere de vâkıf bulunurlardı. Rûmca lisânını öğrenip bu lisânla şiir söylemeleri düşünülürse fikr-i kuvveti ve ihâtalarının derecesini göstermeğe kâfîdir.

İkinci Fasl

Mevlânâ’nın sûrî, ilim ve fenne â’id rivâyetleri menâkıblarda pek az bulunur. Çünkü bunları mahzâ ma’nevî ilme vâsıta olmak üzere tahsîl eylemişdir. Matlûb hâsıl oldukdan sonra ba’demâ sûrî ilimlerle meşgûl olmamışdır. Ulûm-ı hakâyıka dâ’ir olan ma’lûmâtımız noksân olup menâkıb kitâblarında gerek ulûm-ı âliyye olsun gerek ma’ârif-i yakîne olsun bunlar maksûdun bi’z-zikr değillerdir. Maksad kemâlini bulan bir velînin mertebesini ve seyr ü sülûkunu, ahlâkını, âdâtını, makâmâtını tâliblere anlatıp onları hak yoluna teşvikden ibâretdir. Bi’l-iltizâm okuduğu usûl derslerinden, tefsîr ve hadîs kitâblarından, Risâle-yi Kuşeyrî, Avârifu’l-Ma’ârif, Kuvvetu’l-Kulûb ve buna benzer hakâyıka dâ’ir kitâblar ile meşgûl olduklarından bahs eylemiyorlar. Diğer bir rivâyete nazaran ba’zen eserlerle meşgûliyeti istinbât olunuyor. Bu husûsda gördüklerimizden birkaçını söyleyelim. Hazret-i Hüdâvendigâr Arâ’isü’l-Kur’ân nâmındaki hakâyıkdan bahseden bu eserle çok meşgûl olmuşdur. Fih Mâ Fih adlı eserlerindeki şu fıkra mevzû’umuza misâl teşkîl eder. زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ  النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ 38 ilâ-âhirihi: İnsânlar için kadın olan ayâr ve zen edilmiş hâlis altın ve buna benzer şeyleri sevmek husûsundaki alâka insânların nazarına süslü gösterildi. Hâlbuki Kur’ân’da “Zeyn, mechûl sîgasıyla süslendirildi” buyurulduğuna göre demek oluyor ki nefsü’l-emrde bunlar süslü güzel değillerdir. Belki ki güzellik onlardan ârî olup başka bir yerden gelmişdir. Yaldızdır ve kalıpdır. Buradaki âyet-i kerîmenin ma’nâsı bu dünyâda nefsü’l-emr görülen nesneler denizin yüzünü kaplayan süprüntü ve köpüğe benzeyen şeylerdir. Bunlar ise kıymetden ârîdir demekdir. Mevlânâ ekser zamân peder-i mükerremlerinin Ma’ârif’ini okumuş ve onunla meşgûl olmuşlardır. Bundan başka Hekîm Senâ’î, Şeyh Attâr’ın eserleriyle de meşgûl olmuşlardır. Hattâ bir sohbet esnâsında Şeyh Attâr’ın sözünü dikkatle okuyan Senâ’î’nin esrârını anlar. Ve Senâ’î’nin sözlerini mütâla’a eden bizim kelâmımızı anlar buyurmuşlardır.

Üçüncü Fasl

Hazret-i Mevlânâ’nın âsâr-ı aliyyelerinde pek çok ma’ârif ve hikmet mevcûddur. Burada yazacağımız ba’zı menâkıblarda, mecmû’a ve kitâb kenârlarında bilhâssâ kendi el yazılarıyla olan ba’zı ma’rifetlerini yazacağız.

Vâ’izin birisi kürsüde va’z ederken “Hamd olsun cenâb-ı Hak bizi kâfirlerden eşref kıldı” tarzında münâsebet getirip bu sözü sarf eder. Orada hâzır bulunan Mevlânâ kendisini küffârla tartıp onlardan ağır görerek mağrûr olacağına enbiyâ vü evliyâ ile muvâzene edip kendisinin ne kadar alçakda olduğunu görerek noksânını ikmâle çalışsa daha fâ’ideli bir iş görmüş olmaz mı buyurmuşdur. Cenâb-ı Pîr’in değerli dostlarından olan Emîr Tâceddin El-Mu’tezü’l-Horâsânî ki hazret-i Mevlânâ bu zâtı çok severlerdi. Hattâ sohbet esnâsında kendisine “hem-şehri” diye hitâb eylerdi. Bir gün bu zâtla muhabbet ederlerken buyururlar ki “bir kimse kuyunun dibinde ene’l-a’lâ dese diğeri de bir damın tepesinde ene’l-ednâ dese ikisinin de sedâsından bulundukları makâm derhâl ma’lûm olduğu gibi bir kimsenin da’vâ- yı fenâ vü vuslat eylemesi de ârifler beyninde ma’lûm olur. Sarımsak yiyen bir kimsenin ağzındaki kokuyu bırakarak miskden ıtriyâtdan dem vurmakla güzel koku neşretmediği gibi kezâlik ağzına menekşe kökü alan kimsede sarmısakdan bahsetmekle menekşe kokusu zâ’il olmaz. Mevlânâ’nın eserlerini yazmakla meşgûl olan Bahâeddin Bahrî bir gün huzûr-ı Pîr’de Ebû Sa’îd Ebu’l-Hayr hazretlerinin hamâmda iken dervîşlerine şurada bir peştimâlle bir tâsa mâlik bulunuyoruz. Hâlbuki o da bizim değil buyurduklarını nakledince cenâb-ı Mevlânâ buna karşı buyurmuşlar ki Ebû Sa’îd’e sorunuz câmekândaki elbise ve eşyâ kimindir? Hamâm kapısına bağlı duran katır kimindir? Bunu muhakkak bilmelidir ki halkın umûrunu görmek için kâffe enbiya vü evliyânın bu âlime bir parça ta’alluku vardır. “Akıllı bir hırsız cürmlerine tevbekâr olup tâli’ netîcesi günün birinde beldeye re’îs olmuş hırsızların ahvâlini son derece iyi bilip tanıdığı için kimseye fenâlığa meydân vermeyip memleket halkını memnûn eylemiş. Böyle bir âdem, şeyh olsa mürşid-i kâmil olur” sözleri de Fih Mâ Fih’de hikâye edilmişdir.

Yine eserde beyân olunan câlib-i dikkat şu hikâyede deniliyor ki: Cenâb-ı Peygamber’in torunları İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin hazerâtı daha küçükler iken bir âdemin âdâba mugâyir âbdest aldığını görmüşler. Ve o adamcağıza âbdest nasıl alınacağını öğretmek isteyerek yanına varıp bu bana ters âbdest alıyorsun diyor. Senin yanında her ikimiz de âbdest alalım hangimizin doğru olduğunu sen bize söyle demişler. Ve her ikisi de cedd-i pâklarının sünnet-i seniyyeleri vechile güzel bir âbdest almışlar. Zavallı adamcağız demiş ki güzel çocuklar ikinizin aldığı âbdest doğrudur. Benim âbdestim ters ve yanlışdır.

Herifin biri anasını öldürmüş. Bir dostu “Hîç insân dünyâda en ziyâde hürmet ve hizmeti üzerine farz olan vâlidesine bu fenâlığı irtikâb eyler mi?” demekle cevâben “Öyle şenâ’ati irtikâb eyledi ki ancak katliyle ülke silinebilirdi” dedi. Dostu “O alçak herifi öldüreydiniz” deyince “Her gün bir âdem mi öldüreyim?” dedi. Bu fıkralar hakkında Mesnevî-yi Şerîf’de icâb eden tafsîlât verilmişdir.

Bir gün kal’e hendekinin kenârında dururken fukahâdan birkaç kimse Karatay medresesinden çıkıp Mevlânâ’nın huzûruna gelerek kendilerini imtihân eylemek maksadıyla ashâb-ı kehfin kıtmirinin rengi nasıl olduğunu sorarlar. Bunlara cevâben “Benim gibi rengi sarı idi. Çünkü âşık idi.” buyurmuşlardır. Mahviyetkârlığının, tevâzu’larının derecesini bununla isbât eylemek kâfîdir. “Du’â ok gibidir, âmîni de onun yelekleridir” sözü de büyük mürşidindir.

Zâtın birisi niçin والخميس السبت الله بارك 39 buyurulmuşdur diye hazret-i Mevlânâ’dan sormuşlar “Cum’aya komşuluklarından dolayı” diye cevâb vermişlerdir.

Cenâb-ı Mevlânâ bir gün Mu’înüddîn Emîr Pervâne’ye buyurmuşlar ki hayâtda kaldıkça dört kıbleye teveccüh eyle ve yönel, zirâ Ka’be namâzın kıblesidir. Âsumân du’ânın kıblesidir. Sultân-ı âdil hâcetin kıblesidir. Dil-i merdân-ı Hudâ ise kıble-yi nazar-ı Mevlâ’dır” buyurmuşdur.

Bir gün Emîr Pervâne’nin sarâyında erbâb-ı kemâle hitâben bu dünyâda cenâb-ı Hak bizlere sûrî ve ma’nevî bir hayli ni’metler ihsân buyurduklarından bahsederlerken Şeyh Tâceddîn Erdebilî öyle ise niçin كالب وتالبها جيفة الدنيا 40 buyurmuşlardır deyince buyurdular ki “Her işde cemî’ iştihâ ki yerine getirmek için dünyâda fazla talebde bulunma ki aranızda cîfe ve kelâb sırrı tecellî etmesin. Mevlâ’nın rızâsına uygun hizmet et ki َرةً  ِخ  ااَلَ َعةَ  مزر ُّدنيَا ال 41 sırrına mazhar olasın.

Dervîşin birisi صباحا اربعين آدم طينة خمرت 42 hadîs-i şerîfinin sırrını Mevlânâ’dan sordular. Cenâb-ı Mevlânâ buna şu yolda cevâb verdiler. “Eğer cenâb-ı Hak, âdemin çamurunu gece yoğura idi cümle âdem oğulları zulmânî ve katı meşrebli olurlardı. Gündüz yoğura idi hepsi nûrânî ve latîf olurlardı. Sabâh vaktinde yoğurdular ki kimisi kalbleri karanlık kâfir ve şakî kalmış, kimisi ise nûrânî ve mü’min olmaları için” buyurdular.

Mecnûn, Leylâ’ya bir mektûb yazmak isteyip kalemi eline alarak şu beyti yazmışdır:

حيالك فى عينى واسمك فى فمى
وزكرك فى قلبى الى اين اكتب

Ya’nî “Ey Leylâm, hayâlin gözümde, nâmın dilimde, yâdın kalbimdedir. Şu hâlde ben kime mektûb yazarım. Uzakda gâ’ibde kimsem yokdur” der ve bunun üzerine kalemi kırıp kâğıdı parça parça eder, bir tarafa atar.

Dünyâ umûruna dalanlar öbür tarafın bekâ olan âhenk ve huzûrunu bilemezler. Bizler orayı bura kafasıyla idrâk edemeyiz. Âhiret hakkındaki rivâyâtın bir kısm-ı mühimî dünyâ aklına zekâsına dayanarak halledilecek iş değildir. Orada görüp bilinecek şeyleri onun mukâbil zıddı olan dünyâ kafasıyla ölçmeğe hâcet yokdur.

Bir çocuğun eline kıymetli bir inci danesi geçse iki adım ileride birisi ona kırmızı bir elma verip elinden kolaylıkla alabilir. Üçüz alan üçüz verir. Kıymetdâr bir cevher bir çocuğun elinden el kadar bir ekmeğe kolayca almak mümkündür.

Fih Mâ Fih’de hazret-i Mevlânâ’nın şu vasiyyetleri şâyân-ı dikkatdir. Ehl-i kemâle günün birinde ilâhî esrâr yolu kalbinde açılmağa başlar. “Sakın açılan bu yolu nâ-ehl-i ağyâra söylemeyiniz. Hikmeti nâ-ehline verirseniz hikmete zulmedilmiş olur. Ehlinden sakınırsanız ehline zülm eylemiş sayılırsınız” buyurdukları bu meşhûru îrâd eyledikden sonra “Bir sevdiğin dilber olsa da gizlice hânene gelse ve beni kimseye ifşâ eyleme dese herkese söyler misin?” tarzında nice nüktelerle tavzîh buyurmuşlardır.

Mecâlis-i Seb’a’da “Büyük mutasavvıflardan birisi havf erkekdir, ricâ dişidir. Bunun ikisinden bâkiyât-ı sâlihât doğar.

Zâtın birisi Basra’dan hurmâ alıp orada satar ve para kazanır. O tâcirin basîretine delâlet eder. Fakat oradan gayrı âher memlekete götürüp de kâr ederse basîrete delâlet etmez, çünkü o zamân mesâfeden kazanmışdır” buyurmuşlardır.

Dördüncü Fasl

Hazret-i Mevlânâ’nın Latifelerine Müte’allik Ba’zı Ârifâne Sözlerinden Bahs Edecekdir

Kendilerinden su’âl buyurulmuş olmalı ki en menfûr ses, şehvet ilcasıyla zuhûr eden sesdir. Eşek ancak karnının açlığında veya çiftleşmek ârzû etdiği vakit anırdığı cihetle onun zırlaması hakkında 43 اِنَّ اَنْكَرَ الْْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ buyurulmuşdur.

Bir kimsenin üzerindeki söküğü dikerken kadınlarca ağızlarına bir tane veya saman çöpü verirler. Mevlânâ’nın harem-i âlîleri Kerrâ Hatun bir gün hazretin üzerindeki sökülen mahalli dikerlerken bu âdet hâtırına gelerek tatbîk etmek istediğini Mevlânâ hissedip “Be’is yok, sen sağlam dik. Benim ağzımda 44 قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ vardır buyurmuşdur.

Kendilerini ziyâret eden râhiplerden biriyle şöyle bir latîfede bulunmuş “Sakalınızı beyâz görüyorum. Galibâ sizden yaşlı olmalı” buyurur. Râhip buna karşı “Hayır efendim, o benden yirmi sene sonra dünyâya gelmişdir”. “Öyle ise o sizden evvel nûrâniyet kesb etmişdir. Ondan ibret alıp onunla hem-renk olmağa gayret etmekliğiniz lâzım gelmez mi?”. Bu nükte râhibe te’sîr edip İslâmiyeti kabûl ve aynı zamânda dervîşleri zümresine dâhil olmuşdur.

Fîhi Mâ Fîh’de şöyle bir hikâye vardır: Birisi eşeğini kaybetmiş ve bulmak için üç gün oruç nezretmiş ve merkeb için yapdığı bu nezri yerine getirerek orucunu tutmuş. Fakat ne çâre ki eşek ölmüş. Buna sâhibinin son derece cânı sıkılmış. Başını göğe kaldırıp “Eğer bu tutduğum oruçları Ramazân’a mahsûb etmezsem adam değilim. Benden bâd-ı hevâ kazanmak mı istiyorsun?” der.

Hazret-i Mevlânâ’nın hâ’iz oldukları mekârim-i ahlâkiyyelerine delâlet eden inzivâ, kanâ’at, fakrla fahr, sehî, inâyet, müşfik, merhametli, âdâb ve nezâhate hürmetkâr, vefâlı, mütevâzi’, halîm, sabûr olmakla berâber i’tikâdda fazîlet, mezhebde kudsiyet, tarîkatde ulviyet Kur’ân’a ta’zîm, namâz ve zikrullâha â’id envâ’-i me’ârif olup vücûdunu riyâzete, nefsi mücâhedeye, kendilerini zikrullâha ve uykusuzluğa, az yemeğe ve konuşmağa, dînin îcâblarına olan ihtimâmı vecd ve ma’nevî sekr ve istiğrâk, semâ’, aşk, şevk, sülûk ve amellerindeki büyüklük, rü’yâ ta’bîrindeki mahâretleri ilâ-âhire gibi yüksek vasıflarını saymakla bitirmek mümkün değildir. İlim ve amellerine dâ’ir olan tercüme-i hâli münâsebetiyle geçen sûrî hayâtı cismânî sîretlerine karşı kat kat müreccahdır. Binâenaleyh kimseden beklenilemeyen hakîkatleri bilip her bahse müte’allik husûsları kolaylıkla tahlîl eden büyük bir mutasavvıfdır.

Beşinci Fasl

Hazret-i Mevlânâ’nın hulefâlarının ve ashâbının yüksek makâmından bahsedecekdir. Muhammed Burhâneddîn Muhakkik el-Hüseynî et-Tirmizî ki bu zât akrânı arasında yüksek varlığı ile tanınmış olan mutasavvıflardandır. بِنُورالله ُر  ْنظُ يَ فَإِنَّهُ ِن  ِم ْؤ الم َراسةَ  فِ اتَّقُوا 45 Halkın iç

yüzünü keşf eylemesi nâsı arasında şüyû’ bulup kendisine “Seyyid Sırdân” diye yâd edilirdi.

Daha hayâtının bidâyetinde zekâ nûru hutût-ı veçhesinde belirmeğe başlamışdı. Sultânü’l- Ulemâ’dan sonra ulûm-ı dîniyyede kendilerinden ziyâde varlıklı ve geniş ihâtalı Mevlevî fâzılları gösterilmeğe imkân yokdur. İlm-i hey’et, mantık, hesâb, mûsîkî gibi ilimlerde dahı emsâli yokdur. Makâlâtı’nı dikkatle gözden geçirenler bu hakikati göreceklerinde şüphe yokdur. Hazret-i Mevlânâ’nın terbiyelerini ikmâl için Tirmiz’den Konya’ya geldikleri vakit aynı hâlde idi. Belh’den Konya’ya kadar olan seyâhatleri on sekiz sene devâm edip iki sene de Konya’da kalmışdır. Ve Konya’da kaldığı bu müddet zarfında Mevlânâ’nın terbiyesiyle meşgûl olmuşdur. Sultânü’l-Ulemâ, halveti Mûsevî mezhebine â’id olduğunu ve riyâzeti ise Îsevî meşrebinden add eyledikleri hâlde cenâb-ı peygamberin cebel-i Hirâ’da bir müddet için riyâzet eylemeleri ictihâd-ı seniyyelerinden bulunduğundan dolayı bir nebze halvetde bulunmağı hoş görürlerdi.

İşte Seyyid Burhâneddîn’in Tirmiz şehrinden gelmelerindeki maksad mahzâ bu hizmeti görmek içindir. Tahkîk ve bildirildiğine göre cenâb-ı Mevlânâ’nın gerek Seyyid Burhâneddîn ile ve gerekse cenâb-ı Şems-i Tebrîzî ile halvetleri 1001 güne bâliğ olmuşdur.

Cenâb-ı Burhâneddîn Muhakkik, hazret-i Mevlânâ’nın atabeyi idi. Ya’nî cenâb-ı Pîr’in zâhir ve bâtın ma’lûm olan kemâlâtı yolunda onun hizmetine nezâret eylemişdir ki bundan dolayı atabey unvânı almışdır. Mollâ’yı bir ay tahsîl [için] Şâm’a gönderip avdetinde Kayseriyye’de kalarak orada halvetlerde, tatlı sohbetlerde bulunduklarından bu vechle kendisine Mevlânâ’dan denilmekdedir.

Seyyid Burhâneddîn, Tirmiz’de oldukları esnâda muntazaman tahsîlde bulunurken Konya’ya ve oradan Kayseriyye’ye geldiklerinde tedrîsi tamâmen terk edip ömrünün sonuna kadar mücâhede ve riyâzet ve vecd ve istiğrâkla vaktini geçirmişdir. Hattâ son zamânlarını kâmilen halkdan uzaklaşmak sûretiyle başlı başına hayâtını geçirmeğe başlamışdır. Mevlevîler’in zurefâsından sayılan Seyyid Sahîh Ahmed Dede’nin bildirdiğine göre cenâb-ı Seyyid Burhâneddîn’in doğum târîhi 565 ve cenâb-ı Sultânü’l-Ulemâ’ya intisâbı 605 ve Konya’ya gelmeleri 630 târîhinde olup Konya’da birkaç sene cenâb-ı Mevlânâ’nın peder-i mükerremeleriyle sohbetde bulunup kendisiyle hem-bezm olduktan sonra hazret-i Mevlânâ’yı Şâm’a tahsîle getirip Mevlânâ’nın avdetinden sonra Konya’da halvetini bitirmiş ve Konya’dan Kayseriyye’ye gitmişdir ki azîmet târîhi 640 olup 641 târîhinde vefât eylemişdir.

Cenâb-ı Seyyid Burhâneddin46 hem Sultânü’l-Ulemâ’nın talebesi ve hem de o büyük mürşidin dervîşlerindendir. Makâlât adlı eser-i ârifânelerinde buyururlar ki: “İnsânlar takımı bir yemiş gibidir. Hâm iken ağzı buruşdurucu ve acı olur. Fakat ölüp kemâle erince tadı lezzeti yerine gelip yemiş-i latîf olduğu gibi mütekâmil insânlar da tatlı ve sevimli olurlar” buyurmuşdur.

Yine buyururlar ki: “Cenâb-ı Hakk’a yakın olan âdem oğulları mizâçlarını cenâb-ı Hakk’ın kelâmına uydururlar ve ondan hûy kaparlarsa her nevi fenâlıklardan kendilerini korumuş olurlar. Zirâ Kur’ân-ı kerîm her türlü fenâlıkdan münezzhdir. Binâenaleyh Kur’ân’ı oku ki hayâtın Kur’ân’a uysun ve ondan hûy kapsın ki kendini korumuş olasın”

Yine buyurmuşlardur ki: “Va’z esnâsında cemâ’at neş’eli olmazsa benden güzel sözler sadr olmaz. Çünkü cenâb-ı Hak, taleb ve ihtiyâç olmadıkça hîçbir şey vermez. Eğer insânın bakmağa ihtiyâcı olmasaydı gözleri ve işitmeğe ihtiyâcı olmasaydı teşkilât-ı bedende kulağı vermezdi” buyurmuşdur.

Bu da cenâb-ı Seyyid sözlerindendir: “Her şeyde esâs hüsn-i niyyetdir. Bir kimse sû’-i niyyetle peygamberin huzûrına varsa, ondan istifâde edemez. Kim olduğunu bilmemek şartıyla, bir puta tapan kâfirin huzûruna hüsn-i niyyetle girse ondan müstefîd olur. Şu hâlde bundan anlaşılıyor ki insân her ne kazanırsa kendi kazanır”.

Makâlât’ında buyuruyor ki: “Birisi bir şeyhin huzûruna gelmiş onların sohbetinden istifâde edeceği yerde tavana bakarak “Şeyh Efendi tavanınızda sakatlık var” demekle Şeyh Efendi, dervîşlerine hitâben “Pâbûçlarını çeviriniz, bu âdem herze-vekîldir” demişdir.

Nefsinin istediği şekilde yaşayan kimseler ârzû olunacak şekilde cân çekişdirip ölürler. Sen saygısızca istediği yerde dolaşan arıları görmedin mi ki kasâb birkaç def’a onu etin üzerinden kovaladı, vazgeçmedi üçüncü def’a satırı alıp ona yapışdırdı. Cânsız olarak yere düşdü. Ben sana her yere konma demedim mi denildi. Bal arısı ise fermâna itâ’at gösterip oturdu kalkdı. Ona da 47 ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ buyuruldu.

Cenâb-ı Seyyid gençliğinde babasına demiş ki: “Benim bir mesleğim var. Kim benim mesleğimi müşevveş etmezse o benimle yaşayabilir. İster müslümân olsun ister kâfir olsun. Benim mesleğimi teşvîş eden de hâ müslümân olmuş, hâ kâfir olmuş benimle yaşayamaz” demişdir. 48 اَلصَّدَقَ تَرِدُّ البَلََا وَتَزِيدُ العُمرُ hadîs-i nebevîsi kendilerinden su’âl edilmiş olmalı ki cenâb-ı Burhâneddin sadakanın şu sûretle fazîletinden bahsederek demişdir ki: “Sadaka sâhibinin elinden hakkınca dört söz söyler! Fânî idim bâkî eyledin. İkincisi az idim çoğaltdın. Üçüncüsü düşman idim dost eyledin. Dördüncüsü evvelce sen beni bekliyordun, şimdi ise ben seni himâye eyliyorum.

“İnsânlar kendi selâmetini başkalarının selâmetinde aramalıdır. Kelâmı da hazret-i Burhâneddin’in sözlerindendir”.

Bu Bahs

Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin Ma’şûku Cenâb-ı Şems-i Tebrizi’nin Terceme-yi Hâlinden ve Onun Ba’zı Husûsâtından Bahs Edilecekdir

Cenâb-ı Şems-i Tebrîzî’nin hazret-i Mevlânâ ile aralarında olan hâlâtdan yukarıda kısmen izâh edilmişdi. Şimdiki bahsimizde burada bir nebze terceme-yi hâlinden bahsedeceğiz.

Müşârünileyhin nâm u şöhretleri Muhammed Şemseddin bin Alî bin Melikdâd Tebrîzî’dir. Mecmû’ü’l-Füsahâ nâm eserin nakline göre: Hazret-i Şems daha çocuk iken pek güzel idi. Babası onu korumak için sakalı gelinceye kadar evden dışarıya çıkarmamışdır. O sırada kadınlarla “kılâbdân” ile iş işlemek san’atını öğrenmiş ve bu mahâretini iyi elde eylediği için “şems-i zer-dûz” nâmı verilmişdir.

Hazret-i Mevlânâ tarafından kendisine verilen lakab şöyledir: el-Mevlâ el-eazz ed-dâ’î ile’l-hayr hülâsatü’l-ervâh sırru’l-mişkâti ve’z-zücâce şemsü’t-hakki ve’d-dîn nûrullâh fi’l- evvelîne ve’l-âhirîn. Mevlânâ bu zâtın ismini anarken sultânü’l-fukarâ sultânü’l-gurebâ derlerdi. Tebrîz’de ise “pîrân-ı tarîkat ve irfân-ı hakîkat, kâmil-i Tebrîzî” diye yâd ederlerdi.

Hazret-i Şems bidâyeten Şeyh Ebû Bekr-i Selebâf Tebrîzî’nin mürîdi olup Şeyh Rükneddîn Sencâsî ve cenâb-ı Baba Kemâl Cündî gibi büyük mutasavvıfın da mürîdi olduğu rivâyetleri söylenilmekdedir. Ma’nevî varlığında gün geçdikçe yükselmeğe başlayan bu zât kendisiyle hem-hâl olacak bir merd-i kâmil aramak üzere seyâhate çıkar ve birçok İslâm diyârını gezerek râstladığı memleketdeki birçok meşâyihi kendine cezbedip mürîdi olurlardı. Ve kendine ayâr arayan Şems-i Tebrîzî günün birinde Rûm diyârına kadar seyâhat idüp Konya’ya gelir ve Konya’da Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile görüşürler (642’de Cemâziyelâhir ayının altıncı günü). Seyâhat esnâsında giydiği elbisesi yalnız siyâh bir abâ ve aynı zamânda yüzünde siyâh bir nikâb “peçe” vardı. Müşârünileyhin her bir ahvâli müstesnâ denecek kadar nazar-ı dikkati celb olup müstesnâ güzelliği ve ahlâkının temizliği bir insân için gıbta edilecek derecede idi. Daha pek küçük yaşda iken pederleriyle bir nehir kenârından geçerlerken bir tavuğun altında çıkan ördek yavrularının ırmağa dalıp çıkdıklarını görüp tavuk ise karadan çırpınarak bağırdığını seyreden hazret-i Şems o vaz’iyeti babasına göstererek işte “Sizinle benim aramdaki münâsebetde şu kara hayvânıyla su hayvânlarının kuluçkadan çıkan yavrularının muvakkat münâsebetleri gibidir. Bu münâsebet sona erince meslekler, meşrebler tamâmen ayrılır” demişdir. Ve hakîkaten müşârünileyhin son gaybûbetine kadar ancak kendi meslek ve meşrebinden anlar. Pek mahdûd kimselerle görüşüp sâ’ir insânlardan uzaklaşmışdır. Ve hattâ yüzünü dahı kimseye göstermeyerek nikâbla gezmeği tercîh eylemişdir.

Cenâb-ı Şemsi’n kimden tahsîl eylediği ma’lûm değildir. Fakat birçok san’at ve görülmedik hünerlerde tâm bir vukûf sâhibi olup ins ü cinni teshîrde dahı mahâret-i kâmilesi vardı. Konya’yı teşrîflerinde Mevlânâ ile sohbet esnâsında zabt olunan konuşmaları ki “Makâlât-ı Şems” diye meşhûr olan bu eserde “Benim lisânımı Mevlânâ’dan gayrı kimse anlamaz” dedikleri gibi idi. Mezhebleri selef-i sâlihîn mezhebidir. Bâtıl te’vîllere i’tikâd etmeyip Kur’ân, hadîs-i şerîfe bağlanmayan sözleri tamâmen reddederdi. Hurâfât, âlâyiş ve merâsimi sevmeyen temiz rûhlu bir insân-ı kâmil idi. Ve’l-hâsıl ilâhî bir âşık olup vecde geldikleri vakit ellerini yukarı kaldırıp gözlerini kapayarak semâ eylerdi. Hazret-i Mevlânâ’yı da semâ’a teşvîk eyleyen bu büyük sûfîdir. Cenâb-ı Şems kimseden çekinmez, gâyet sert ve doğru sözlü ve hakîkati beyân etmekden zevk alan bir mürşîd-i kâmildi. Zâhirinde ne ise bâtını da aynı olup murâ’îleri sevmediklerinden dervîşlerinin ba’zılarını gücendirdikleri de vâki’ olmuşdur. Ma’nevî varlığının hudûdunu sona erdiren belli başlı bir mürşîd olup onun hâlâtını tavsîf eylemek her kalemin kârı ve her merâmın kudreti kâfî olmadığına ancak bu kadarla iktifâ eyledük.

Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb Konevî: Bu büyük sûfî de ma’nevi kemâlâtını cenâb-ı Seyyid Burhâneddin ile hazret-i Mevlânâ’dan bitirip tâm salâh-ı hâl kesb eylemişdir. Kendisi Konyalı diye tanınmış ise de esâsı Konyalı olmayıp Şeyh Şems-i Tebrîzî’nin hemşehrilerindendir. Bu zâtın ilmi yokdur. Ve ümmî olarak yetişmişdir. Seyyid Burhâneddin’in olsun, hazret-i Mevlânâ’nın olsun sohbetlerinden müstefîd olup bu iki büyük mürşîdin kendilerinden işitdilerini zabt eyleyip Şems-i Tebrîzî’den ve sâ’ir sâdât-ı Mevleviyye’den duyduğunu hâfızasında saklamak sûretiyle birçok ma’ârif ve hakâyıkı kalbinde gizlemişdir. Cenâb-ı Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi gâ’ib eyledikden sonra artık ona karşı olan aşk ve muhabbetlerini Salâhaddin’e sardırmışdır.

Cenâb-ı Selâhaddin kîl u kâlden başı hoş olmayan bir zât olup sorulmadan aslâ kendinden bir şeyi söylemez. Ve dâ’imâ dinleyici vaz’iyetinde kalırdı. Hazret-i Mevlânâ yanında kadr u kıymeti o kadar yüksekdi ki Mevlânâ’dan her ne iltimâs edilirse aslâ reddedilmezdi. Ehl-i beytinden biri cenâb-ı Mevlânâ’ya karşı kusûr işleseler Salâhaddin derhâl aralarını bulmağa çalışır. Bundan dolayı Mevlânâ kendisini son derece sever ve hattâ kerîmesi Fâtıma Hatun’u Sultân Veled’e nikâh eylemişdir. “Bacu Han” külliyetli mikdârda topladığı askerle Konya’yı işgâl eylediğinde memleket halkı endîşeye düşerek Mevlânâ’dan çâre bulunması için temînâtda bulunurken hazret-i Pîr “Hiç korkmayınız. Cenâb-ı Hak sizi Salâhaddin’e bağışladı. Bu şehre Tatar’ın katli’âmı erişmeyecektir” buyurmuşlardır. Bu sâyede Konya şehrinde bir gûnâ mühim bir tecâvüz de vâki’ olmamışdır.

Şems-i Tebrîzî’den sonra cenâb-ı Mevlânâ’nın özce dostu olan Salâhaddîn kendisini Mevlânâ’ya o kadar sevdirmişdi ki Mevlânâ ona her husûsda ehl-i beytini ve evlâdını ve hattâ bütün mürîdlerinin umûrunu ve yapılacak vazîfe ve hizmetlerini ona tevdî’ buyurmuşlardı. On sene kadar bu yolda hazret-i Mevlânâ’nın sohbetleriyle hem-dem olan Salâhaddîn’in kendilerine ansızın bir hâl gelip mübtelâ olduğu rahatsızlık bekâya rıhlet eylemeğe vesîle olmuş ve hicretin 657’inci senesine tesâdüf eden Muharrem ayının gurresinde yetmiş beş yaşını bitirdikden sonra Tanrı’nın rahmetine kavuşmuşdur. Merhûmun cenâzesi hazret-i Mevlânâ tarafından âyîn-i tarîkat üzere kaldırılarak namâzı kılındıkdan sonra Sultânü’l- Ulemâ’nın merkadlarının sağ tarafına gömdürüldü.

ای ز هجرانت زمين و آسمان بگريسته

دل ميان خون نشسته عقل و جان بگريسته49

gazeli Mevlânâ tarafından söylenmişdir. Tanrı’nın rahmetine doya doya kansın.

Bu Bahs

Çelebî Hüsâmeddîn’in Menâkıbından Bahs Eder

Hazret-i Ebû Yezîdü’l-Vakt Cüneydü’z-Zamân Miftâh-ı Hazâ’inü’l-Arş Emîn Künûzü’l-Ferş Hüsâmü’l-Hak ve’d-Dîn Hasan bin Muhammed bin el-Hasan bin Ahî Türk

Bu zât 622 senesinin Muharrem ayının gurresinde Konya şehrinde doğmuşdur. Ceddi Ebû’l-Vefâ Bağdâdî ki aslen Bağdâdlı olup orada doğmuş ve orada vefât eylemişdir. 647 yılında kendisi ümmî olmaları dolayısıyla ba’zı kimseler tarafından mahzâ küçük gösterilmek duygusuyla kendilerinden bir va’ž yapmaları istenip Çelebî ise halkdan beklenen bu va’zın ertesi günü yapacağına söz verir. Ve kendisinin hâl-i menâmda “âlim ve hekîm” ism-i celîlî ile mazhar olup bu tecellî eden ma’nevî sırrın kuvvetine dayanarak sabâhdan kürsîye çıkar ve ilk def’a olarak cemâ’ate şu sözleri sarf eder: “Akşam Kürt olarak yatdım. Ve sabâhleyin Arap olarak kalkdım” demişdir. İşte o sene oğlu Ahî Türk Urmevî doğdu. Ve babasının vefâtı üzerine Urme’ye hicret eylemişdir ki bu yer Tebrîz’e yakın bir Türk şehridir. Ancak Ahî Türk’ün ismi ma’lûm değildir. Binâenaleyh bu zât Kürdî olarak müştehir ise de ekser müslümân Kürtler gibi aslen Türk oldukları hâlde ecdâdının bir müddet Kürdistân’da oturması hasebiyle kendilerine Kürtlük isnâd edildiği de me’mûldür. Bunun en mühim delîli ise Ahî Türk unvânının alınmış bulunmasıdır. Çelebî Hüsâmeddîn’in babası Konya şehrinin ahîsi idi. Rûm diyârında ahîlik uzun zamân yer alıp onların mütâla’aları ve muvâfakatları alınmadan bir iş yapılamadığı gibi Anadolu’nun ahîlerinin de Çelebî Hüsâmeddîn tarafından yetişdirildiği ve bu meyânda Seyyîd Battâl Gâzî tekyesinin şeyhi umûm ahîlerin re’îsliğini yapmışdır. Hüsâmeddîn Çelebî babasının sağlığında Mevlânâ ile son derece söyleşip muhabbetleri yolunda idi. Hazret-i Mevlânâ’nın medresesine devâm eylediği zamân on yedi yaşlarında tâze bir fidân gibi genç ve gayet güzeldi. Babası Ahî Muhammed 639 târîhinde vefât eyledi. Vefâtını müte’âkib oğlunu ahîler babası yapmak istenilmiş ise de Hüsâmeddîn kabûl etmemişdir. Ve bütün mâl ü emvâlini Mevlânâ uğruna sarf ederek ömrünü de Mevlânâ’nın uğrunda geçirmişdir. Hüsâmeddîn Çelebî gayet nâzik, terbiyeli, afîf, zarîf ve mütevâzi olup herkese güzel mu’âmele yapmakdan ve herkesin hâcetini tesviye eylemekden zevk alan bir zât olduğu için memleket halkı nazarında gâyet hürmet ve iltifât görürdü. Ve’l-hâsıl ecdâdının ahîliği ve sehîliği irsen kendisine intikâl etmiş bulunurdu. Hazret-i Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebî’yi o kadar sever ve ona o derece hürmet ederdi ki bu hâli görüp işidenler Hüsâmeddîn Çelebî’nin şeyh ve Mevlânâ’nın da onun mürîdi sanarlardı. Cenâb-ı Mevlânâ ekser vakit vecd ve istiğrâk âleminde bulundukları zamân bi’l-umûm umûrunu Hüsâmeddîn Çelebî’ye gördürürdü. Hattâ Mevlânâ’nın irtihâlinde oğlu Sultân Veled hazretlerini pederlerinin vâris-i tâmmı olmaları dolayısıyla makâmlarına geçmelerini teklîf eylemeleri üzerine Sultân Veled “Cenâb-ı Hüdâvendigâr sağlıklarında sizi bu hilâfet mesnedine tasvîb buyurmuşlardı. Binâenaleyh o âli-makâma peder-i mükerremimin tensîb buyurduğu vechle ancak niyâbet edecek sizden başkamız yokdur. Bugün halîfe-yi Mevlânâ sizsiniz” diye hazret-i Çelebî’yi makâmına oturtdu. Ve bu sûretle Hüsâmeddîn Çelebî, hazret-i Mevlânâ’nın makâmında on iki sene kaldı.

İbtidânâme, İntihânâme, Rebâbnâme adlı bu güzîde eserler müşârünileyhin olup aktâb-ı Mevleviyye’nin menâkıbını ve onların varlıklarını ve aynı zamânda Mesnevî-yi Şerîf’in şerh ve îzâhına delâlet eden bu eserleri kemâlâtını isbâta kâfî olarak gösterilebilir. Bundan sonra Mevlânâ’nın sulbünden gayrı hîçbir kimseye Mevlânâ’nın makâmına oturturulmuş değildir. Cenâb-ı Pîr’in erkek oğullarından en ehliyetlisi geçirilmiş ve yalnız Ebû Bekir Çelebî’nin yerine kızlarından olma Kara Hisârlı Ârif Çelebî makâma oturtturulmuşdur. Mevlânâ’nın irtihâlinden sonra Hüsâmeddîn Çelebî makâm-ı Mevlânâ’ya getirilmiş ve Mevlevî cemâ’ati müşârünileyhin hizmetlerine tevdî’ edilmişdir. Çelebî Hüsâmeddîn: Bir gün dervîşânıyla birlikte “bâğ-ı hümâm” nâm mahalle gitmiş bulunuyordu. Ansızın bir dervîş gelip “Ka’be-i Hadrâ50”nın ucundaki ‘aleminin düşdüğünü ve Ka’be-i Hadrâ’nın sakatlandığını haber verdi. Bundan müte’essir olan Çelebî Hüsâmeddîn bir müddet te’sirini izhâr eyledikden sonra hazret-i Pîr’in irtihâl târîhini dostlarına sordu. On seneyi doldurup on birinci seneye basdığı haber verilince “Artık çağrıldık, durmamak gerekdir” diye kendini bir hayvâna bindirip evine götürdüler. Bunun üzerine bir kaçkın esîr-i firâş olup hicretin 683 târîhine tesâdüf eden Şa’bân ayının yirmi ikinci çarşamba günü bu âlem-i fenâdan bekâya göçdüler.

Bu Fasl

Sultân Veled Menâkıbından Bahs Eder

Sultânü’l-ulema hazretleri Belh’den hicretlerinde her memleketde az çok ikâmet ederek Konya’ya Sultân Alâeddîn’in da’veti üzerine gelmişdi. Karaman’da on üç yıl oturdular. Orada bulundukları zamân haremleri Mü’mine Sultân ile büyük oğlu Alâeddîn Çelebî 624 târîhinde vefât eylemişdi. Ve bu sene içinde Hâce Şerefeddîn Lâlâ-yı Semerkandî’nin kızı Gevher Hatun’u Mevlânâ’ya nikâh edilmişdi. İşte Sultân Veled bu kadından dünyâya gelmişdir. 25 Rebî’ü’l-âhir 623’de ve bir sene sonra da Âlaeddîn Çelebî dünyâya gelmişdir. Dedelerinin adı olan Muhammed Bahâeddîn Veled diye isim konuldu. O vakitleri veled-i begtemur, evlâd-ı müderris, veled-i hatîb tarzında lakab ve unvân verilmek usûlü vardı. Sultânü’l-Ulemâ’nın unvânı “Veled Sultân” iken torununa da Sultân Veled diye lakab verildi. Kardeşine de üç sene evvel vefât eden büyük oğlu Muhammed Âlaeddîn Çelebî’nin nâmı verildi. Sultân Veled on sekiz yaşına geldiği zamân pederleriyle berâber gezerlerken iki kardeş sanırlardı. Her ikisi de birbirinden ayırt edilemeyecek kadar yek-digerine benzerlerdi.

Hazret-i Mevlânâ bir gün medresenin dîvânına celî hattla Bahâeddîn Veled için bizim Bahâeddîn tâlihlidir. Hoş yaşadı hoş ölür ma’nâsını ifâde eden yazıyı yazmışdır. Hakîkaten Sultân Veled riyâzât ve mücâhedâta muhtâç olmadan umduğu terbiyeyi bulmuş ve makâm-ı vahdete ulaşmışdır.

جملۀ شيخان دين كرده رياضت كزين
خيره شدم اندرين چون بمن آسان رسيد

نازم برعاشقان زانكه منم اي جوان
دلبر و معشوق حق حصتم چوبان رسيد 51

Sultân Veled gâyet mütevâzi ve pederlerinin halîfelerine karşı gösterdiği hürmet ve alâkayı hîçbir şeyhzâde göstermemişdir. Kendisi peder-i mükerremlerinin vârisi olmak i’tibârıyla babasının yolunu ta’kîb ederek Müslümân ülkelerinde tarîki tevsî’ için binlerce zevâtı ta’kîb ederek ma’nevî yolda kendine bend ederek hesâbsız âşıkları Mevlevî muhibbânı sırasına geçmişdir.

İbtidânâme, Rebâbnâme, İntihânâme adlı kıymetli eserleri onun değerini isbâta delîl olarak gösterilebilinir. Birâderi Âlaeddîn Selçûkî’nin perde çavuşluğunu îfâ eylediği rivâyet edilmekdedir.

Cenâb-ı Mevlânâ: Mahdûm mükerremleri için söylemiş oldukları şu kelâmı celb-i dikkatdir: “Bahâeddîn benim bu âleme gelmekliğim senin zuhûruna vesîle olmak içindir zîrâ benim hep âsârım kavlimdir. Sen ise fi’limsin” buyurmuşdur. Şu söze bakılınca Sultân Veled’i anlamadan Mevlânâ’yı anlamak biraz müşkilcedir. Binaenaleyh Mevlânâ’nın ma’nevî âlemine girmek için Sultân Veled’in kapısından girilmek lâzımdır. Bir aralık hazret-i Mevlânâ bir bahâr mevsimi dostlarıyla berâber Merâm Câmi’i denilen bu yere gelmişlerdi. O gün câmi’-i şerîfde gâyet neş’eli bir mukâbele okundu.

بيا که باز جانها را شهنشه باز میخواند

بيا که گله را چوپان بسوی دشت میراند52

Matla’ını hâvî bahâriyye tercî’-i bendini o zamân inşâd eylediler. Bir aralık Sultân Veled o tepeden Konyâ’yı temâşâ idüp başdan başa çinîlerle süslenmiş sarâyları, türbe ve câmi’leri medreseleri seyredip zarîf bir manzara arz iden şehrin güzelliğine hayrân olarak “Şu Konya şehri ne güzel bir şehirdir” demesi ile buna karşı pederleri Mevlânâ “Ey oğul, Konyamız mübârek şehirdir. Dostlarım şâhid olsun bu beldeyi sana bağışladım” deyince Sultân Veled bu sözlerine fevkalâde memnûn olurlar. Ayaklarına kapanarak yüzünü gözünü sürmeğe başlar. Mevlânâ sözlerine devâm iderek dediler ki “Bizim türbemiz ve büyük pederin Sultânü’l-Ulemâ’nın ve onun ihvân ve yârlarının burada bulunduğu müddetce bu Konya şehrine aslâ zeval yokdur. Yabancı atı ayak basamaz. Âsî kılıçlarını Konyalılar’a çekemez. Ve bu şehirde kan dökülmez” buyurmuşdur.

Sultân Veled buyurur ki: Bir gün hazret-i Mevlânâ semâ idiyorlardı. Çok vecde geldi. O eŝnâda hemân bana doğru yönelip yakama sarılarak şehâdet parmağıyla işâret edip gözümün içine bakdı. Ve dedi ki “Bahâeddîn, amân hâ amân sonra sen bilirsin” ve sonra dönüp ihvâna buyurdu ki “Ey benim yârânım Allâh aşkına sakın zühd ve takvâdan hâricine bir adım atmayınız. Birbirinizin elinizi bırakmayınız. Cisminizi âdâb ile ma’mûr ediniz” gibi tenbîhâtda bulundular.

Peder-i mükerremlerinin yolunda çalışarak doksan altı yıl ömrünü ma’nevî yolunda sarf eden Sultân Veled birkaç gün hastalanarak büyük oğlu Ulu Ârif Çelebî’yi yanına çağırtıp ve dostlarıyla görüşerek bu sûretle hicretin yedi yüz on ikinci yılına tesâdüf eden Recep ayının onuncu cumartesi gecesi seher vaktinde vefât edip cenâzesi pederlerinin yanına defnedilmişdir. Ve bundan sonra makâmına oġlu Ulu Ârif Çelebî geçirildi.

SON

İşbu menâkıb-ı Mevlânâ hakkındaki bu eser 12 Teşrîn-i evvel Pâzâr günü sabâhı tulû’-ı şemsde hitâm bulunmuşdur.

Bi-hamdillâhi ve’l-minneti

Mevlânâ’nın Makamında Hilafet ve İrşadatda Bulunan Çelebîlerin Esamileri

Esâmî Doğum Târîhi Müddet-i Meşîhat Târîh-i İrtihâl
Hüsâmeddîn Çelebî 621 11 683
Sultân Veled Efendi 623 12 712
Ulu Ârif Efendi 670 49 719
Âbid Efendi 682 25 729
Vâcid Efendi 685 3 723
Âlim Efendi 692 9 751
Âdil Efendi 695 19 770
Âlim Efendi 705 23 798
Ârif Efendi 746 26 824
Pîr Âdil Efendi 781 41 865
Cemâleddîn Efendi 841 51 915
Hüsrev Efendi 886 54 965
Bûstân Efendi 961 28 1040
Ebû Bekr Efendi 965 8 1052
Mehmed Ârif Efendi 1006 3 Ay 1052
Pîr Hüseyin Efendi 988 2 1077
Abdülhalîm Efendi 1025 13 10120
Bûstân Efendi 1055 27 1117
Sadreddîn Efendi 1080 7 1124
Mehmed Ârif Efendi 1096 35 1159
El-hâc Ebû Bekr Efendi 1133 40 1199
El-hâc Mehmed Efendi 1155 30 1230
Saîd Hemdem Efendi 1222 30 1235
Sadreddîn Efendi 1242 25 1298
Fahreddîn Efendi 1244 7 Ay 8 Gün 1299
Safvet Efendi 1252 5 1305
Abdülvâhid Efendi 1275 20 1325
Abdülhalîm Efendi 1291 3
Mehmed Bahâeddîn Veled Efendi 1284 9

Memâlik-i İslâmiyye’de Bulunan Mevlevîhâneler’in Bulunduğu Yerler

Esâmî-yi Memlemet Medfûn Bulunan Zevât veya Bânîsi Esâmî-yi Meşâyih Târîh-i İnşâ
Âsitâne-yi hazret-i Pîr Sultânü’l-Ulemâ ve hazret-i Mevlânâ Muhammed Bahâeddîn Çelebî
Eskişehir Hasan Dede Efendi Bahâeddîn Dede
Üsküdâr Nu’mân Dede Ferruh Çelebî 1205
Antakya Zincir-şiken Muhammed Çelebî Sa’îd Hemdem Dede
Aydın Horâsânî Alî Dede Sâkıb Dede
Ermenek Hüsâmeddîn Dede
Edirne Celâleddîn ve Cemâleddîn Çelebî Salâhaddîn Dede
İzmir Âkif Dede Nûri Dede 842
Üsküp Hasan Dede Alî Dede
Ankara Hasan Dede Mustafâ Nûri Dede
Erzincân Dede Sultân El-Hac İbrâhîm Dede
Antalya Abdulganî Çelebî Dede (Bânî) Muhammed Şâh Dede 1263
Amasya Arap Dede Ahmed Cemâleddîn Dede
Urfa Haydar Dede Hasan Dede
İzmit Abdulfettâh Dede
Akçaşar Bahşî Dede Fâ’ik Dede
Ulukışla Sa’îd Dede
Eğirdir Nûrullâh ve Seyfullâh Dede Yûsuf Dede
Isparta Nûri Dede
Elbasan Murâd Dede Hâfız Dede 1068
Bahâriyye Nazîf Dede Bahâeddîn Dede 1131
Bursa Ahmed Cünûnî Dede Muhammed Şemseddîn 1029
Bosna Saray Seyyid Abdulfettâh Dede
Burdur Fedâ’î Dede Fehmî Dede
Bilecik
Bozkır
Bağdâd Sultân Dîvânî
Belgrad
Belgradcık
Beyşehir
Tokat Ramazân Dede Abdulhâdî Dede 1048
Demirci Muhammed Nûri Dede (Bânîsi ve Şeyhi)
Tîre Hayrullâh Dede
Çorum Hüsâmeddîn Dede
Haleb Muhammed Şâtır Ahmed Remzî Dede 995
Humus Abdurrahman el-Cûşî Abdurrahman Dede
Hamâ
Denizli Kırcalı Alî Dede Hasan Alî Dede
Diyârbakır
Sivas Ulu Ârif Çelebî Hüsâmeddîn Çelebî
Selanik Kerîmüddîn Dede Salâhaddîn Dede 1024
Siroz Ramazân Dede Celâleddîn Dede
Sakız Hızır Dede İsmâ’îl Dede
Şems Türbesi Şemseddîn Tebrîzî Hâcı Rızâ Dede
Şâm Kartal Dede Muhammed Sa’îd Dede 993
Sandıklı Alî er-Rûmî Alemdâr Sultân Dîvânî Cevrî Dede
Samsun Hâfız Alî Dede Muhammed Emîn Dede
Tavşanlı Seyf Dede Ziyâeddîn Dede 1139
Trablusşâm Mervî Ahmed Dede Muhammed Şefîk
Antep Şa’bân Dede Mustafâ Dede 1048
Galata Şârih-i Mesnevî İsmâ’îl Rüsûhî Ahmed Celâleddîn Dede 926
Filibe Şeyh İbrâhîm Efendi Muhammed Nasîb Dede
Kayseri Seyyid Burhâneddîn Tirmizî Hüsâmeddîn Dede 1048
Kâsımpaşa Sırrî Abdî Dede Seyfeddîn Dede 1041
Kastamonu Dede Sultân Hâmil Çelebî
Karaman Vâlide Sultân ve Alâeddîn Çelebî Sa’deddîn Çelebî
Karahisar-i Sâhib Sultân Dîvânî Râşid Çelebî
Kudüs-i Şerîf Dânişî Alî Dede Âdil Dede
Kıbrıs Sipâhî Mustafâ Dede Celâleddîn Dede 1015
Kırşehir Şeyh Süleymân Velî
Gelibolu Ağazâde Muhammed Hakîkî Dede Muhammed Burhâneddîn Dede
Kerkük Hâcı Muhammed Dede Abdullâh Dede
Girid Kara Şems Dede Muhammed Şemseddîn Dede
Kengeri [Çankırı] Şeyh Cemâleddîn Hasîb Dede
Kütahya Erguvan Çelebî Sâkıb Çelebî
Kilis Niyâzî Muhammed Dede Efendi Muhammed Emîn Dede 1048
Lazkiye Vâlide-i İbrâhîm Edhem Muhammed Râgıb Dede
Manisa İshak Çelebî Celâleddîn Çelebî
Mısır Abdulcelîl ve Abdulcemîl Çelebîler Mustafâ Dede
Merâm Cemel Alî Dede Nizâmeddîn Çelebî
Medîne-i Münevvere Aşkî Dede El-Hac Hamza Dede
Mekke-i Mükerreme Müneccim Ahmed Dede Orhan Salâhaddîn Dede
Muğla Hüdâ’î ve Şâhidî Dedeler Cemâleddîn Dede
Marmaris Sarı Ata Sultân Hasan Dede
Midilli Hamîd Dede Nazîf Dede
Mar’aş Selîm Dede
Nîş Dede Efendi Muhammed Dede
Niğde Kemâl Ümmî Hüsâmeddîn Dede
Vodina Mustafâ Dede Efendi Hasan Dede
Yenikır Kemâl Ahmed Dede ve Ebû Bekir Çelebî Muhammed Abdulbâkî Dede
Yenişehir-i Fener Vücûdî Dede

1 Dr. Öğr. Üyesi, Amasya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Amasya, Türkiye E-mail: ilhanmevlut@gmail.com

2 Yüksek Lisans, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Muğla, Türkiye E-mail: ermisdandan@gmail.com

1 Müellifi tarafından Amasya Meşâhiri diye isimlendirilen ve Amasya Yazma Eser Kütüphanesi 05 Ba 787 numarada kayıtlı olan yazma eserin sayfasında tercüme-i hâl yer almaktadır. Eser hakkında Turan Böcekçi (2002) tarafından bir kitap çalışması yapılmıştır.

2 Fevzi Olcay’ın kendi yazısı olan tercüme-i hâlinde  şeklinde olan kelime başka çalışmalarda, muhtemelen, “riyâziyât” ile karıştırılarak “matematik” olarak ifade edilmiştir. Olcay, 2016.

3 [Müellifin dipnotu] Bu eser Sultânü’l-Ulemâ ve Burhâneddîn Muhakkik, cenâb-ı Mevlânâ ve hazret-i Şems-i Tebrîzî ve Sultân Veled hazerâtının âsârıyla rub’-i asrdan ziyâde meşgûl olduğunu beyân eden ve bilhâssa bunların âsârından olan İbtidânâme, Sipehsâlâr, Eflâkî’deki sâdât-ı Mevleviyye’nin menâkıbından, Sefîne-i Mevleviyye, Tevârîh-i Mevleviyye, Tezkire-i Mevleviyye gibi mu’teber eserlerden hulâsaten ve muhtasar olarak yazıldığını mü’ellif Bahâeddîn Veled Çelebî eserinde îzâh eder. Eserin aslı gâyet sûfiyâne bir üslûbla yazılmakla berâber aynı zamânda muğlak ve çok çetin ibâre ve cümleler kullanıldığı görülmüş ve bu i’tibârla herkesin okuyup anlayacağı bir tarza sokulmasına gayret edilmek sûretiyle kısaca bu menâkıb-ı şerîfe taraf-ı âcizîden ayrıca yazılmışdır.

4 [Müellifin dipnotu] Ahmed Hatîbî ile Ömer Hatîbî ikisi de radıyallâhu anhumâ Hatîbî’nin oğullarıdır. Ahmed Hatîbî’nin oğlu Seyyid Hüseyn Hatîbî’den Sultânü’l-Ulemâ zuhûra gelmişdir. Ömer Hatîbî’nin oğlundan dahı İmâm Fahreddîn Râzî doğmuşdur.

5 “Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının.” Enfâl/25

6 [Müellifin dipnotu] Hâşiye-yi Eflâkî’de nakl olunan rivâyet pek de mevsûk değil Çünkü Kitâb-ı A’lâmü’l- Ahbâr min Fukehâ-yı Mezhebü’l-Nu’mân el-Muhtâr adlı eserde Şeyh İmâmü’l-Fakîh Ebu’l-Hüseyin Ahmed bin Mehemmed Ca’fer ibn Hemedân el-Kudûrî dedikden sonra وقيل القدور لها يقال البغداد قرى من قرية الى نسبةًقيل القدر جمع وهى القدور بيع الى نسبةً demişdir. Menâkıbından mü’ellefâtından biraz bahs eyledikden sonra القدورى ومات بغداد وأربعمائة ثمان سنة هللا رحمه [Kudûrî -Allah rahmet eylesin- 408’de vefat etti] ibâresiyle de târîh-i vefâtı ve defn olunduğu yeri gösterilmişdir. Keşfü’z-Zünûn’da da aynı târîh 408 yalnız şârih Kudûrî meyânında ve Muhammed bin İbrâhîm er-Râzî el-Müsemmâ Bi’n-Nûrî Şerhü Muhtasaru’l-Kudûrî el-Müteveffâ sene 615 hamse aşerete ve sitte-mie diyor. Sultânü’l-Ulemâ’nın rikâbında gelen sâhib-i Kudûrî olmayıp târîh-i vefâtı Sultânü’l-Ulemâ’nın bu diyârda bulunduğu zamâna muvâfık ve kendisi Rey şehrinden olan şârih Kudûrî olup Karaman’da da irtihâl eylemiş ola. (Ahmed Remzî el-Mevlevî)

7 [Müellifin dipnotu] Türbelerinin şimdiki bulunduğu yer şehrin hâricinde bir bahçe olup müşârünileyh bir gün bu civârda gezerlerken “Benim sülâlemin burası mahall-i medfeni olacaktır.” dediği duyulur. Ve Sultân ‘Alâeddîn’e kadar bu söz intikâl edip ‘Alâeddîn dahi bunun üzerine mezkûr bahçe yerini hazrete bağışlar.

8 [Müellifin dipnotu] [Dipnot Kemâleddîn kelimesinden olsa da açıklamanın bu isimle ilgisi yoktur.] Bu takrîrden hazret-i Pîr’in on üç yaşına bâlig olduğunda Gevher Hatun’u nikâh etmişler gibi anlaşılıyorsa da Eflâkî’nin îzâh eylediği vechile nikâh 623 senesinde olup hazret-i Pîr on sekiz yaşında idiler. Şu hâle nazaran Belh’den hicretleri sırasında beş yaşında olup Karaman’a muvâsalatlarında on üç yaşında bulunduğu ve beş sene sonra te’ehhül eylediği tezâhür eylemekdedir. (Ahmed Remzî)

9 “Müminin ferâsetinden korkun, çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.”

10 [Müellifin dipnotu] Hâlen Sencâriye diye böyle bir mescid Sultân Selîm Câmi’i önündeki dükkânların bulunduğu yer vaktiyle hân olduğuna ve derûnunda bir de mescid bulunduğuna ve Kâfiye’de yazıldığına bakılırsa Senceristân hânkâh ma’nâsına gelip “Zencîrli Mescid” gibi bir ta’bîrden muharref olsa gerekdir.

11 [Müellifin dipnotu] Hazret-i Mevlânâ’nın terbiye ve teslîkini Seyyid Muhakkik’den gördükden sonra Sipehsâlâr ile Ahmed Eflâkî muhtelif rivâyetlerle hazret-i Pîr’in doğrudan doğruya pederlerinden terbiye ile teslîke muvaffak olduğunu ve pederlerinin vefâtından sonra kendisi olgun dolgun kâmil bir şeyh olduğunu ve Seyyid’le görüşmelerinden sonra ondan merâtibini ikmâl eylediğini yazarlar. Binâenaleyh Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî arasında bu seyr [ü] sülûk hakkında ihtilâf vâki’ olmuşdur.

Kimisi hazret-i Şems ile mülâkâtdan evvel Mevlânâ âdetâ bir müderris iken hazret-i Şems elinden irfând sâhasında bu varlığı ve lâyık olduğu kemâlini kazandığını söylerler. Başkaları da hazret-i Mevlânâ vaktiyle âlim, sâlih bir zât iken hazret-i Şems geldi, azdırdı. Ders ve devri bırakdı, yerine sekr ve istiğrâk çalıp çağırma ve raks ile vakit geçirmesine sebep oldu derler. Binâenaleyh bu sözlerin hepsi de noksân ve yanlışdır.

12 Aşkın sesi her an sağdan soldan “biz göklere (yukarıya) çıkıyoruz, kim seyretmek için yola koyulmak ister” diye gelmektedir.

13 (Hüsameddin Çelebi) “Benim seninle yıllarca dostluğumun hakkı için (Şems ile aranızdaki olan) o güzel hallerden bahsediver” dedi.

14 Şems-i Tebrizi gönül fethedenlerin şahıdır (gönül şahıdır), ama bütün şahlığıyla bizim (canımızı koruyan) bekçimizdir.

15 Dudağım birden gül ve gül bahçesinden söz ettiğinde o gül yüzlü (sevgili) benim ağzımın üstüne “Sultan benim, gül bahçesinin canı da benim, benim gibi şahın huzurunda nasıl başka biri (herhangi bir şey) aklına gelebilir” dedi.

16 [Müellifin dipnotu] Mevlevî tarîkatına intisâb edecek olan bir dervîş evvelâ zâhirî elbisesini soyunup matbah-ı Mevlânâ’da usûl ve âdâbı vechle bin bir gün hizmet etmeğe mecbûrdur. Bu hizmet bitdikden sonra hücreye çıkarılıp bir Mevlevî halîfesine intisâb ederek ondan artık hayâtının sonuna kadar ma’nevî feyzini almağa çalışır. Binâenaleyh bu esâs dâ’iresinde çalışmak ve bin bir gün hizmet eylemek bir tâlib için Mevlevîliğin ne demek olduğunu ona öğretir, yoksa herkes kolay kolay Mevlevî olamaz. Bu tarîkatin sâhibi Mevlevîliği yalnız târik-i dünyâ olarak ve dünyâ umûrundan el çekdirip yalnız âhiret için çalışmağı emretmeyip bilakis dünyâ umûrunda hayâtını kazanmak için usûl-i vechle kâr u kesbinde bulunmağı da tercüme etmekle berâber sanâyi’ yolunda da çalışmağı beyân eyler.

Bilhâssa bu tarîkatin şâyân-ı dikkat esâslarından biri insânlık mefhûmunun îcâblarına uyarak herhangi bir tâlibi evvel emirde insânî yollara alışdırıp iyice tekâmül etmedikçe o tâlibe tarîkat yolu gösterilmez. Bu i’tibârla Mevlevîye intisâb edip hâddeden geçemeyen kimse tâm Mevlevî olamaz. Bunun için Mevlevîlikdeki aranılan başlıca meziyyet evvelâ insânlığı ve insâniyeti bilmek sonra da tarîkatin usûlünü öğrenmekdir. Herhangi bir ferd Mevlevî olmak için evvel emirde bu yolu öğrenir. Mevlevîler kibâr ve nezîh rûhlu mütevâzi’ olup kibir ve gurûr bilmezler. Hattâ nefsine gurûr verici “ben” kelimesini dahı kullanmayıp “fakîr” ta’bîrini kullanmak bu tarîkatin sâlikîninin âdetlerindendir.

17 Yemen tarafından Rahmân’ın nefesini alıyorum.

18 İyiliğe çağıranların en şereflisi, kandilin ve kadehin sırrı, hakikatin ve dinin güneşi, Allâh’ın öncekiler ve sonrakiler içindeki nuru (Allâh onun ömrünü uzatsın ve bizi onunla hayırlı bir karşılaştırmayla karşılaştırsın) olan efendimiz 21 Şevvâl 643 Perşembe günü yola çıktı.

19 Senin (aşk) derdinden ah etmek için bir sırdaşım yok. O yüzden aynı hazret-i Ali gibi kuyunun içine doğru ah ediyorum (dert yanıyorum). Ama o da coşunca dudaklarından ney (kamış) biter (kuyunun suyu çoğalıp taşınca etrafında kamış biter) ve ney inleyince benim sırrım açığa çıkar.

20 Şemseddîn’in gayba gitmesi ve istişâresi 645 yılı Cuma günüydü.

21 [Müellifin dipnotu] Meşâyih-i Mevleviyye’den olan bu fazıl Kayseriyye şehrindendir. Haleb Mevlevîhânesi meşîhatında iken Üsküdâr Mevlevîhânesi’ne gelmiş ve artık bu münâsebetle Üsküdâr’da yerleşmişdir. Hâlen Üsküdâr’da Hâcı Selîm Ağa Kütüphanesi’nin müdürüdür. Ârif, şâ’ir, kâmil, afîf, zarîf bir fâzıl-ı muhteremdir. Erbâb-ı ilm ve irfân arasında kadr ü kıymeti ile tanınmış hoş-sohbet ve ahlâkı mezâyâ-yı câmi’ nâdirü’l-emsâl olan bu fâzıl âcizlerini bir evlâdı kadar sever ve bendenizlerine bir pederim kadar hürmetlerinde bulunurum. Meclisinde bulunanların sohbetleriyle mütelezziz eyler sellemallâh fi’d-dâreyn (Osman Fevzi).

22 Züht ve takvayla seccadede oturan bir zahittim ama kapımdan aşk girdi ve beni sarhoşluğa götürdü.

23 Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları (nasıl) anlatıyor.

24 Topraktan dünya (âlem-i hâk) nerededir, temiz cevher nerede? Nereye konmuşuz (gelmişiz), burası nasıl bir yer (kalınacak yer değil ki) yükümüzü bağlayalım.

25 Sen nasıl bileceksin ki batınımda (içimde) nasıl bir şahla Benim altın yüzüme bakma çünkü demirden ayağım vardır.

26 Dünyada bir can vardır ki asla sûrete girmek İnsan sûretine girse de insan değildir.

27 “Her şey aslına geri döner.”

28 Azrâ’il vazîfesini îfâya geldiklerini hissedince “Daha yaklaş hayâtım daha yaklaş. Devletli pâdişâhın dergâhının elçîsi gel, gel neye me’mûr isen onu icrâ İnşâllâh beni sabırlı kullar sırasında bulursun” demişdir.

29 [Müellifin dipnotu] Hazret-i Mevlânâ’nın türbesiyle civârındaki Sultân Veled Medresesi ilk def’a olarak Sultân Alaeddîn Selçukî tarafından inşâ edilmişdir. Ve inşâsına himmet eden İlmüddîn Kayserî’dir. Bundan sonra Karaman Oğulları’ndan Halîl Bey Konya’yı işgâl eylediklerinde türbeyi ziyâret edip münâcât esnâsında “Ey Mollâ Hünkâr, eğer Silifke’yi küffâr elinden kurtarırsam gazâ mâlından senin üstüne bir gökkubbe yapdıram” diye nezd edip âmâline muvaffak olunca derhâl bugünkü görülen kubbeyi yapdırmışdır, Kubbe-i Hadrâ nâmı Gâyet zarîf ve Selçuk tarzı ve Karamanî yaldızlı, kıymetli çinilerle işlenmiş, fakat aradan geçen uzun asırlar bu kıymetli eser üzerindeki zarâfetin bozulmağa ve çinileri dökülmeğe başlamış ve o târîhden Yavuz zamânına kadar esâslı bir ta’mîr görmeyen türbe Yavuz Selîm tarafından mükemmel ta’mîri yapdırılmışdır. Sultân Selîm, Mısır seferleri esnâsında Konya’ya uğrayıp hazret-i Mevlânâ’yı günlerce ziyâret eder ve orada hâcet namâzını edâ eylerdi. Bir gece rüyâsında cenâb-ı Mevlânâ “Selîm düşeceğim beni kurtar” deyip kolundan tutar. Ferdâsı günü meşâyihü’l-İslâm’la birlikde bu rüyânın halli için türbe etrâfında sabâh namâzından sonra gezinirlerken künbedle kıble ciheti meyilli durduğu görülür. Esâsen bir arada bulunan hânedân mezârlığı ile künbed yeniden inşâ etdirilir. Ve civârında başlanmış olan büyük câmi’ ve imâret ise Yavuz’un oğlu Süleymân tarafından ikmâl edilmişdir. Târîhi 925’dir. Mevlânâ’nın türbe-yi şerîfeleri bundan sonra epey zamân ta’mîr edilmemişdir. Sefîne-yi Mevleviyye’ye nazaran yalnız kubbe-i Hadrâ’nın Karabostân Çelebi nâm zât tarafından kendi mâlından ta’mîre kalkışmış ve fakat bu eserin mülûk-ı âsârından bulunmasından dolayı cesâret göstermemiş ve bu husûsî, arazî işler “bizim vazîfemizdir” cevâbı verilip 1110 târîhinde Ümmîzâde Hüseyin Paşa tarafından bir parça ta’mîrine himmet edilmiş 1212 târîhinde Üçüncü Selîm tarafından Kubbe-i Hadra’nın nısfından yukarısı yeniden yapdırılıp çinileri koydurulmuşdur. 1233 Muharreminde İkinci Mahmûd tarafından tekrâr ta’mîr ve çinileri yenilenmişdir. Ve rivâyete göre yüz doksan kese sarf olunmuşdur. Ve 1251 senesi bahârının Muharrem ayında binâ emîni Güllü Alî Paşa tarafından beş yüz kese sarf edilmek sûretiyle Kubbe-i Hadra ta’mîr edilmiş, dergâh-ı Mevlânâ’nın önündeki şâdırvânını Birinci Selîm yapdırmışdır. İkinci Murâd da dergâhı ta’mîr ve hücreleri inşâ eylediği esnâda yeniden bir ta’mîr daha görmüşdür. Herhangi inşâ ve ta’mîrâtında manzûm olarak söylenmiş târîhleri buraya teberrüken kaydedilmişdir. Ümmîzâde Hüseyin Paşa’nın ta’mîrine dâ’ir seyyidü’l-şu’arâ Nâbî tarafından söylenilen târîh:

Etdi nüzûl musarra’ târîh gaybdan / Ta’mîr olundu künbed-i ulyâ-yı Mevlevî (1110) Üçüncü Selîm’in ta’mîrine dâ’ir şâ’ir Surûrî tarafından şu iki târîh söylenmişdir:

Surûrî nazmına kubbe çevirmişdir yapıp târîh / Metânet buldu yâhu künbed-i bâlâ-yı Mevlânâ (1213) Diğeri: Kebâb-ı âsumâna kudsiyân nakş etdi târîhin / Selîm Hân yapdı Mevlânâ’ya lillâh künbed-i âlî (1213)

30 Allah Allah! Arif olan biri şarap deyince o arifin yanında nasıl bir şey yok olur?

31 İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. (Cum’a, 62/4).

32 Diğer bir grup (var ki) çok gizli gitmekteler (yolculuk etmekteler). Onlar zahire bağlı olan insanlar arasında nasıl meşhur olurlar? Bu kadar varlıkları var ama kimsenin gözü bir an bile onların şahlığını görmez. Hem onlarda keramet vardır hem de haremdelerdir. Onların adını abdallar bile

33 Al-i İmran 3/185.

32 Al-i İmran 3/185. 34 Ma’ide 5/116.

35    Kasas 28/88.

36    Ma’ide 5/116.

37    Enam 6/19.

38 Âl-i İmrân 3/14.

39 Allâh cumartesiyi ve cumayı mübarek kılsın.

40 Dünya bir pisliktir, ona talip olan da köpeklerdir

41 Dünyâ, ahiretin tarlasıdır.

42 Adem’in tabiati kırk sabah yoğruldu.

43 Çünkü seslerin en çirkini, şüphesiz eşeklerin sesidir! (Lokmân 31/19).

44 De ki: O, Allah’tır, bir tektir. (İhlâs 112/1).

45 Müminin ferâsetinden korkun, çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.

46 [Müellifin dipnotu] Ba’zı mecmû’alara göre Seyyid Burhâneddîn’in doğum târîhi 561 ve vefât târîhi 642 olarak
gösterilmişdir. Ve şu kıt’a ile te’yîd edilmekde olduğu da görülmekdedir.

نيد ققحم ىدمرت ديس
نيقي هار نيد ناهرب تسه

[Din alimi Seyyid Tirmizi Muhakkik din burhanının yakîn yoludur.]

نيدلا ىجحموا تسيناث هكناز
نيب ىتابث وا دولوم لاس (Sânî 561)

[O ikinci Muhiyyeddin’dir ve onun doğum yılını “sübati” olarak gör]

ىمان نآ لقن لاس مقر دز
(642) ىماسّلا هرس الله سدق

[O ünlünün vefatı senesini “Kaddas’allah sırruhu’s-sâmî” olarak belirlendi.]

Mukîm belde-yi Kayseriyye cümlesi dahı 642 olarak vefât târîhi deniliyorsa da Kayseriyye şer’iyye mahkemesi sicilinde saklı 644 târîhli bir vakfiyede Seyyid-i müşârünileyhin şâhid olarak gösterildiğine göre derece-yi sıhhati mu’allel kalmışdır. Mahkeme-yi şer’iyye sicilindeki 644 târîhi vakf-nâmeden sonra vefât eylediğine delâlet etdiğini Ahmed Remzî Efendi üstâdımız tesbît eylemişdir.

47 Sonra meyvelerin hepsinden ye… (Nahl/69).

48 Sadaka belayı defeder, ömrü uzatır.

49 Ey! Senin ayrılığından yer ve gökyüzü ağlamaktadır. Gönül kan içinde oturup akıl ve can da ağlamaktadır.

50Ka’be-yi Hadrâ bu hâdiseden sonra Karamanoğlu Halîl Beg tarafından ta’mîr etdirilmişdir.

51 Bütün din şeyhleri riyazet ve çile çekmeyi seçmekteler ama bu (aşk yolu) nasıl bana kolay geldi, şaşırdım. Ey genç! Ben aşıklıkla övünürüm çünkü ben Hak tarafından sevilen sevgiliyim, benim hakkımda çobanlık yetmiştir (Ben çoban olmayı hak etmişimdir).

52 Gel ki can kuşunu padişah geri çağırıyor. Gel ki çoban sürüsünü çöle sürüyor.