PEYGAMBERİMİZİ ANLAMAK

PEYGAMBERİMİZİ ANLAMAK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Röp: Ömer Baldık

Kendi ifadesiyle çocuk yaştan beri tasavvuf kültrünün içinde yoğrulan bir isim Mehmet Fatih Çıtlak. Latin harfleri ile okumadan evvel Osmanlıca okuyabiliyormuş.

Esas eğitimini Gönenli Mehmet Efendi gibi büyük zâtlardan aldığını belirten Çıtlak, sonradan Türkoloji eğitimi de almış. Hat sanatı ve tasavvuf musıkisine olan ilgisi nedeniyle halen sesli yayıncılıkta müzik yönetmeni ve yönetmen olarak da çalışıyor. En son, İtalyan-Türk ortak yapımı Derviş filminin danışmanlığıyla gündeme gelmişti. Kendisiyle, Resul-i Ekrem’in tasavvuf penceresinden bugün nasıl kavranması gerektiğiyle ilgili faydalı bir söyleşi yapmaya çalıştık.

Hazreti Peygamber’i anamızdan babamızdan, hatta kendi nefsimizden daha çok sevmeyi nasıl anlamalıyız? Bu, bir ideal mi, yoksa iman etmiş olmak için bir asgarî şart mı?

Hayatındaki nimetlerin farkına varmayan, sadece su ile, ekmek ile yaşayabilen, başka bir nimet aramayan, üstüne giyindiği elbisede hiçbir renk ya da model, bindiği araçta hiçbir özellik aramayan kişi için belki sadece peygamberin varlığını bilmek de kafi gelebilir. Hayatının her safhasında sofrada üç çeşit yemek dahi olsa, salatası, tuzu, yağına kadar müdahale eden, en azından maddi zevk sahibi olan bir insana gelince, böyle bir insanın manâ sahasında da tadını alabileceği bir güzelliğe erişmesi, onun için vaciptir. Biraz kapalı olduysa, şöyle bir müşahhas örnek vermek istiyorum:

Dışarıdan gelen bir bedevi, Resulullah’a İslâm’ı sorduğunda, kendisine dini anlatmasını istediğinde, iki cihan serveri Efendimiz (a.s.m) namazı, orucu, zekatı ona söylemiştir. Hatta dikkat edilirse, o zamanda hac olmadığı için haccı zikretmemiştir. “Bundan ne eksik ne fazla yaparım” diyerek oradan ayrılan bedeviye parmağıyla işaret eden Fahr-i Âlem, “İşte sözünü tutarsa cennetlik bir insan!” diye Ashabını müjdelemiştir. Amma gelin görün ki, Hazreti Ömer (r.a) Efendimiz (a.s.m) ile konuşurken, “Yâ Ömer, malını mı daha çok seversin, beni mi?” diye sorduğunda Hazreti Ömer “Elbette seni” demiş; “Peki aileni mi daha çok seversin, beni mi?” diye sorduğunda “Seni yâ Resulallah” demiş; “Peki canını nefsini mi daha çok seversin, beni mi?” diye sorduğunda ise hak ve adalet ölçüsünden hiç ayrılmayan Allah’ın adil ve faruk olan zatı, samimi bir tartıyla tartarak, herhalde nefsin kötü bir duruma düşecek olsa, o an kendimi tercih edebilirim manasına gelen “Galiba nefsimi” demiştir. Bunun üzerine iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) “Yâ Ömer, henüz imanın kemale ermemiştir” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine, Anam babam sana feda olsun, düşünmek için bana bir hak daha veriniz, tam bir muhasebe yaparak neticeyi arz edeyim, demiş ve “Her şeyim, ruhum da” diyerek, güzeller güzeli Resul-i Ekrem’e (a.s.m) muhabbetini bildirmiştir.

Buradan da anlaşılıyor ki, idraki velev maddi sahada gelişmiş de olsa birisinin, buna paralel bir manevî idraki bulunması mecburidir. Çiçeği, böceği, hanımı, çocuğu, yemeyi, içmeyi sevebilen bir insan, tabii ki bunlardan daha çok Allah Rasulü’nü sevmek mecburiyetindedir. Çünkü sevebilme kabiliyeti var demektir. Ve hiç kuşkusuz, Allah Rasulü onun sevmekte olduğu şeylerden sevilmeye çok daha fazla layıktır.

“Anam babam sana feda olsun” ne demektir? Bu ifadeyi biz çoğu zaman manasını anlamadan tercüme ederiz. Bu ifadeye şöyle baksak, meselâ bir insan kendi yerine ana babasını feda etse buna feda etme denebilir mi? Hele Arap toplumunda bu ifade, yani “Anam babam sana feda olsun” ifadesi çok daha önemlidir. “Benim bu dünyada zahiri sebebim, annem babamdır. Yâ Resulallah, değil kendimi feda etmeyi, benim vücuduma sebep olanları bile sana feda etmeye hazırım” demektir. Esas manası budur. Arap toplumunda esas kasıt budur. Böyle anlamak lazımdır.

Böyle fedakâr, böyle muhabbet eden zatlar, İslâm’ın nurunu, Resul-i Ekrem’in (a.s.m) muhabbetini yaymaya muvaffak olmuşlardır. Çünkü candan geçmeden canan ele geçmez.

Sevgili Peygamberimiz’i anlamada önümüzdeki engelleri sıralayacak olsanız, nasıl sıralarsınız? Bazılarının sözünü ettiği “Peygambersiz İslâmiyet” veya “Kur’ân İslâmiyeti” kavramları hakkında düşünceleriniz nedir?

Kur’ân-ı Kerim’in ahlâkı ve güzellikleri, gökkubbedeki yağmur bulutlarına benzer. O yağmurun aşağıya rahmet olarak inmesi, ancak ve ancak Hazreti Fahr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.) iledir. Onun ismi “Rahmeten-lil-Âlemin”dir. Kur’ân-ı Kerim bize inmemiştir, O’na inmiştir. Efendimiz’i (a.s.m.) anlamadan, Kur’ân’ın bizdeki inişini ya da bize inişini anlayamayız, mümkün değildir. Çünkü Kur’ân bizim için Fahr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.) aracılığıyla zahir olur; yani O’ndan (a.s.m.) zuhur etmiştir.

Hadîs-i şeriflere yan gözle bakan, İki Cihan Serveri Efendimiz’in (a.s.m.) tatbikatına bakamayan kişiler, bir kere hemen hemen Kur’ân’ın tamamını inkâr etmiş olurlar. İlk önce Allah Rasulü’ne işaret eden âyetleri görmezden gelmiş olurlar. Allah Rasulü’nün tatbikatına da erişmeden dini yaşamaya kalkarlar ki, bu imkânsızdır. Dinin direği olan namazın ahkamı bile peygamberin tarifiyle anlaşılmıştır.

Esas önemli olan ikinci bir açı ise şudur: Kur’ân nedir? Yani Kur’ân’ın Kur’ân olduğunu biz nasıl biliriz? Çok basit: Allah Rasulü “bu âyettir” dediği için biz onun âyet olduğunu biliyoruz. Yoksa onun âyet olduğunu kim bilebilir? Hatta sahabe sormuyor muydu “Yâ Resulallah, bu âyet midir yoksa sizin sözünüz mü?” diye. Kim tasdik ediyordu; tabiî ki diğer peygamberlerin de önderi olan Hazreti Risalet-i Penahi (a.s.m.).

Dolayısıyla, Kur’ân ya da mushaf olarak karşımıza çıkan o metin, Allah Rasulü’nün telaffuzuyla anlaşılmış, onun fem-i saadetinden zuhur etmiştir. Şimdi siz diyebilir misiniz; tamam bunun âyet olduğunu anladık, ama bu âyetin tefsirini senden dinlemeyeceğiz. Diyemezsiniz.

Hadîs-i şerifler arasına bazı yabancı şeyler karışmış olabilir. Ama bu hadîsleri yok saymayı hiç kuşkusuz gerektirmez. Günlük hayattan bir misal verelim. Boğaz köprüsünde kaza oluyor diye köprüyü trafiğe kapatır mısınız? Âlimlerin vazifesi, o yolun çizgilerini çizmek, levhalarını, ışıklarını doğru düzgün yapmaktır. Kaza oluyor diye yolu kapatmak, yol değildir. Gerek hadîs-i şerifler olsun gerek Ashabın uygulamaları olsun, yanlış anlaşılıyor diye göz ardı edilemez, ikinci plana atılamaz.

Zaten tarihe bakınız, Allah Rasulü’nü çok sevdiği için sapıtan, değil bir cemaat, tek bir ferd bile bulamazsınız. Resullulah’ı (a.s.m.) sevenlere Allah âdeta dalalete düşmeyi yasak etmiştir. Ve netice şu ki, Âl-i İmrân Sûresi’nde buyurulduğu gibi, kendisini sevdiğini iddia edenlere—Allah tarafından sevildiğini öğrenmek istiyorlarsa—Peygambere itaat etmeyi bizzat Allah emretmiştir.

Şu zamanda yaşayan insanlar olarak Peygamberimiz’in büyüklüğünü anlamada sorunlar yaşayabiliyoruz. Bu sorun nereden kaynaklanıyor sizce?

Şimdi iptidaî bir kavim düşünün. Balta girmemiş bir ormanda yaşayan iptidaî bir kavim. Bu kavmi alıp bir konser salonuna oturtun ve filarmoni orkestrası gibi bir orkestrayla onlara bir konser verin. Tam tam sesinden başka bir şey işitmemiş ve bilmeyen bu insanlar tabiî olarak hayret ederler, şaşırırlar ama incelikleri farkedemezler. Çok güzel, acayip olduğunu farkederler ama neden güzel olduğunu anlayamazlar. 140 vuruştan sonra sadece bir kere çalan bir zili, o inişli çıkışlı nüanslı performansı hiçbir zaman hakkını teslim ederek dinleyemezler. Zira böyle bir gelenekleri yoktur. Onlara tevarüs eden böyle bir güzellik yoktur.

Eğer Fahr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.) diğer peygamberlerden önce gönderilseydi diyor âlimlerimiz, onun güzelliği bilinmeyecekti. Yani Hazreti Musa’dan daha kerim, İsa’dan daha ruhullah, Yusuf’tan daha güzel, Nuh’tan daha neciî, Âdem’den daha safiî olduğu bilinmeyecekti. Bütün bu güzellikler bilindikten sonra Fahr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.) sahneye çıktı ve ne kadar güzel olduğu, inanan da inanmayan da olsa bu kültürü tevarüs eden her insan tarafından aşikâr oldu ve böylece inkâr kapısı kapandı. Nübüvvet ağacının çekirdeği Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatuvesselâm’dır. O ağacın en son zuhur eden meyvesi de yine odur. Yaratılışta evveldir, gönderilişte ahirdir. Yani bu elma, bu ağaçtandır; ama aslında o ağaç o elmadandır.

Hûlasa, Fahr-i Âlem’in güzelliğini şerhetmek için gelmiştir bütün peygamberler. Onun güzelliği ve esması ve sıfatları, hatta fiilleri meçhul kalmasın, herkesçe malum olsun diye.

Yine, Peygamberimizin büyüklüğünü yansıtan sanırım bir kutsî hadîste yer alan “Ben kâinatı senin için yarattım.” ifadesi var. Bu ifadeyi biraz açabilir misiniz?

“Allah kâinatı onun için yarattı” sözünü bazıları abartılı buluyor. Hâlbuki, malum olan şeyi farklı bir şekilde ilân etmekten ibarettir bu söz. Aklî olarak da izah edilebilir. Bakınız, Cenab-ı Hakk bu kâinatı niçin yarattı? Bilinmeklik için yarattı. Bilinmekliğini nasıl aktardı? Peygamberleri aracılığıyla. Bütün peygamberlerden Ruhlar Âlemi’nde “O Peygambere eriştiğinizde yardım edeceksiniz” diye söz aldı mı? Aldı (Âl-i İmrân Sûresi, 81).

Biraz ilmî olacak ama Kur’ân-ı Kerim mahluk mudur? Değildir, Allah kelamıdır. Sonradan olma değildir, gönderilişi sonradır. Demek ki Allah, ezelin ezelinde, bu manayı ve bu kelamı kendisinde bulundurmaktaydı. O kelamda Muhammedün Resulullah demedi mi? Le amrüku, “Ömrüne yemin olsun ki” demedi mi? Mekke’ye yemin ederken bile, orada Resulullah’ın yaşama şartını koymadı mı Beled Sûresi’nde? Vel asr diye yaşadığı asra kasem etmedi mi? Vedduha diyerek Allah Resulü’nün vechine yemin etmedi mi? İşte bunların hepsinin oluşu gösteriyor ki, bu semavat ve arzdan garaz, kendisini en iyi bilen ve en iyi bildiren zatın gelmesidir. Mesele bundan ibarettir.

Acaba peygambere karşı gösterilen inadın arkasında yatan gerekçe ne size göre?

Peygamberi anlamamak, Cenab-ı Hakk’ı ve Kur’ân’ı anlamamakla doğrudan alâkalıdır. “Bu zamanda biz Fahr-i Âlem Efendimizin (a.s.m.) hayatını tatbik eder miyiz?” “O günkü hayatı günümüzde yaşayabilir miyiz?” gibi sorulan sorular, esasında peygamberin devrine ve hayatına yönelik olarak yapılmış tenkitler değildir. Bunlar, doğrudan Allah’ı cahil kabul etmekle alâkalıdır. Yani biz Allah’a şunu söylemiş oluruz: “Sen Allah’sın, ama benim ve insanların 1400 sene sonra yaşayacaklarını bilemiyorsun” demekten ibarettir. Kur’ân-ı Kerim’e bakınız, ilk âyetler Âlemlerin Rabbi olduğunu bildirdikten sonra rahmaniyeti ve rahimiyetiyle bütün âlemleri içine aldığını beyan ettikten sonra Allah, Din Günü’nün sahibi olduğunu da nazarlarımıza verir. Bu ne demektir? Kıyamet sabahına kadar bu hükümler geçerliliğini ve tatbik sahasını muhafaza edecektir. Bunun hesabı, yapanlardan da yapamayanlardan da sorulacaktır.

Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hz. Hasan bin Sabit’in Efendimiz (asm.) için yazdığı bir dörtlüğü sizinle paylaşmak isterim:

Ve ahsenü minke lemtera kattu ayn.

Ve ecmelu minke lemtelidin nisau

Hulikte muberreen minkülli aybin

Keenneke gad hulikte kema teşa’u.

Göz göz olalı beri senden daha güzelini görmedi

Hiçbir kadın senden daha güzelini doğurmadı

Allah seni her türlü ayıptan uzak şekilde yaratmış

Sanki Allah Teala’yla meşveret etmişsin de dileğine göre yaratmış seni.

zaferdergisi.com