PLATONİK AŞK TASAVVUFİ AŞKI YANSITIR MI?
Bir gurup edebiyatçı dostumuzla bir mesele üzerinde konuşurken, tasavvufi aşkı soran bir genç arkadaşımıza, “İlahi aşkı tanımlarken önemli bir hususa dikkat etmek gerekir. Platonik aşk maddi unsurları da taşır, karşılığında maddi mahiyeti olan bir şeye bağlanma vardır. Bu yönüyle maddidir. Tasavvufi aşk ise, beşeri ayrıntılardan sıyrılarak Allah’a yönelmedir. Onda bu tür bir maddi veya nefsi bir arayış yoktur”, dedim. Yorumumu tamamlamadan, bu düşüncemin yanlış olduğu yolunda ani bir tepki aldım.
Şaşırmıştım, acaba ben mi yanılıyorum diye? Kitabi bilgilerle işe bakanlar, platonik aşkın da karşılıksız olduğunu ve mücerret sayılabileceğini düşünüyor olmalılar. Ancak, Bu Eflatun’un “Devlet” adındaki kitabındaki tanımından kaynaklanan bir aşk anlayışı ise, devlet maddidir ve oradaki aşk unsurları doğal olarak maddi olacaktır. Nitekim Necip Fazıl, bu hususa dikkat çekerken önemli bir noktaya işaret ederek; “Büyük fikir fütuhatının yanında, madde fatihlerinin ve madde fethine memur adamlarının yan yana bulunmasına dikkat edin!.. Sokrat Platon ve Aristo hemen hemen maddenin üç buudu gibi derinlik, uzunluk, genişlik halinde bütün Garp (Batı) felsefesinin temeli… Bütün batı tefekkürünün usulcü, idealist ve maddeci olarak bunlardan birine ircaı kabildir”,(1) der.
Bana tepki gösteren arkadaşımız Necip Fazıl’ın rahlei tedrisinden geçmiş birisiydi. Anlaşılan bunları okumamıştı ya da bilmiyordu veya böyle bir hassasiyete sahip değildi.
Şimdi meseleye daha sağlıklı yaklaşabilmek için Platonizm’e getirilen yoruma bakalım: “Eflatun’un Devlet diyalogunda anlattığı toplum teorisi. Bu teori, gerçek bir toplumu değil, filozofun idee teorisine göre tasarladığı ideal bir toplumu anlatmaktadır.” (2) Bir de uluslararası kabul görmüş bir başka kaynakta meseleye nasıl bakıldığını görelim: Vikipedi Ansiklopedisi bunu şöyle tanımlar: “Platonik Aşk: sekülerlikten çıkarak tinsele dönüşen aşk anlamına gelir. Ünlü düşünür Platon’un adından gelir. Günlük Türkçe’de karşılığı sorgulanmayan aşk anlamına kullanılır. Aslına göre gerçek sevgidir. Fiziksel doyum için değil, yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, öpüşmek vb. yapılabilir ama bu sayılanların yanında seks şart değildir. Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona âşık olma durumudur...”(3)
Toplum, elle tutulan, gözle görülen sosyal bir varlık ise, onun idealize ettiği aşkta maddî unsurun olmaması düşünülebilir mi? Eflatun’un “Devlet”inde anlatılanların tamamı kendince idealleştirdiği bir cemiyeti oluşturmak içindir. Dolayısıyla kelimenin kökü, temelde maddi ideallere dayanmaktadır. Maddenin başında ‘sekülerlikten’ yani dünyevilikten çıkış olarak ele alınsa da, ‘tinsel’e yönelme anlatımıyla gerçek mahiyetini ortaya koyar. Onun da aynı ansiklopedi, ‘tinsel’i ‘Özdek’ terimiyle ele alır ve şöyle açıklar: ‘Özdek devimselliği ve değişkenliği gereği, sayısız biçimleri kapsar: taş, insan, yıldız, ısı, yerçekimi, elektromanyetik dalga, radyasyon, kozmik nebüloz” gibi. Görülüyor ki, platonik aşkın merkezinde ‘insan’ var, hatta eşya var ve ileri boyutta da bazı soyut kavramlar var, ama din, daha doğrusu ‘Allah’ yoktur. Çünkü o, son cümlesinde özetlenen tanımıyla, “Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona âşık olma durumudur…” Bunun beşeri niteliğini nasıl ortadan kaldırıp tasavvuftaki ilahi aşkın yanına koyabilirsiniz?
Aşkın evrenselliği açısından beşeri aşkı bile, evliliğin kundağı, kucaklayıcısı, besleyicisi olarak görmeyen bu anlayış, kendince telkin ettiği aile hayatı bile ürkütücüdür. Eflatun’un Platonik Aşkı’nın bize arz ettiği aile hayatı her şeyi düşündürücü bir şekilde anlatır:
“Delikanlılarımızla kızlarımızı, düğün dernekle evlendireceğiz. Kurbanlar keseceğiz ve şairlerimizden bu evlenmeleri kutlayan şiirler isteyeceğiz. Evlenmelerin sayısın da devlet adamları kestirecek. Bu sayı, savaşlara, hastalıklara ve daha başka olaylara göre azalıp çoğalacak. Öyle ki, devlet toplumun azalmasını da önleyecek, çoğalmasını da. Bundan başka, savaşta ve başka işlerde yararlık gösteren gençlere nişanlar, ödüller verilmeli. Bu arada kadınlarla herkesten daha çok yatma hakkı tanımalı onlara. Kendilerinden alabildiğimiz kadar çok döl almak için bundan daha iyi fırsat olmaz. Doğan çocuklara gelince, bunları özel bir kurula bırakmalı, bu kurulda kadınlar da olacak, erkeklerde; çünkü devlet işlerinde her iki cins de ortaktır. Kadın yirmisinden kırkına kadar çocuk verecek devlete, erkekse yarışta en azgın olduğu çağı geçtikten sonra elli beşine kadar yapacak bu işi. Eğer bir kimse bu yaşların altında ve üstünde çocuk yapacak olursa, onu dine ve devlete karşı suç işlemiş sayacağız. Bu üretimi, devletin her evlenmede kadın-erkek rahiplerle yaptığı kurban ve dua törenlerinden yoksun kalmıştır. Oysaki bu törenler seçkin insanlardan daha yararlı çocuklar doğması için yapılır. Bunun dışında kalan her üretme, karanlıkların ve korkunç bir azgınlığın işi sayılacak, (4)
“Fayda Ahlâkı”na dayanan böyle bir anlayışın ürünü bu aşkın üzerinde daha fazla durmaya gerek var mı?
Divan edebiyatında bunun müşahhaslıktan mücerretliğe çevrilmesi, o görüşün, biraz millileştirilmesi, biraz İslamileştirilmesi arzusundan kaynaklanır. Buna rağmen, Divan Edebiyatı şairleri bunu genellikle meçhul sevgili için kullanmıştır. Ancak bu sevgili çoğu zaman‘Allah’ değildir. Mücerret de olsa, kendi hayalindeki beşeri bir varlıktır. Tasavvuf edebiyatı ise böyle bir anlayışı kabullenmez. Çünkü tasavvufta beşeri unsurlar yoktur. “Vahdet-i Vücut” da, olsun, “Vahdet-i Şühut”da aşkın hedefindeki Allah’tır.’İlme’l-Yakin’ kavramıyla başlayıp ‘Ayne’l Yakin’ ve sonunda ‘Hakka’l Yakin”de sevgilisinde yok olma mertebesi esas alınır.(5) Bu mertebe ulaşılan hedefteki Yüce Yaratıcı’dır. “taş, insan, yıldız, ısı, yerçekimi, elektromanyetik dalga, radyasyon, kozmik nebüloz…” değildir. Hele hele; “Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona âşık olma durumu” hiç değildir!
Kur’an-ı Kerim bu tür aşkın tanımı çok ilginç bir şekilde yapar: Kur’an-ı Kerim ise bu tür bir aşkı bakın nasıl tanımlıyor: “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (6)
Allah’ın Resulü de bu tür aşklar için şu tanımı getirir: “Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder.” (7) Sevilen “Şey” nedir? Maddi bir unsurdur. Kadındır, Eşyadır, Paradır; bütün bunları birden sağlayacak olan mevki-makamdır. Bunlar da kör ve sağır edicidir. Kör olan hakikati göremez, sağır olan hakikati duyamaz elbette. Demek oluyor ki, böyle bir aşk yakınlaştırıcı değil, uzaklaştırıcıdır.
Bu ana kanallardan beslenen Mutasavvıfların meseleye bakışı, bu iki temel kavramın yorumundan farklı olmayacaktır elbette:
“Tasavvuf’ta Aşk, Allah Sevgisi, Allah’ı sevmek.”tir. . (8)
Mutasavvıflar Aşk’ı Muhabbet kavramıyla yorumlamışlardır. Kalabazi, bu konuyu anlatırken, şöyle der:
Muhabbet Aşk demektir, muhabbet sevdiğin şeyleri sevdiğin için terk etmektir. Rabiatül Adeviye “Seni iki sevgi ile seviyorum. Biri benim aşkım, diğeri sevilmeye layık oluşun.” Bunlar bizde İlahi aşkın boyutlarını tayinde önemli birer belirleyici işaret noktalarıdır. (9)
Bizim aydınımız lügat bilgileriyle hareket etmeye alışık olduğu için bu kavramların sözlüklerdeki kelime anlamına takılıp ıstılah tarafı üzerinde pek kafa yormamışlardır. Bu, biraz da Helen kültüründen beslenen Batı’dan ithal edilen yabancı kültürün açık bir tuzağı olduğundan kaynaklanmaktadır. Bunun için bu tartışmada bana tepki gösteren dostlarımın karşısında onlarla münazaraya girmeye gerek görmedim, sadece susmakla yetindim. İnanıyordum ki, yapılacak bir tartışma, orada sonuca götürülemeyecekti. Onların resmi düşüncenin öğrettiği terimlere bağlanmalarını da terk etmeleri mümkün değildi. Geldim, oturdum meseleyi kendi boyutları içerisinde düşündüm ve bu yazıyı kaleme aldım.
Burada belki birkaç örnek vermek gerekirse, Yunus ve Mevlana sanırım bu konudaki en doyurucu ve inandırıcı malzemeleri bizlere sunmaktadırlar:
Dost’u aramak farz olmuştur âşıklara,
Boşanarak yüzüstü sürünen seller gibi O’nun ırmağına.
Kaldı ki isteyen bizzat O, bizse gölgeler gibiyiz;
Ey bütün konuşmalarımızda hep O konuşmakta. (10)
Mevlana’nın sözünü ettiği “O dost” elbette ki Allah’tır. Bunun kim olduğunu, Mevlana’nın bağlandığı Muhyiddin İbn Arabî, üstelik Platonik aşkın bir anlamda yorumunu yaparmen böyle bir aşk anlayışını da özellikle reddederek şöyle söylemektedir:
“Varlıklarda Allah’tan başkası sevilmez. Her aşığın gözünde her sevgilide zahir olan O’dur -ve bir âşık olmayan hiç- bir varlık yoktur. O halde; âlem hep sevenler ve sevgililerden oluşmaktadır ve bunun tamamı da O’na döner. Keza, O’ndan başka hiçbir şeye tapılmaz; zira tapınan hiç kimse taptığı şeye, onda bir Ulûhiyet hayal etmedikçe tapmaz. Yoksa ona tapmazdı. Nitekim Allah, “Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti” (11) Aşk da böyledir. Hiç kimse Yaratan’ından başkasını sevmez; ama o Zeynep, Suat, Hint, Leyla, bu dünya, para, makam ve dünyada sevilen her şeye duyulan sevgi dolayısıyla ondan perdelenir. Şairler sözlerini tüm bu varlıklar üstüne tüketirler; ama onlar bilmezler. Arifler, şekillerin perdesi arkasında gizli Allah hakkında olmayan bir dize, bir muamma, bir kaside, bira aşk şiiri asla işitmezler.” (12)
Dönelim tekrar Mevlana’ya, O da aşkın yukarıdaki ifadenin tanımı olarak; “Aşk, muhtaç olmayan Allah’ın bir sıfatıdır,/Aşka bir şeye duyulan aşk mecazdır”, (13) der.
Aşk’ı “Allah’ın sıfatı” kabul eden bu yaklaşımıyla yetinmez Mevlana, ona maddi bir varlık da ilave eder. Onu da, “Sen olmasaydın Kâinatı Yaratmazdım”,(14) Kutsi Hadisi’ne telmihte bulunarak şöyle yorumlar:
Aşk bir kazan gibi kaynatır denizleri,
Aşk kül eder dağları savurur kum gibi.
Çatlatır aşk, yüz yerinden yarar göğü,
Sebepsiz sarsıntıya salar yeryüzünü.
Saf aşk Muhammed’e eş oldu da,
Aşk yüzünden Allah, “Sen olmasaydın” dedi O’na.
Yalnız o olduğundan aşkın gayesi,
Tüm peygamberler içinden o seçildi.
“Eğer saf aşk olmasaydı sebebi,
Niçin var edeydim ki gökleri?
“Sen anlarsın diye aşkın yüceliğini,
Ben öyle yükselttim yüce gökleri.” (15)
Baştan sona bir ‘aşk abidesi’ olan Yunus ise, aşka adeta teslimiyet içindedir. Onun her şiirinde bu ‘İlahi aşkın’ ruhumuzu ısıtan örneklerini görebiliriz. Ben birini vermekle yetineceğim:
Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır
Cehd eyleyip ol dosta ermeyen âşık mıdır
Dost sevgisin gönülde cana berk etmeyen
Tul-i emel defterin düşmeyen âşık mıdır
Aşka tanışık sığmaz değme can göğe değmez
Pervâneleyin oda yanmayan âşık mıdır
Nefs arzusundan geçip aşk kadehinden içip
Dost yoluna er gibi durmayan âşık mıdır
Dün gün riyazet çekip halvetlerde diz çöküp
Sohbetlerde baş çatıp yanmayan âşık mıdır
Yunus imdi ol dostun cefasına sabreyle
Yüreğine aşk odun vurmayan âşık mıdır (16)
Bu şiirlerdeki ve daha bunun gibi birçok şairimizin binlerce şiirlerinde yer alan “Aşk” kavramını “Platonik aşk”ın neresine oturtacaksınız?
Sözü “Aşk Ahlakı”nın yazarına bırakalım burada:
“Aşk, maddeye esir olmamaktır. Allah’a yani Sonsuz Birliğe ulaşmaktır. Fertte cemiyeti, insanda insanlığı sevmektir. Şekle değil, tecelliye bakmaktır. Her yerde ve her şeyde Onu görmektir. Aşk ile âlem kemale gelir ve bize güzellik suretinde gözükür.” (17) Burada sormak gerekir: Bu ifadeler, Eflatun’un kolektif nesil üretme anlayışına uyar mı? Batı emperyalizminin, kültür alanındaki uzantılarında birçok yorumu bize kendi görüşleri çerçevesinde dayatıp kabul ettirmesi, onun mutlaka doğru kavramlar olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir. Necip Fazıl, Neo-Platonizm dediği İskenderiye Mektebi’nin bu iddiasına ağır bir eleştiride bulunur ve şöyle der: “İskenderiye mektebi… Üzerinde durmaya değmezdi, ama şu iftira var ya: Tasavvuf oradan alınma diye… Garplı fikirde son derece hilekârdır. Ne gariptir ki, orijinallerin orijinali; yani aslilerin aslisi tasavvuf, zaten Eflatun ile muharref Tevrat arası bir bulamaçtan ibaret, büsbütün sahte bir felsefe koluna bağlanmak isteniyor”, (18)diye isyan eder. Meseleyi uzatmamak için, bu konuda yazdıklarına girmeyeceğim. Türk aydınının ana problemi, kendisine telkin edilen yanlışı doğru kabul ederek onu tapınma noktasında kabullenmesidir. Anlaşılan o ki, Türkiye’de kültür bunalımını aşamadığımız sürece, kültür ve medeniyetimizde yer alan kendimize yetecek doğrulara ulaşmakta daha çok yıllar güçlük çekeceğiz. Yazık doğrusu!..
_____________________________
1 Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul1982 s.30
2Sosyoloji Sözlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul-1969 s.236
4 Eflatun, Devlet, Remzi Kitapevi, İstanbul-1962, s. 213.vd.
5-Kuşeyri Risalesi, (Çev. Dilaver Selvi) Yeni Şafak Yayınları, İstanbul 2009, s.139.
6 Bakara 2.165
7 Acluni, Keşfu’l Hafa, Beyrut 1932 I, s.343 (Ebu Davud, Askeri, İbni Hanbel (bk.Kalabazi, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s.161.
8 Kalabazi, (Doğuş Devrinde Tasavvuf, (Çev. Süleyman Uludağ) Dergah Yayınları, İstanbul 1979 s. 280.
9 Kalabazi, (Doğuş Devrinde Tasavvuf, (Çev. Süleyman Uludağ) Dergah yayınları, İstanbul 1979 s. 161
10 Külliyât, Gazel no 442; Türkçe çeviri, Divân-ı Kebir, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, cilt II, Bahr-ı Muzâri kısmı gazel no XV.
11 İsra; 17/23
12 Muhyiddin İbn Arabi, Fütûhât-ı Mekkiye; c. II., s. 326.
13 Mesnevî, c. VI 971-80;
14 İmam-ı Rabbani, Mektubat 122. Mektup
15 Mesnevî, c. V. 2735-40
16 Yunus Emre Divanı, (Yay. Haz. Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş) Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1980 s.21.
17 Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, Ülken Yayınları, İstanbul 1981 s. 31.
18 Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, s. 34.
#Muhsin İlyas Subaşı