Mevlâna’nın ‘aynı dili konuşanlar değil aynı duygu paylaşanlar anlaşır’, sözünü bir “evrensellik” esası olarak hiç düşündük mü? Duygudaşlık, insanlığımızın sınırlarını pasaportsuz geçmemizi sağlayan en bütüncül değerlerimizden. Farabî, Erdemli Şehir’de insan toplumunun en üst derecesi olarak şehir ve milletten sonra insanlık camiasını görür. Burada değer tanımaz bir beynelmilelcilikten bahsedecek, hele kendine yabancılaşmayı özgürlük ve uygarlık sanan akla argüman sunacak hiç değiliz. Lakin aynı duyguyu paylaşmak, duygudaşlık oluşturabilmek evrensellik yanında klasikleşmenin de temel sebebi gibi göründüğünden bu anlayışa Mevlana ile bakmak istiyoruz; Acaba Dostoyevski okuyan insanlar Rus kültürü içerisindeki bir manzarada kendilerini neden ve nasıl bulurlar? Beethoven yahut Wagner dinleyen biri farklı coğrafyalarda onların müziğinde nasıl bir duygu birliğine erişir. Mevlana okuyan bir başkası kendi kültürü ve dili dışında ne bularak duygudaşlıkla o manaya ve neyin sadasına yönelir. Bir tiyatro oyununun ruhumuzu sarıvermesi, bir sinema filmi, bir hikâye, ağaçlara bakmak, denizi izlemek, gökyüzüne, bir çocuğun yüzündeki masumiyet, yağmurun ve rüzgârın sesi duygularımızın çokluktan birliğe doğru akıvermesi neyle izah edilir? İşte duygudaşlıkta, evrenselllik ve klasik olmak hususiyeti yanında, birlik duygusunun olması belki de beşeriyeti bu manada bir eylemesi manidar değil midir? Duygudaşlık evrenin esasındaki birliği, varlığın varoluş tezahüründeki hikmeti sezip birleşerek birlik içinde olup kesretten vahdete gidişin bir kapısı olarak fevkalade önem taşır. Bir küreselleşme hayali olacaksa buradan bakmak gerekmez mi? Tek tipleştirmek mi yoksa birlik mi?
Varlığın münderiç çokluğu ile varoluştaki akisleri muhtelif zaviyelerde duygudaşlığın semeresi “birlik” duygusuyla bizi “bir” eder. İnsanları kadın ve erkek olarak var edip, boy ve budunlara ayıran hikmet tanışmamızı isterken, muarefemizin duygudaşlık esasında bir bilinç ile aklımızın fikri ile kalbimizin aşkı arasında bizi bir dünyaya taşırken, bu manaya dokunan sanatın tüm tezahürleri ve bu nazarla okunan varoluşun tüm renkleri bize bir anlaşma kapısı aralar gibidir. Ben-i adem aza-yı yeg digerend Ki der aferineş ye gevherend (Ademoğlu birbirine nazaran vücudun organları gibidirler Ki yaratılışlarında aynı özdendirler) diyen Sadî ne murad etmiş belki buradan sezebiliriz.
İşte burada bir aydınlanma başlar; hani peşinde meftun olduğumuz sermayenin aydınlanması ile başlayan aydınlanma var ya onun ötesinde bir yerde başka bir aydınlanmadır bu. İşte burada aydın kavramı muhtelif mefhumları ile karşımıza dikilir.
Aydınların duygularda bölündüğü yerde insanlığın müşterek manasını düşlemekse abesle iştigal gibi gözüküyor. Vefat sene-i devriyesi günlerin olduğumuz Prof. Dr. Erol Güngör “İslâm dünyasının uzun süren bir gerileme içinde kalmış bulunması, onun uyanış hamlesi için birinci derecede gerekli olan bir aydınlar kadrosunun doğuşu bakımından pek büyük menfî rol oynamıştır. Bütün geri kalmış veya az gelişmiş ülkeler gibi, İslâm ülkeleri de çok sayıda yüksek seviyeli aydınlardan, ilim ve sanat adamlarından mahrum bulunmanın ıztırâbını çekmektedir. (Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İst., 1997, s. 169)” İlim ve sanat adamlarının susması orada aklın ve duygunun susması manasına gelmez mi? Aklı ve duygusu susanların hangi medeniyet iddiasında bulunacakları ise üzerinde çok düşünmeye gerek olan bir konu değildir! İşte burada aynı duyguyu paylaşanların akli ve estetik yönleriyle insaniyet değerlerine, evrensel denilen içeriğe ve insani tekliflere ulaşmak yani medeniyeti tesis ve teklif etmek hususunda büyük bir kriz var demektir. Kendi kültürü ile bir şey olamayanların, buradaki kendiliğin içerisinden insanlığa yol açamayanlarında evrenselci budalalıklar içinde avunmaktan gayrı ameli olmayacağı aşikârdır. Taklit ya da yamama bütünlüklerden sadra şifa bir netice alınamayacağına tarih şahittir. İlim ve sanatın araçlaştığı yerde ise yozlaşma kaçınılmazdır. İşte burada Erol Güngör uyarısına devam eder: “İslam davasının asıl yükü, fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor. Müslüman aydınlar ve din adamları, âlimler mütefekkirler, sanatkârlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar. Medeniyet âlimlerle sanatkârların işidir. Yeni bir İslam medeniyeti de elbette ilim, fikir ve sanat eseri yaratanların omuzlarında yükselecektir. Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa, siyasi hedefler kendiliğinden ele geçecektir. (İslam’ın Bugünkü Meseleleri, 209.)” Burada açıkça âlimleri ve sanatkârları susan bir toplumun ilim, sanat ve fikirden mahrum bir içtimaının medeniyet vaad edecek bir kalkınma bağlamında siyasi çerçevenin araçlık edeceği bir realitenin oluşacağı ifade edilmektedir.
Erol Güngör burada medeniyet çerçevesinde bir kalkınmayı düşünürken kaçınılması gereken bir zihniyet ve tavrı “inkılapçı” dediği kimlikle ortaya koyar. Bu manada tarihi bir çerçevede yapılan modelleme şüphesiz bir karakter, yöntem ve üslup olarak zaman üstü bir bakışla düşünülmelidir. Araçla amaçların karıştığı yerde Erol Güngör’ün bu tespitleri dikkatle okunmalıdır, diye düşünüyoruz. Buradaki örnekleme mazrufu değişse de zarfı ve mefhumu değişik zaman ve zeminde baş gösteren bir durum olarak dikkate dokunuyor: ” …İnkılapçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir örneğini vermektedir. Bilindiği gibi egosantrik düşünce esas itibari ile çocukluk çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen şeylerle realite olan şeyler arasında ki farklı ayırt edememe şeklindedir. İnkılapçı, bir şeyin doğrusunu nasıl düşünüyorsa aynı şeyin başkaları için de doğru olduğunu düşünür. Sonra bu doğru bildiği şeyleri ardı ardına emirnameler halinde yayınlar; kendi kudreti yetmiyorsa aynı şeyi bir başkasının yapmasını bekler. Bu emirnameler realite ile uyuşmadığı zaman-pek çok örnekleri görüldüğü gibi bazen bir millet için felaketli neticeler doğurur ve şiddetli direnmelerle karşılaşırlar. (Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İst., 1980, s.37-38.)” Duygudaşlık, evrensel bir çerçeve ve birlik arayan bir amaç için araçların dikkatle düşünülmesi zarureti olduğunu bu örnek ve egosantrik bakışa dair ikaz üzerinden okuduğumuzda alimler ve sanatkarların vadisinde akacak bir suyun bir göle hapsedilerek toprakları sulamak yerine dar bir çevrede mahrumiyete terk edilmesi olarak görülmesi ufuk açıcı olacak, garabet olmayacaktır. Kafka’nın Ceza Sömürgesi adlı eserinde gösterildiği gibi araçların amaçlaşarak, duygudaşlığın bir dayatmaya dönüşmesi beşerin müşterekleşeceği bir zemin olmaktan uzaklaşıp bir yozlaşma hatta yabancılaşmaya yol açan kurguya dönüştüğü meselesi üzerinde hakikat namına ve hatırına kafa yorulması icap edilen bir mesele gibi duruyor. Modern yahut “yeni” akan medeniyet suyun bir duvarın arkasına yahut bir perspektife tıkıştırılması olarak bakıldığında “duygudaşlaştırılmak” da bir sömürgecilik dayatması olsa gerektir.
Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi: Türk Dünya Nizamının Milli, Dini ve İnsani Esasları başlığıyla yazdığı eserinin başlığında mefkûrenin esaslarını belirlerken bunların bir nizamın da yani medeniyetin de esasları olarak koyar. Türkistanlılar geleceğin asırlarında zaman ruhuna kendi üsluplarınca bir medeniyetçi milliyetçilik mührüyle konuşmak, kendileri dışındakilerle duygudaşlık kuracak ilmi ve sanat çerçeveleri oluşturmak istiyorlarsa bu üç esasın hangisinin merkezde olması gerektiği konusunda müşterek bir bakışla önce kendilerini ikna ile bundan sonra beşeriyete muhatap olmayı düşünürlerse mazi, hal ve müstakbele manalı bir zaviyeden bakarak dünyalarını teşekkül ettirebilecekleri naçiz bir derkenar olarak maruzdur. Evrenselcilik kompleksi kendine sırt dönmek değil kendiyle doğru hesaplaşma ve değerlendirmesini bu merkezden yapmak davası olmak gerektir. Bizi anlamıyorlardan biz neyi anlatamıyoruz, nasıl anlatmalıyız daha önemlisi ise nasıl eylemeliyiz ile kendimize ve kendiliğimize bakmak ve sigaya çekmekle bu Ramazan’dan bir bereket dileyebiliriz.
Ramazan berekete vesile olsun. Ya Fettâh…
Prof Dr Altan Çetin
https://kafkassam.com/prof-dr-erol-gungor-ile-duygudas-aydin-ve-insani-olani-izlerken.html
#Altan Çetin