PROF. DR. ETHEM CEBECİOĞLU İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi: Harun Alkan
Tasavvuf ıstılahlarının ortaya çıkışını genel olarak nasıl özetlersiniz?
Her ilim dalı bağımsız bir disiplin olabilmek için kendi terminolojisini inşa etmek zorundadır. İhtisasa işaret eden bağımsız bilim dalları ilim yapmak üzere kendilerine ait özel dili kullanırlar. Tıp tıpça, matematik matematikçe, hukuk hukukça, fıkıh fıkıhça, kelâm kelâmca ve tasavvuf da tasavvufça konuşur. Bunların hepsi İngilizce, Fransızca, Rusça gibi ayrı ayrı öğrenilmesi gereken dillerdir. Öğrenemezseniz o bilim dalı alanına girip ondan istifade edemezsiniz. Rusya’da Türkçe, Tasavvuf’ta Fıkıhça konuşamazsınız.
İslâm’ın fikrî-ilmî gelişiminin başlangıcında hiçbir bilim dalı müstakil değildi. Kur’an ve hadislerde, büyüyüp gelişmeye müsait, içeriği ham anlamlarla yüklü proto-terminolojik kavramsal, primitif bir yapı vardı. Hemen baştan belirtmek gerekir ki, tasavvuf ıstılahlarının temeli Kur’an ve Hadis’tir. Kur’an ve Hadis’e sıkı bir bağla bağlanması bu disiplinin islamîlik referansının en kesin dille birincilidir.
Allah’ın (c.c.), kâinata yerleştirdiği kemâlâta yöneliş kanunu gereği sırf tasavvuf değil İslâmî ilimlerin hemen hepsinde, Kur’an ve hadisleri temel alarak zihnin, aklın, iç ve dış tecrübelerin, üreticilik/geliştiricilik kabiliyetiyle bağımsız sofistike bir anlam yapılanması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Böylece tedrîcen, her ilmin kendine ait bir terminolojisi ve buna bağlı olarak farklı ihtisas alanları vücut bulmuştur.
Bu çizdiğimiz holistik gelişim panoraması içinde tasavvuf da fıkıh, kelâm, hadis, tefsir gibi üniversite (ilim) şehrinin ilahiyata ait mahallesinde Kur’an ve hadis zeminindeki kendine ait bahçede, evinin duvarının, kapısının, penceresinin vs. inşasını tamamlayıp adresini sabitlemiş, koordinatlarını/konumunu netleştirerek kendi sokağındaki yerini almıştır.
Bilindiği gibi Tasavvuf, kâl (söz) ilmi değildir; yani diğer bilim dalları gibi teorik/nazarî ağırlıklı değildir. Özellikle insan psikolojisindeki existence ile alâkalı “hâl” denen “yaşamak-tatmaktan” gelen bireysel iç tecrübeye dayanır. Tasavvuf ilmi, bizce practical/amelî temele dayalı bir oluş/eriş/buluşa sahip, vicdanî/arkesel formasyonuyla, diğer ilimler arasında seviyesi yüksek bir husûsîliğe sahiptir. Bu yüzden, bu ilim soyut tasviriyle anlatılırken “Men lem yezuk lem ya’rif” (tatmayan bilmez/tanımaz) denmiştir. Dikkat edilirse tanımda “lem ya’lem” denmemiştir. Yani bilmenin (ilmin) aşk katılmış hâli olan “irfan”a atıfta bulunulmuştur.
Bu hâl yönü yanında tasavvufun sözle ve yazıyla anlatılan bir başka cephesi olduğunu da ihmâl etmemek gerek. Sûfiler kendi aralarında anlaşmak üzere kitap, risale ve mektuplarında yazıya dökülmüş kitâbî bir dil oluşturmuşlardır. Hasan-ı Basrî (h. 21/110) ve Ebû Hâşim el-Kûfî (ö. 150) gibi muhtelif sûfi kişilikler ile birlikte ilk terminolojik inşanın başlandığı görülür. İbn Sîrin (34-110), Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297), Hâris-i Muhasibî (ö. 243), Zünnûn-i Mısrî (ö. 245), Sehl-i Tüsterî (ö. 283), Hallac-ı Mansur (ö. 293), Hâkim-i Tirmizî (ö. 320), Bayezid-i Bistamî (ö. 251-261) başta olmak üzere Kuşeyrî Risalesi’nin ilk bölümünde yer alan yetmiş küsur sûfinin selef döneminde kavramlar oluşturup içini anlamlarla doldurmaları, tasavvuf ilminin bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıkışında dikkate değer erken dönem çabalardır. Prof. Dr. Reynold Nicholson’ın (ö. 1945) “Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri” (A.Ü.İ.F.D. Yıl:1986) adlı makalemizde ele aldığımız Gazâlî öncesi, Kuşeyrî (h. 376-465) ashabının tasavvufa getirdiği çok yönlü bu tanımlar, anlam-bilim açısından da büyük bir önem taşır.
Bizzat “Tasavvuf ” teriminin bile her sûfinin kendi yaşadığı ruhi tecrübeler merkezinde kazandığı anlam zenginliği, terminolojik tekâmülü göstermesi bakımından, hemen her araştırmacının dikkatini çeker. Bu terimlerin sistematik tarzda ilk vücuda gelişi ise XII. Yüzyıla kadar olan süre içinde olmuştur. Kuşeyrî’nin Risale’s i , M e k k î ’n i n (ö. 386) Kûtu’l-Kulûb’u, Serrâc’ın (ö. 316) Lüma’ı ve benzeri erken dönem ilmî-fikrî mahsuller tasavvuf terminolojisinin inşasında “çocukluk ve gençlik” dönemine işaret ederken bu çabaların “olgunlaşma ve zirve” dönemi Gazzâlî’den sonra olmuştur.
Başta da ifade ettiğimiz gibi bu terminolojiye vukufiyet kazanmadan tasavvuf alanında söz söylemek, ya cehalet olur ya da haddini bilmemek olur.
Terminoloji bilmeden tasavvufa müdahil olan, şehrimizin başka mahallesine mensup karikatür tiplerin, seviyesiz ve cehle dayalı anlatım ve yorumları, acı verici olduğu kadar biraz da ironiktir. Bir akademisyen arkadaşımızın bu tür seviye fakirleri için yaptığı şu değerlendirmeyi daima çarpıcı bulmuşumdur: “Bu mesele, hoşaftan anlamakla ilgili bir keyfiyettir.”
Bu terminoloji tarîkatlarla birlikte mi çıkmıştır?
Tasavvufun sosyolojik bir organizasyon olarak müesseseleşmesi özellikle miladî XI. hatta XII. yüzyıldan itibarendir. Terminolojinin ilk ham oluşum başlangıcı ise yine miladi olarak VII. yüzyılın sonlarına doğrudur, diyebiliriz. Tasavvuf, tarîkat olarak müesseseleşmeden önce ıstılahlaşma yolunda oldukça mesafe alınmıştı. Mezkûr yüzyıldan itibaren görülen tarîkatlaşma süreci ile birlikte ıstılahlar, daha ileri anlam zenginliklerine hızla evrilerek tekâmül çıtasını yükseltmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî (k.s.) ile zirveyi görmüştür.
Tasavvuf nazarında akıl ruh beden ve nefis irtibatı nasıl kurulur? Bu dört kavramı tasavvuf nasıl açıklar?
İslâm genel ontoloji anlayışı, öncelikle Allah (c.c.) merkezli bir varlık bütünlüğü inşa eder ve insanı o bütünlük içinde transandantal bir şekilde Allah’a (c.c.) bağlayan yapıya işaret eder. Tevhidî bir yapıdır bu. “Hepimiz Allah’a (c.c.) aidiz ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/ 156) “Yerin göğün mirası (yani tüm varlık) Allah’ındır.” ( Â l – i İmrân, 3/180) “Bugün mülk(ün tamamı) kimindir? Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Ğafir, 4 0 /16) ayetlerinde tüm kâinatın Bir’e ait olduğu vurgulanır.
Ruh ve beden, vahdet ve kesrette birbirine zıt iki yapıdır. Ruh zamansız, mekânsızdır, mahiyeti “illâ kalîlen” (İsrâ, 17/85) yani çok az olarak bilinir. Yaratılmıştır ama ölümsüzdür “emr” âlemine aittir. Bir anda yaratılmıştır. Beden ise zamanlı, mekânlı, mahiyeti tefekkür, ilim, ak-letme ile bilinebilen geçici (corperelle), ölümlü ve halk alemine ait bir varlıktır. Ruh bedene hâkimdir, sultandır. İşte bu iki zıt varlığın birbiriyle buluşması, ancak bir ara varlıkla yani nefsle mümkün olmaktadır.
Nefs mahlûk, zamanlı ve ölücüdür. Azrail (a.s.) vefat anında nefsi öldürür. Nefs ölünce, ölümsüz olan ruh bedeni terk eder. Öncelikle nefsin ölümü ve onun ölümüyle bedenla ilişkisini kaybeden ruhun terki nedeniyle beden ölür ve unsurlar âlemine, “toprağa” karışır gider.
Kur’anî bir vakıa olarak basite irca ederek anlattığımız bu terimlerin tasavvuf kaynaklarında izahı da şöyledir: Ruh, idrak eden ve diri olan bir latifedir. Ana karnında tesviyenin (şekillenmenin) tamamlandığı 4. ay sonunda bedene üfürülür. Bedendeki ruh, sütte gizlenmiş yağa benzetilir. Buna latîfî sirayet veya bir tür nüfuz da denebilir.
Akletme, idrak etme özelliği, ruhun kabiliyetlerinden biridir. Bu nedenle ruh, ilahî hitaba yani emir ve nehiy-lere birinci dereceden muhataptır ve sorumluluk sahibidir, mükelleftir. Anne karnında ilahî/insanî ruh üfürül-meden önce insan varlığı, bildiğimiz et ve kemikten, bir de ona izafet halinde bulunan cemadî, nebatî ve hayvanî ruh ile diri bir organizmadan ibarettir. Beden, aslında ruha giydirilmiş geçici bir elbise olarak da görülebilir.
Nefs; ruh üfürülmeden önce rahimdeki ilk döllenmeden (zigot) itibaren vardır. Maddî organizma; nebatî ruh özelliği ile hücresel çoğalma ve büyüme, hayvanî ruh özelliği ile diriliğini sürdürme, cemadî ruh ile de cismaniyetini koruma durumundadır. Hayvanî, nebatî ve cemadî ruh şeklinde anlatılan bu kavramlar, orijini itibariyle Mısır’da Hz. İdris’e (a.s) kadar dayanır. Tasavvuf, İslam Felsefesi, Eski Yunan, Mısır ve zincirin son halkası Hz. İdris (a.s) dir.
İşte bu üç özelliğe sahip nefs; ilahî ruhun üflenmesi ile şehvetler ve arzuların idrak merkezli olarak kinetize olmasının önünü açar. İlahî ruh yok iken nefse ait arzu, istek, şehvetler, potansiyel halde işlevsizdir. Ruh ile nefs arasındaki ilişki, temeli itibariyle bu minval üzeredir. Bedene bağlı olarak başlangıçtan beri var olan bu nefs olmasa, ilâhî ruh bedenle irtibata geçemez.
Zümer sûresi 42. ayete göre ruh, uykudayken, ölen kişideki gibi bedeni terk eder. Akıl/idrak özelliğine sahip ruh uyku sırasında bedende bulunmadığı için uyuyan insanda nefsin şehvet ve arzuları durağanlaşır. Görme, duyma, tatma, dokunma gibi duyuları çalışsa da ruh olmayınca pasiftir ve bu yüzden beyinde bu duyular idrake dönüşmez. Bu idrakin olmayışı sebebiyle kulak canlıdır ama duymaz, göz canlıdır ama görmez, dil canlıdır ama tatmaz, el canlıdır ama hissetmez durumdadır. Ruh ise ait olduğu âlemde kendine özgü idrak bazında duyma ve görmesiyle rüyaları ru’yet etmektedir.
Beden, nefsin istek, arzu ve şehvetlerinin kullanılması suretiyle ruhun yönetimi altında olarak dünyadaki hayatını/varlığını sürdürme durumundadır. Nefs, ruhla metafiziğin de ötesinde bir irtibat halinde olduğu gibi bedenle de aynı şekilde belli bir irtibat halindedir. Nefsin ruhla irtibat halinde olduğu yer, metafizik kalp (gönül) iken nefsin bedenle irtibatta bulunduğu yer, fizik olarak beyindir. Bir örnekle basite indirgeyerek bu keyfiyeti şu şekilde açmak istiyorum. Eğer mesela diyelim, mercimek çorbası içiyorsam, bu bedenimin hayatını devam ettirmeye yönelik faaliyetidir, derim. Yemeği nasıl
yiyeceğimi ise beynimin direktifleri tayin eder. Beynin direktiflerini nefsin arzu ve iştahı şekillendirir. Nefsin arzularını, idrak, akıl ve bilinçli irade olarak ruh yönlendirir. İşte bu basitçe çizmeye çalıştığımız tablo, insanın beden-nefs-ruh bütünlüğü içindeki fonksiyonelliğini gösterir. İnsan, özetle bu üçünün determine edilmiş, rast gele değil planlı olarak belli bir armoni halinde toplamıdır. Nefs ruhla da interaktif ilişki halindedir. Bu ilişki ve irtibat ağı içerisinde akıl/beyin yemeği yedirir. Çorba içmeyi, ruha ait iradenin istemesi gerekir. Bu istek, nefsin iştahı etkisiyle olabildiği gibi, irade de nefse ait bu iştahı şekillendirebilir/yönlendirilebilir.
Geleneksel insiyatik eğitim, insanı bu bütünlüğü içinde ele alıp parçalara bölmeden terbiye eder, eğitir ve ortaya kâmil insan portresi çıkarır. Tarîkatlar da bu eğitimi veren okullardır.
Peki Hocam “rabıta”yı nasıl anlamalıyız?
Rabıta bilindiği gibi tasavvufu anlamamakta ısrar eden ve alanın diline/terminolojisine vakıf olmayan (layman) çevrelerin birinci handikabıdır. Tasavvuf uzmanlarının, kâinat çapındaki aşka dayalı anlayışlarının farkına varamayan alan dışı entelektüellerin, tasavvufun dördüncü, beşinci dereceden öneme sahip rabıta konusunda kilitlenme yaşamaları öteden beri dikkatimizi çekiyordu. Bunu ben annesiyle komşu ziyaretine giden küçük çocuğun, akşam eve dönünce babasına o evi anlatırken sadece buzdolabını anlatmasına benzetmişimdir. Hâlbuki o evde buzdolabından daha mühim, insanlar, yapılar, eşyalar ve sairler vardır. Çocuğun yiyecek referansıyla buzdolabı üzerinden yaşadığı dikkat körlüğü evin gerçek yüzünü görmesine engel olmuştur. İşte bu yönüyle alan dışında kalanların tasavvuf konusunda bu tür “yiyecek” referansı üzerinden yaşadığı körlüğü, anlama ve okuma algılarının arkaplanındaki travmatik zihinsel travmayı başlı başına bir araştırmanın konusu olabilir diye düşünüyorum.
Yakından baktığımızda rabıtanın “Ey inananlar, sadıklarla beraber olunuz.” (Tevbe, 9/19), “İnananlar kar-d e ş t i r.” (Hucurat, 49/10), “Onlar duvardaki tuğlalar gibi birbirlerine kilitlenmiştir.” (Saf, 61/4) ayetleri ve “Kişi sevdiği ile beraber haşrolacaktır.” (Buhari, Edeb, 96), “Mümin müminin aynasıdır.” (Ebu Davud, Edeb, 49) şeklindeki hadislerle birebir anlam korolasyonu halinde olduğunu görürüz.
Şu hususu başta belirtmek gerekir ki rabıta, kavram olarak kişilik inşasında, şeyhte fânî olmak, Hz. Resûlüllah’ta fânî olmak ve Allah’ta (c.c.) fânî olmak gibi bir kulluk projesindeki tekâmülden başka bir şey değildir.
Günümüzde hâl transferi olarak değerlendirilmesi gereken rabıta, pozitif benzeşim psikolojisi çerçevesinde -ki bu negatif de olabilir- tamamen insanî fıtratla barışık bir yapıyı ifade eder. İnsanlar fıtrî olarak daima bir rol modele ihtiyaç duyar. En büyük rol model hiç şüphesiz Allah’ın ahlâkıyla yani Kur’an’la ahlâklanan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Onun örnek alınması, Batı’da insanın taklid etmesi keyfiyeti (lmitatio hominis) ile alakalı bir realiteyle irtibatlandırılabilir. (Joshus Lath Liebman, Kalb Huzuru, çev. Sofi Huri, İst. 1962, ss.86 vd.) Şahsiyetimiz, başka şahsiyetlerle karşılaşıp haşır neşir olduğunda, modern psikolojide symbiosis kavramsal anlatımı üzerinden ele alınan yeni bir şahsiyet doğurur. İşte ruhlar üzerinden olan irtibatla şahsiyetin bu şekildeki dönüşümü, bizce tamamen fıtrî ve insanî bir olaydır.
Burada yaşadığım sosyo-empatik bir tecrübeyi anlatmadan geçmek istemiyorum:
Sürekli Mevdûdî’nin Te f h i m ’ini ve diğer eserlerini okuyan talebelerin, zaman içinde tamamen veya kısmen onun şahsiyetine dönüştüklerini görünce rabıtanın ne olduğunu bir nebze fark ettim. Bundan sonra Mevdûdî gibi müsbet insanlarla akıl, ruh irtibatı kuranlar ile negatif insanlarla irtibat kuranların, kişilik yapısına göre o kişiye olan dönüşümlerini hayatımda sürekli müşahede ettim. Sonuç olarak; “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sabitesiyle karşılaştım. Bu benzeşim denen fıtrî/kozmik bir kanundu hiç şüphesiz… Konuyla ilgili bütün problemlerin, “iyi” örneklerle beraber olup olmamak noktasında odaklandığını gördüm. Kısaca, bu durumu anlamayanların, rabıtayı, “insana tapmak” şeklindeki oldukça sığ antropomorfik anlayışa sığdırma çabalarını, entel-ironik bir keyfiyet olarak düşünmekteyim.
Tasavvuf karşıtlarının, felsefî, içtimaî, manevî, Kur’anî, peygamberî, dinî, itikadî, insanî, siyasî ve kültürel çok yönlü zengin bir açılıma sahip rabıtanın bu zenginliğini görmezden gelerek şirkle yaftalama, kolaycılığına kaçması bana bu travmatik mantalitenin analizi yapılması gerektiği inancını ihsas etmiştir.
Ruhsal iletişimle manen tekâmül etme konusunda araçtan ibaret olan rabıta uygulaması, müridin, ruhâniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhini hatırlamasından başka bir şey değildir. Ve bu hatırlama manevî mahiyette olarak, bellek dosyasında yerini alırsa, uygulamayı yapan kişide, örnek alınan kâmil şahsın kâmil ahlâkı zuhur eder. Bu ahlâk aynı anda ahlâkı Kur’an’dan ibaret olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.), mü’minin iç dünyasında sevgi boyutuyla vücut bulmasından ibarettir. Yani rabıtanın özü, Allah (c.c.) merkezli sevgiden başka bir şey değildir.
Yarım asra yakın tasavvuf akademisyenliğim sırasında binlerce görüşüp tanıştığım müritler/dervişler arasında şeyhine ve Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tapan tek bir kişiye bile rastlamadım. Rabıtayı anlamayanların sahaya inip bir parça alan taraması yapmalarını, özellikle terminoloji ile tanışmalarını objektiflik adına tavsiye ederim. Bilimsellik, palyaçoluk değildir.
İdeal örneğe (üsve-i hasene’ye) rabıta yapamayanlar, zaten nefisleriyle rabıtalı oldukları için sonunda dürtülerinin ürettiği bir canavara dönüşebilecekleri keyfiyetinin farkına varmak büyük önem arz eder. “Kâfir nefsin” Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yaptığı gibi “İslâmlaştırılması” gerekir. Bu, kapsadığı sınırları itibarıyla bilginin İslâmlaşmasının ötesinde bilgiye İslâmî ahlâkın yüklenmesini de içinde alır. Burada E=mc2’yi bulan Albert Einstein’in, icad ettiği canavarın (atom bombasının) Japonya’da çoluk-çocuk, yaşlı ve kadın yarım milyon masum sivilin hayatını söndürdüğünü haber alınca duyduğu pişmanlığı hatırlamak gerek.
Tasavvuf Sözlüğü’nde konuyu günümüz irfanına anlatabilmek maksadıyla şu şekilde açıkladık:
Rabıta, müridin zihnî planda tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak, mürşidi ile “beraberlik” halinde bulunmasını ifade eder. Ruhî terbiye için bu mânâ beraberliğine ihtiyaç olduğu kaydedilir.
Rabıta her şeyden önce psikolojik muhtevası ile insanî/ fıtrî bir olaydır. Kundaktaki çocuğuna duyduğu aşırı sevginin anneye süt ve gıda ihtiyacını hafif bir göğüs sızısı ile hissettirmesi gibi vakıalar, rabıtanın insanî, fıtrî ve tabiî bir olay olduğu hususunu kolayca anlaşılabilir, kılar. Bir insanın, öğretmenine, annesine, babasına, eşine, dinine, Kur’an-ı Kerim’e ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) duyduğu sevgi bir rabıtadır. Sevgi, insanın etrafını kuşatan afak, nesne (obje) ile enfusî/derunî (öznel) temasını ve yakınlaşmasını sağlayan önemli bir araçtır. Bu sevgi olmasa varlığın devamı mümkün olmazdı.
Rabıta, tasavvufî planda hiçbir mutasavvıf tarafından, insanın insanı tanrı edinmesi şeklinde açıklanmamıştır. Ancak, müridin şeyhine olan aşırı sevgisi tasavvuf psikolojisini tatmamış kişiler tarafından farklı biçimde yorumlanmıştır. Bu bilmemişlik, tatmamışlıktan gelen farkındalık noksanlığıdır.
Nakşibendîlikte rabıta önemli olmakla birlikte asıl değildir. Müridin şeyhine olan rabıtası murakabeye kadardır. Murakabe (derin tefekkür) derslerine ulaşınca artık rabıta terkedilir. Ondan sonra müridin sadece Allah’a (c.c.) rabıta yapması gerekir. Ancak ihtiyaç duyulunca yapılır. Murakabe aşamasına geldiği halde, yine şeyhine rabıta yapmaya devam eden kişi, manevî açıdan gerilemeye dûçâr olur. Zira şeyhe rabıta yapma, nihaî rabıta olan Allah’a rabıtanın bir ön hazırlayıcısı hüviyetindedir. İlki (yani başlangıçta şeyhe rabıta yapmak) havuzda yüzme eğitimi alan, ikincisi de yüzme eğitimini tamamlamış denizde bilfiil yüzen kişinin durumuna benzer. Tıpkı bunun gibi Allah’a rabıta, şeyhe rabıtadan elbette daha ileri ve daha kemâl noktadır. Birisi küçük havuz, diğeri kıyısı olmayan umman… Diğer tasavvuf okullarında da ismen olmasa bile mânâ olarak rabıta vardır.
Ama sonuçta rabıta; hal transferi yoluyla kâmil insan yetiştirmek hedefine kilitlenmiş irfanî bir uygulamadır.
Tarikatın vazgeçilmez üç unsuru olan “tekke”, “şeyh” ve “derviş” kavramları muhtevası itibariyle modern dünyada müslümanlara İslâm’ın yaşanması noktasında ne tür imkânlar sağlar?
Tasavvuf, bilindiği gibi olgun insan veya tabir-i âharla kul insan inşâsını hedef alan bir eğitimi kurgular. Bu eğitimi şeyh yaptırır, mekânı tekkedir. Talebesi de derviştir…
Akılsız kalp (gönül/aşk) ne kadar problemli ise kalpsiz (aşksız) akıl da o kadar problemlidir. Her ikisi de ayrı ayrı başına buyruk dengesiz olarak gelişirse insan, ideal dengeli kişilik özelliğinden uzak, yabancı bir çevreye travmatik bir şekilde savrulur. Hiç şüphesiz günümüzde August Comte pozitivizmi, Kant rasyonalizmi, modern dünyada aklı, ilmi putlaştırıp öne çıkarmakla insanın gönül dünyasını fakirleştirmiştir. Ben buna bir tür “insana yapılan örtülü suikast veya ihânet” demek istiyorum.
Biz vasat ümmet olarak, Yahudi akılcılığı (mağdubi aleyhim) ile Hıristiyan aşkçılığının (ed-Dâllîn) tam ortasında (sırat-ı müstakim üzere) olmak zorundayız. Aşk veya buna, “vellezine âmenü eşeddü hubben lillah” ayetine dayanarak iman da diyebiliriz… Bu aşk ve iman cem merkezinde sol ayak sabit, sağ ayak bu sabite etrafında, akılla fark çevresinde olmak üzere aynı anda 360 derece sema etmeli. İşte bu yapı içerisinde oluşturulacak denge, akıl-kalp dengesinin en güzel metaforik anlatımı olarak görülmelidir diye düşünüyorum.
Muhammed Abduh Zikrayât’ında (hatıralarında) biraz da yakınarak şöyle der: (Mealen)
“Ezher’i ıslah ümidini yitirdim. Kuzeye Tanta’ya gideceğim. Orada bir cami inşa edeceğim. Sağına İslâmî ve modern bilimlerin hepsini okutan bir üniversite kuracağım, aklı orada kemâle erdirip ilmi inşa ettireceğim. Caminin sol tarafına tekke inşa edip orada da kalbî eğitim verip irfanı geliştireceğim. Camide ilimle irfanı, yani akıl ile kalbi cem ederek insan inşa edeceğim.”
Abduh bu ideali ile bize aşırı akılcılığın fakirleştirdiği insanı, iç dünya zenginliği ile yani tekke ile onaracağını söylemek istiyor. Kendisi de akılcı olan Abduh, artık akıldan şikâyetçidir. Bu şekilde o, çıkış yolunu kadim irfan geleneğinin öğretildiği tekke denilen eğitim kurumunda yani tasavvufî sistemin öğretildiği müessesede buluyor.
Abduh örneğinden hareketle tekke, şeyh ve dervişin modern ama fakirleşmiş insan zihnine yapacağı katkıyı epeyce bir düşünmek gerek. Özellikle aydınlanmış akıl yapılanması üzerinden. E. Durkheim dediği gibi modernite ile büyüsünü, cazibesini kaybetmiş bir dünya ile karşı karşıyayız. Her şey soğuk, ruhsuz, sahte, mekanik ve yapay…
Hilmi Ziya Ülken iki ciltlik Türk Tefekkürü Tarihi adlı eserinde tekkelerin kapatılışını (Kasım-1925) değerlendirirken mealen şu tespiti yapıyor:
Tekkeleri kapattık. Artık sosyal muaşereti öğretecek müesseseler kalmadı. Halkevleri bu ihtiyacı karşılamak üzere açıldıysa da sonuç alınamadı… Bu ifadesiyle o sosyo-kültürel bir fakirliğe dûçâr olduğumuzu vurgulamak istiyor. Ülken’in dediği gibi sosyal muaşereti kaybedince kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, karı, koca, kardeş, akrabalık gibi sosyal yapıların hepsi, bilinmedik ufuklara savruldu gitti. Toplum kendi özüne, merkezine yabancı kaldı, yabanda kaldı ve yabanileşti, artık ehlî değil… Ancak, biz, modern insan, ne zaman yabandan, yabancılaşmadan kurtulup ehlîleşecek diye düşünürken, tarihten gelen tekke terbiyesi ile ilgili sosyal tecrübe, birikim ve deneyimimizi irfanî gelenek doğrultusunda yeniden düşünmek için vaktin geç olduğu kanaatinde de değilim. Merhamet, vefakârlık, yardım, îsâr, hizmet, dünyaya aşırı bağlılık vs. gibi insanı insan yapan özelliklerini kaybeden mekanik ve soğuk modern insana, tasavvufî eğitimin sahih temellere oturtulmuş tekke üzerinden hayat soluğu üflemek artık kaçınılmaz olmuştur.
İslâm dünyasının son üç yüzyılında modernleşme sürecinde sıklıkla eleştirilen “bir lokma, bir hırka” sözünü nasıl anlamalıyız? Modern müslümana bu ilkenin sadece tasavvuf sahasıyla sınırlı olarak takdim edilmesi ne tür meselelere sebep olmuştur?
Öncelikle “modern müslüman” tabirinin yanlış olduğunu söylemeliyim. Modern ya da modern olmayan müslüman kavramı Batı’nın bize kurduğu varoluşçu nötr ruhlu bir tuzaktır. Burada kastedilen akıl mı, düşünüş tarzı mı, yaşayış mı, önce bunu netleştirmemiz gerekiyor. Belki kavramsal çerçevede İslâm’a yakın olan ya da uzak olan müslüman demek daha sağlıklı olur kanaatindeyim. Veya bu, akültüre olmuş, olmamış Müslüman olarak da tanımlanabilir.
Benim yaşım 68. Şu ana kadar tek tük birkaç istisnasıyla “bir lokma bir hırka” diyerek yaşayan bir tek derviş görmedim. Herkes kapitalist, herkes ticaret aklıyla life-style kurguluyor, altın fiyatlarını, dolar fiyatlarını takip ediyor, arsa peşinde, ev/villa, araba, devremülk, rant peşinde. Ben dünyayı tamamen terk ettim, diyen bir tek Bağrıyanık Mustafa Amca’yı gördüm. Allah rızası için malının tamamını hayra verdi, gitti Medine’ye yerleşti. Karamanlı rahmetli Kamber Amca vardı. Bir de Sami Efendi Hazretleri’ni (k.s.) gördüm. Adana ovasında yüz-binlerce dönümlük verimli araziyi bırakıyor, basit bir muhasebecilik ve helâl para, alın teri ile hayatını idame ettiriyor. Ömür boyu riyazetten dolayı vefat ettiğinde 28 kilo imiş. Bu üç, beş istisnai şahsiyet dışında, demek istiyorum ki bir lokma bir hırka felsefesinin reel olarak artık bugün bir karşılığı yoktur. Kapitalist olmayan derviş kalmadı, sekülerleştik, maddîleştik. Şikâyetimiz bizim bundandır. Yıkılış da buradan oluyor. Yani hadisteki “ya’budûne’d-dînâr” meselesi…
“Bir lokma bir hırka”nın arka planında günlük yaşama, yarına para biriktirmeme vardır. Bugün çarpık modernist akıl buna da karşı çıkıyor. Adam bugün çalışıyor akşama kadar 3 dirhem elde ediyor. Bunun 1 dirhemini yiyor, 2 dirhemini de hediye ediyor. Yarına hiçbir şeyi yok. Modern travmatik akıl bunu okuyamıyor.
Peygamber Efendimiz buyurmuş: “Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, Allah kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Z ü h d , 3 3 ) . Negatif gibi görünen bir örnek vereyim. Mesela dikkat edin paranız yok, acınızdan öleceksiniz, bu durumda şer-i şerife göre bir günlük dilenme hakkınız bile var. Biri sana 10 lira verdi. Bu bir gün yeter mi yeter. Bundan sonra dilenme yok.
Konunun bir başka yönü de şöyle… Bugün İngiltere’de memurlar maaşlarını haftalık alıyorlar, biz ise aylık alıyoruz. Ancak onların usûlü İslâm’ın ruhuna çok uygun. Niye? İşçi çalışır alnı terler… o ter yere düşmeden devlet parasını ödüyor. Şu an Türkiye’de çalışmadan parası aylık olarak peşin ödeniyor. O da yanlış bir şey. Haftalık maaş alanların birikim yapamadığı, hemen harcadığı, yani paranın çabucak ekonomi döngüsüne katıldığını tespit eden konu uzmanları, bunun ekonomiye kuvvet ve ivme kazandırması yönünden iyi bir uygulama olduğunu söylüyorlar. Aylık maaş uygulamasında bu husus, söz konusu değil…
Bir lokma bir hırka geçmiş dönemlerde kaldı. Bu modern çapta hiç aza kanaat eden gördünüz mü? Yok. Dolayısıyla şu an “bir lokma bir hırka”yı konuşmanın aktüel bir değeri olmadığını düşünüyorum. Azla geçinmek, ihtiyacından fazlasını biriktirmemek, tevekkül etmek Osmanlı aklında geçer akçe idi. Mal o dönemde, modern çağdaki kadar putlaşmamıştı. Ve o akılla devlet sürekli büyüyordu. Şimdilerde artık o sinerjiyi yitirdik.
Modern insan kapitalist iştahlı tüketici, tüketmeye yönelik insandır. Yani o, kapitalist tüketim çılgınıdır. ABD’nin Ohio eyaletinde bir lokantaya oturduk. Önünüze bir tam paket peçete koyuyorlar, iki peçete kullanıyorsun. Geriye kalanı çöpe atıyorsun. Burger veriyor, bir parça yiyorsun geri kalanını yine çöpe atıyorsun… İhtiyacın bir kibrit sana elli tane aldırıyor. On gazoz ihtiyacın varsa 50 gazoz aldırıyor. Bir çift elbise yeter iken moda imparatorunun emriyle bir gardrop dolusu elbise almaya kışkırtıyor. Bu durum, bugün moderniteye esir düşen İslâm âleminde geçerli mi, evet aynen geçerli. Bir tek Bangladeş ve Nijer’de geçerli değil bu… Onlar da dünyanın en fakir iki devleti. Her sene bazen Bangladeş, bazen de Nijer sonunculuğu yakalıyormuş. Sonunculukta iki İslâm ülkesi yarışıyor. Burada bir lokma, bir hırka konusu istesen de var, istemesen de var. İkisi de yokluk ülkesi… Keçileri gördüm Niamey’de… ot bulamadığı için sokağa atılan gazeteleri yiyorlar, gazete yedikleri için de mürekkebi sebebiyle etleri insanları zehirliyordu.
Bu durum biraz da iktisatla alâkalı. Ayetlerde “Allah israf edenleri, saçıp savuranları sevmez.” (En’am, 6/141) buyuruluyor. Modern insan savurgan mı? Evet. Hani İslâm’da azla yetinme, kanaat vardı? Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı hayat, “bir lokma, bir hırka” hayatı idi. Bir akademisyen arkadaşımız şöyle demiş: “Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında yoktu o yüzden bir lokma bir hırka yaşıyordu.”. Hayır yanlıştır. Hz. Aişe (r.a.) annemize soruluyor: “Siz Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında ne yer ne içerdiniz?” diye. O da iki parmağını kaldırıp “Esvedân, esvedân” yani iki siyah diyor. Birisi su, diğeri hurma. Artık hurma yemek ve su içmekten o kadar melâl gelmiş ki, iki siyah diye cevap vermiş. Aslı öyle mi öyle değil. Muhammed Hamidullah ve diğer tarihçilerden öğreniyoruz. Efendimiz’in (s.a.v.) Hayber’de hurmalıkları var, toprakları var ve hayattayken bunları vakıf haline dönüştürüp kamuya mal etmiştir. İnce bir hesap yaptık, O, her hanımına senevî yaklaşık 300 kilo buğday, 400 kilo hurma veriyordu. Onlar da geleni hemen tasadduk ediyorlar, elde bir şey kalmıyordu. Peki, bundan başka geliri ne? Gazalarda elde edilen ganimetin 1/5’i âyette (Enfâl, 8/41) ifade edildiği gibi, Efendimiz’e (s.a.v.) kalmıştır ancak O, bu hakkını şehitlerin yetim ve dullarına, ashâb-ı suffaya dağıtmıştır. Yine elde bir şey kalmamıştır. Dolayısıyla O’nun fakrı gayr-ı iradî değil irâdî idi. Yok değil, vardı ama varlığını tamamen muhtaçlara dağıtmıştı. Peygamberimiz’de (s.a.v.) elindekini bir kenara ayırma düşüncesi yoktu. Günlük tevekkülle yaşıyordu. Kafasında yarın yok, bugün vardı. Annelerimiz için de öyle. Annelerimiz bir keresinde Efendimiz’den (s.a.v.) Şam kadifesi istemişlerdi. Efendimiz (s.a.v.) dünyalık istediler diye onlardan bir ay uzaklaşmış, (ilâ ve tahyîr) sonunda annelerimize uyarı mahiyetinde ayetler inmiştir. Ayet annelerimiz için “Siz başka kadınlara benzemezsiniz.” (A h z ab, 33/32) diye uyarıda bulunmuştur. Ve onlar hayat boyu toplumun en fakirinin yaşadığı gibi yaşamışlardır. Hatta bir keresinde Ebu Eyyub el-Ensarî (r.a.) bir oğlak pişiriyor ve Efendimiz’i (s.a.v.) davet ediyor. Efendimiz “Bunun yarısını annelerinize götürün.” diyor. Çünkü 7 günden beri hurma da yok, sadece su içiyorlar, diyor. Bunun üzerine Ümmü Eyyub el-Ensarî (r.a.) yemeği onlara götürüyor. İşte bu gibi örneklerden hareketle Efendimiz’in (s.a.v.) bir lokma bir hırka hayatı iradîdir, tespitini yaptıktan sonra konuyla ilgili çıkış noktamızdan birini buradan itibaren başlatabiliriz, diye düşünüyorum. Konuyla ilgili olarak Mustafa Özkan’ın Liberte yayınlarından çıkan “Hz. Muhammed Fakir miydi?” isimli kitabına bakabilirsiniz.
İslâm’da zenginlik yasak değil… Ancak doktora derslerimizden birinde dünyaya yaklaşmayı ya da dünyadan uzaklaşmayı, hem öven hem yeren ayetlerle ilgili bir atölye çalışması yaptık. Hatırımda kaldığına göre 110 civarında ayet bulduk. 55 ayet dünyadan kaçındırıyor. 5 ayet dünyaya teşvik ediyor. 50 ayet ise nötr. Kur’an’ın yol haritası da işte bu. Öyleyse bu manzara karşısında, değerlendirmeyi buyurun siz yapın. Yani Kur’ân’ın genel yaklaşımı, Müslümanların dünyacı olmalarına veya dünyacı olmalarına sebep olacak zenginliğe vize vermez niteliktedir. Ayetteki “fahzerû”yu (Teğâbun, 64/14) burada biraz fehmetmek gerek…
Peygamberimiz’in (s.a.v.) hayatı işte bu ayetlerde çizilen şekildeydi. Bunu örnek alan dervişler de O’nun gibi bir lokma bir hırka yaşadılar. Bu bir tembellik tablosu değil, kanaat ve tevhid tablosuydu. Geçmiş insanların vahşi tüketim gibi, vahşi kapitalizm gibi çılgınlıkları yoktu. Çünkü Kur’an’da israf bazlı tüketim değil, iktisatlı tüketim emrediliyordu. İktisat cimrilik değildir, en az ile ve denge ile yetinmektir.
“Halk içinde Hak’la beraber olmak”, “halvet”, “uzlet” gibi kavramlarla ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz?
Halvet uygulaması bir zamanlar tasavvufta vardı. Ancak son zamanlarda helâl lokma olmadığı için halvet uygulaması hemen hemen bütün tarîkatlerde kalkmış gibi gözüküyor. Halvetin temeli toplumdan uzak kalmak, Hak ile baş başa kalmak şeklinde çerçevelenir. Ama bu, halktan geçici bir süre olmak kaydıyla uzak kalmaktır.
Ben mizantrop bir insanım, topluma uzağım. İslâm, flantrop bir din, yani toplum içinde olmayı yeğleyen bir din. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine tebliğ farz-ı ayn olduğu halde Ramazan’ın son on gününde itikâfa giriyor mu? Giriyor. Hz. Musa Tur Dağı’nda 40 gün itikâfa giriyor mu? Giriyor. Peygamberimiz’in (s.a.v.) peygamber olmadan Hira’ya uzun süreli tehannüs için gidiş gelişi varsa, Hz. İsa’nın Zeytin Dağı’nda itikâfı varsa insanlar için de zikir, saflaşma ve fabrika ayarlarına dönmek üzere aynı uygulamayı yapmak mümkündür, diye düşünüyorum. Sanırım buna oto-güncelleme de denebilir, bir bakıma.
Ben, bunu hayatımda bir defa denedim. 10 gün boyunca, zikr, tesbih, ibadet… Halvetten çıkınca bu dünya bana eskisi gibi görünmedi. Geçiciliğini, faniliğini fark ettirerek gölge gibi ve soğuk göründü. Dünya vardı ama gölge oluşunun farkındalığıyla vardı, bende… Yani dünya merkez değildi, herşey değildi… Geçiciydi…
Bu yapı oluşunca dünyayı putlaştırma denen, madde-perest, kapitalist, para dostu bir insan olmaktan uzaklaşır mıyız? Elbette uzaklaşırız. Dünya kontrolümüz altında olur. Biz dünyanın kontrolü altında olmayız. Kısaca modern aklın sekülarist duruşu, itikâf karşısında erir, tükenir.
Bir başka bakış açısıyla halvette sınırlı miktarda yemek yeme, su içme var. Yani çok az. Ayrıca eşlerimizle birlikte olmak da yok. Halvet insanın kendisini tartmak, tanımak üzere, fabrika ayarlarına dönmek üzere kenara çekilip, tek başına Allah ve Ben’i yaşaması, yani öznesini inşa etmesi, Allah’ı içselleştirmesidir. Ayrıca mizantro-pik olarak ömür boyu bu şekilde hayat yaşayan bir tasavvuf erbabı, hemen hemen yok gibidir. En ağır halvet yaşayan Abdülkadir Geylânî’dir (k.s.). “Bana 20 yıl konuşmak yasaklandı, konuşmadım. Hep çöllerde yaşadım.” diyor. Ancak hep çöllerde değil. Ara sıra şehre de gidiyor, bir süre tefsir, hadis ve fıkıh dersleri dinliyor. Kendisi Hanbelî fakihidir. Sonra tekrar çöle açılıyor. Sonra dönüyor, yine ilim dinliyor. Hızır geliyor, konuşuyor, O’nu dinliyor. Ricalden birileri geliyor, konuşuyor, O’nu dinliyor. Konuşmuyor, sadece dinleyen kulak oluyor (üzünü hayr).
İbn Arabî; “60 gün Mukattam Dağı’nda kalırdım. Hiçbir şey yemez içmezdim.” diyor, bu açılışların ardından ortaya çıkan tekâmülden sonra Fütühat-ı Mek-kiye gibi bir şaheser vücûd buluyor. Esasen insanın, bazen ve ara ara kendi kendine çekilmesi, kendini tartması lazımdır. İslâm sosyal bir dindir ama sosyal hayatta başkalarını buluyoruz. Kendimizi bulamıyoruz, hatta kaybediyoruz. Ayette Allah (c.c.); “İnsanları kötülükten men ederken kendilerini unuttular.” diyor. Yani Kur’an’da bireysellik parantezinde kendimizi unutmamamız da emrediliyor. “Ben” sabitliğinin, sosyo-fenomenal değişkenliğinin tam ortasında korunması isteniyor.
Halvet uygulaması realite olarak var ama başta da belirttiğimiz gibi yaşadığımız dönemde artık kendi kendine kalmak, halvete çekilmek gibi bir uygulama hemen hemen hiç yok. Modern insan o kadar meşgul ki kendine kalamıyor, kendine ulaşamıyor. Bu yüzden sabitesini kaybediyor. Yitik merkezli, adressiz, serseri mayına dönüşüp uzaklara savruluyor.
İşte bu denli meşgul modern insan için tasavvufta özgün ve merkezî bir çözüm var… Halk içinde Hak’la beraber olmak… Kalabalıktasın ama kendini ve Allah’ı yaşıyorsun. Halk içindesin ama Allah’la berabersin. Tasavvufta işte bu terbiye verilir, öğretilir tasavvufta. Nur suresi 36-37. ayetlerde “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım erkekler, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkar-l a r.” buyuruluyor. Yani onları toplumsal hayatta hiçbir ticaret, hiçbir faaliyet Allah’ı anmaktan alıkoymaz. Yani kalbimi Allah’a sabitleyip meyve sebze fiyatlarına bakabilirim. Sosyal hayata açılabilirim. Kuantum ilkesi zıd-ların armonisi, kozmik denge böyle değil miydi? Zıtla-rın tevhidi… Kelime-i tevhid’de Lâ ilahe de var illallah da var. Tevhid bunu gerektirir. Kelime-i tevhid’de “ilah” da var, “Allah” da var. İkisiyle aynı anda yüzleşip ilahın reddini Allah’ın ıspatıyla beraber yaşamak… İki var oluşta da kendimizi inşa etmek, işte gerçek tevhid bu…
Hem kalpçi, hem de akılcı olacağız. Akıl çevrede dünya ile kesrette, kalp Allah’la beraber vahdette merkezde olacak. Birisinden birisini ihmal ettiyseniz dengeyi bozmuş olursunuz. Bozulan denge, dengeyi bozandan intikamını çok acı bir şekilde alır. Uyanık olmak gerek. “ve-lâ tuhsiru’l-mîzân”.
DİN ve HAYAT Dergisi
#Röportaj