RAMAZANIN GETİRDİKLERİ
Ramazan, dini-manevi atmosferin en yoğun şekilde kendini hissettirdiği ve yaşandığı bir zaman dilimi olarak dikkati çeker. Ayrıca yardımlaşma ve sosyal dayanışma bu ayda en ileri boyutlara varır. Bu düşüncelerden hareketle, Ramazan ayına damgasını vuran başlıca ibâdetler şöyle sıralanabilir: 1. Oruç, 2. Kur’an, 3. Zekât ve fitre.
ORUÇ
Ramazan her şeyden önce oruç ayıdır. Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, oruç sizden önce gelip geçmiş topluluklara farz kılındığı gibi, size de farz kılınmıştır. Umulur ki takvâ üzere olur / korunursunuz.” (Bakara, 183) buyrulur.
Sonraki ayetlerde ise: “Sizden Ramazan ayını idrak edenler oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa, oruç tutamadığı günler sayısınca başka günlerde kaza etsin.” denmektedir.
Bu emirlere uyarak Müslüman olarak Ramazan ayı boyunca, sabah imsak vaktinden, akşam iftar zamanına kadar oruç tutarız. Yani ibâdet maksadıyla o süre içinde başta yemek içmek olmak üzere, orucu bozacak hareketlerden uzak dururuz. İşleri, davranışları, kafaları, gönülleri ve duygularıyla, olgun ve ahlâklı bir tavır sergilemeye çalışırız.
Hz. Peygamber’in şu sözleri dikkat çekicidir: “Oruç bir kalkandır, oruçluyu beşeri ihtiraslardan korur. Oruçlu kimse kötü söz söylemesin. Oruçlu, kendisiyle itişip kakışmak ve dalaşmak isteyenlere karşı: Ben oruçluyum, diyerek onlara bulaşmasın. Allah’a yemin olsun ki, oruçlu ağzın açlık kokusu, Allah katında misk kokusundan daha makbuldür.” Hadisin devamında denir ki:
Yüce Allah şöyle buyurmuştur. “Oruçlu kimse benim için yemesini, içmesini, cinsi arzusunu bırakmıştır. Oruç, gösterişsiz olarak doğrudan doğruya bana yapılan bir ibadettir. Onun ecrini / manevi karşılığını da doğrudan ben veririm.” (Buhari, savm, 2; Müslim, sıyam, 163)
Orucun ayrılmaz parçası olan ahlâki tavırla ilgili bir hadis şöyledir. “Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa, Cenabı Hak onun yemesini içmesini terk etmesine yani oruç tutmasına hiç kıymet vermez.” “Nice oruç tutanlar var ki, oruçtan onlara kalan sadece açlıktır” (İbn Mâce, sıyam, 21)
Hz. Mevlânâ orucun maddî-mânevî çeşitli yönlerine işâret eder, nefis bir oruç anlatımı ve oruç medhiyesinde bulunur:
“Orucu şaşılacak bir şey bil; adama can bağışlıyor, gönül veriyor, şaşmak istiyorsan oruca şaş. Hayat göğüne ağmak, mi’râc etmek istiyorsan bil ki oruç meydandaki arap atındır senin.
Oruç can gözünün açılması için bedenleri kör eder. Senin gönül gözün kör de o yüzden hiçbir ibâdet o aydınlığı vermiyor sana.
Şu oruç her canlının yaşayışına belirli sınırlamalar getirmektedir. Onun içindir ki oruç, insanın insanlığını olgunlaştırmaya mahsustur. Âşıkların yaşayışları, beden mutfağı yüzünden kararmıştı, mutfaklarını aydınlatmak için çıktı geldi oruç.
Dünyâda şeytanın kanını içen oruçtan daha öldürücü, daha fazla kan dökücü bir şey var mıdır? Şu sultanın tapısında gizli, özel hizmete koşulmuş, özlem çekenlerin gönüllerini, canlarını oruç öylesine tâzeleştirir ki zavallı balığı bile su o kadar tazeleştirmez. Mücâhade erinin bedeninde, gönül maksadına erişme yolunda oruç, yüzbinlerce canın yaşayışından daha iyidir.
İslâm beş rükün üzerine bina edilmiştir ama vallahi o rükünların en büyüğü oruçtur. Allah her beşinde de orucu, orucun kaderini gizlemiştir. Zaten oruç Kadir gecesi gibi gizlidir. Hani yüz eşek yükü taş vardır da kimsecikler bakmaz bile. Mâden içindeki taşı güneş nasıl lâl yapıyorsa oruç da o taşları lâl hâline getirir.
Sen nasıl arslan olabilirsin ki, tilkiden bile tirtir titriyorsun. Fakat oruç, seni ormandaki arslanlara bile üstün kılar.
Midesine düşkün olan çok mîde ağrısı çeker, horlanır durur. Midesine bağlı olanların talihlerinde oruç yoktur.
Ya Süleyman saltanatını bağışlayan yüzüktür oruç, yahut da seçkin kişilerin başlarına giydirilen bir taçtır oruç.
Oruçlunun gülüşü oruçsuzun secde hâlinden yeğdir. Çünkü oruç, Onu Rahmân’ın sofrasına oturtacaktır.
Yemek yediğin vakit senin için pisliklerle dolar. Oruç, hamama benzer, bütün kötülüklerden temizler arıtır seni. Yemek istediğini kara yürekli yomsuz-kutsuz bir yıldız bil. Oruç ise, seni ışığa çevirir, bütün Zühal’lere ışık salarsın.
Aydın, bilgi ışığıyla ışıklanmış bir hayvan gördün mü hiç? Beden de hayvandır, hayvanın ardına düşüp de bırakma orucu. Beden hırsını şeker kamışını kırar gibi kır gitsin de o zaman orucu bol bir şeker gibi canın içinde bul. Katren nasıl olacak da denize ulaşacak? İşte oruç, sel gibi, yağmur gibi seni alır denize ulaştırır.
Ayağını oruçla yücelt de başa döndür. Çünkü oruç başa dönmüş kişilerin esenleştiği yerdir. Nefsinle savaşa girişince, orucu öyle ucuza satmam ben diye kendini yere at, ellerini çırp, ayaklarını vur, diren. Nefsin, gönlüne musallat olmuş bir Rüstem’dir. Ama oruç, onu gül yaprağı gibi tir-tir titretir.
Hani bir karanlık var ya, içinde âb-ı hayat gizli. Aklı başında olanlarca işte o karanlık oruçtur. Canının içinde Kur’ân ışığı istiyorsan, oruç bütün Kur’ân’ın tertemiz ışığının sırrıdır.
Ruha mahsus sofraların başına tertemiz erler otururlar ya, oruç, onlarla bir kâseden yemek yedirir sana. Oruç, seni gün gibi gönlü aydın, canı saf bir hâle kor, sonra da pâdişâhla buluşma gününde, bayram gününde varlığını kurban eder gider.
Oruç ülkesine ayak basacaksan neşelenerek ayak bas. Çünkü gamlılara oruç haramdır, yaraşmaz. Kim etek gibi orucun ayaklarına düşerse, en kısa zamanda beka onun yakasından baş gösterir.” (Dîvân-ı Kebîr, b. 1602; S. Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, s. 456)
BEN YOKUM SEN SENSİN
Eflâkî’nin rivayetine göre Mevlânâ nefis mücâdelesinde orucun ve açlığın yerini ifâde etmek için şöyle bir hikâye anlatmaktadır: “Senelerce ibâdet ve riyâzetle yaşayan bir derviş vardı. Bir gün kendi nefsine “Sen kimsin, ben kimim?” dedi. Nefis de “Sen sensin, ben de benim” diye cevap verdi. Bu adam kaç defa Kâbe’yi tavaf etti, yaya olarak yol zahmetini çekti ve tekrar, “Ben kimim, sen kimsin?” dedi. Nefis yine “Ben benim, sen de sensin” diye cevap verdi. Tekrar her ibâdeti yerine getirdi. Bununla beraber nefsi öldürmek için hiçbir çâre bulamadı. Bunun üzerine oruç, riyazet ve açlıkla meşgul oldu. Bu sefer nefsine “Nasılsın?” diye sordu. Nefis “Ben yok oldum, sen sensin” dedi.”
Mevlânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra da, “Nefsi açlıktan başka hiçbir tâat mağlûp ve müslüman edemez. Ey yemek içmek zindanında mahpus olan, eğer sen bundan kesilirsen kurtulabilirsin” demekte, orucun elden bırakılmamasını, çünkü orucun, kalplerde gizli olan bilgilerin anahtarı olduğunu dile getirmektedir. (Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, s.457)
KUR’AN
Ramazan Kur’an ayıdır “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.” (Bakara, 184)
Hz. Peygamber Efendimiz Ramazan aylarında, Kur’an-ı Kerim’in o güne kadar gelmiş ayetlerini tekrarlamaya önem verirdi. İslâm’ın temel kitabı ve Allah kelâmı olan Kur’an’ın her zaman okunması ve tekrarlanmasında fayda vardır. Müslümanlar bunu bir ibâdet zevkiyle yaparlar. Bu faaliyet Ramazan ayında daha bir önem ve yoğunluk kazanır.
Kur’an Allah’ın sözüdür. Kur’an okumak Hak Taalâ ile bir tür mükâlemedir, O’nunla konuşmadır. Onun lafzı da, manası da sırf hayırdır, şifâdır, berekettir. Kur’an dünyada belki de en çok okunan kitaptır. Anlasak da anlamasak da Kur’an-ı Kerim’i devamlı okumalı, dinlemeliyiz.
Bilindiği gibi Kur’an’ın dili arapçadır. Bu dili bilmeyenler onun mânâsını anlayamazlar. Okuduğumuz âyetlerin ne anlama geldiklerini bilmek isteriz. Bunun için Kur’anı Kerim’in dilimize çevrilmiş metinlerine baş vurmamız gerekir. Piyasada çok sayıda Kur’an mealleri ve tefsirler bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesini edinerek, okuduğumuzu anlamaya çalışmak elbette daha iyidir. Ramazan günleri bunun için iyi bir fırsattır.
ZEKÂT VE FİTRE
Zekât İslâm’ın şartlarından biridir, mali ve sosyal bir ibâdettir. Belli miktarın (nisap) üzerinde maddî imkâna sahip olan müslümanların, her yıl bunun yüzde iki buçuğunu, ihtiyacı olanlara vermesi gerekir. Zekât genellikle Ramazan aylarında verilmektedir. Ekonomik ve sosyal dengelerin daha fazla bozulmasını, bu sebeple çıkacak huzursuzlukları önleme bakımından zekât son derece önemli bir ibâdettir. Bu konudaki ayrıntıları , ilmihal kitaplarından veya bilenlerden öğrenmek mümkündür.
Ramazana mahsus daha küçük bir mali ibâdet de fitredir. Toplumumuzda geleneksel olarak, büyük küçük herkes fitre vermekle yükümlü kabul edilir ve bu malın değil başın zekâtı sayılır. Miktarları her yıl müftülüklerlece ilan edilen bu küçük meblâğın verilmesi, dayanışma bilinci ve yardımlaşma zevkini canlı tutar.
Hz. Mevlâna’yı dinleyelim:
“Mal sadakayla kat’iyyen azalmaz. Hayırlarda bulunmak malı yok etmez, kaybolmaktan kurtarır.”
“Altın zekât vermekle coşar, fazlalaşır. İnsanı kötülükten, fenalıktan kurtaran namazdır.”
“Zekât vermen keseni korur. Namazın da seni kurtlardan kurtarır, çobanlık eder sana” (Mesnevi, Çev. V. İzbudak, VI, b. 3573-75)
“Zekât verilmeyince yağmur yüklü bulutlar gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır.” (M. I, b. 88)
“Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle hayır yaptın mı, bu iyilikler öbür dünyâda ağaçlık, çayırlık, çimenlik olur.” (M, III, b. 3460)
#Mehmet DEMİRCİ