SEMÂ ÇIKARMA ÂDÂBI
Sema Âyîni Mevlevî zikrinin adıdır. Zikir, Allah’ı anmak, O’nu hatırlamak, O’na yaklaşmaya çalışmak için yapılır. Zikrin asıl yeri kalbdir, daha sonra dile intikal eder, nihayet bedene yansır. Veya tam tersi, söz ve hareket olarak başlayan Hakk’ı anma, nihâyet kalbde asıl yerini bulur, bulması beklenir.
Bazı dar görüşlüler semâı alelâde bir raks, bir oyun ve eğlence gibi görürler. Aslında derin duygulara, sevinçlere, kederlere bedenin iştirak etmesi tabiî ve beşerî bir hâdisedir. En eski devirlerden beri insanlar, çeşitli biçimlerde beden hareketleriyle duygularını ifâde ede gelmişlerdir. Bu hareketler şehevî, dünyevî, dînî gayelerle yapılabilmektedir.
Mevlevî semâının görünen yönü; beden hareketlerinin en incelmiş, süzülmüş, asâlet ve estetik kazanmış ve ibâdet duygusuyla yapılan şeklidir. Vakurdur, ciddîdir; hemen herkeste bir ulvîlik, rûhânîlik ve lâhûtîlik duygusu uyandırır. Hele mûsikîsi, muhteşemdir. Mevlevî âyîn-i şerifleri, Türk mûsikîsinin en zor, en sanatlı eserleridir. Ayrıca semâzenin kıyâfetlerinden başlamak üzere, semâ hareketlerinden her birine iç anlamlar yüklenir. Bütün bunlar derin bir kültürün ifâdesidir.
Mevlevî mukābelesi; şeyh efendi, semâzen başı, semâzenler ve mutrip heyetinden oluşan kalabalık bir toplulukla ve uygun bir mekânda icrâ edilir. Bunlardan her birinin uzun bir yetişme süreci, âdab ve erkânı vardır.
Bugün göze hitap eden en önemli figür, özel kıyâfeti ve zarif dönüşüyle semâzendir. Semâzenliğin de kendine göre bir usûlü ve âdâbı bulunmaktadır.
AYAĞA MI DÜŞTÜ?
Tekkelerin kapanmasından sonra, usûlüne uygun Mevlevî mukābelesi yapılamaz oldu. Bir evvelki yazımızda bunun ilk örneğinin nerede ve hangi şartlar altında icrâ edilmiş olduğu anlatılmıştı.
Son zamanlarda, görselliği ile ilgi çekmesi dolayısıyla, semâzenlik âdetâ moda hâline geldi. Çeşitli yerlerde semâzen görüntülü gruplar ortaya çıktı. Genelini itham etmek doğru olmaz, elbette içlerinde âdâbına uygun tarzda yetişenler, asâlet ve ulviyetini koruyanlar vardır. Ama umûmî kanat, semâzenliğin ayağa düşürüldüğü yönündedir. Olur olmaz yerde bir veya birkaç semâzen çıkarmak yaygınlaştı. Açılışlarda, günlerde, ticârî amaçlı toplantılarda gösteri unsuru olarak semâzene yer vermek, işin ulviyetine inananların gönlünü incitmektedir. Semâ, vahşî kapitalizmin tüketim malzemesi içinde yer almamalıydı.
Geleneksel kültürümüzde, herhangi bir hüneri –hat, mûsikî, semâ vb.- usûlüne uygun şekilde ehlinden öğrenen kimseler, bu mârifetlerini yanlış yerlerde, yanlış amaçlarla kullanmamaya özen gösterirlerdi
“NASIL SEMÂ ÖĞRENDİM?”
Bu yazıda asıl maksadımız; usûlüne, âdab ve erkânına uygun semâ çıkarmanın nasıl olduğunu ortaya koymaktır. Bir evvelki yazımızda Özcan Ergiydiren Beyefendi’nin kitabından söz etmiştim: Hayâli Cihan Değer. Orada, yazarımız nasıl semâ öğrendiğini ayrıntılı biçimde anlatmaktadır. Konuyla ilgili bölümleri, kitabın çeşitli sayfalarından aktaracağım. Kolay tâkip edilmesi için de bazı ara başlıklar ilâve edeceğim.
Semâ Dedem
“Sâmiha Anne (S. Ayverdi), 1956 yılı yazında İstinye’de yapılan Mevlevi Âyîni’nden sonra bana bir müjde vermiş, semâ öğrenmemi istemişti.
Ekim ayının sonlarıydı, yazlıktan dönüp Fâtih’deki evlerine gelmişlerdi. “Senin, Bâhir Bey’den ders almanı istiyorum. En güzel semâ eden o, hem de Efendim’in evlâdı. Önümüzdeki toplantıda sana hocalık etmesini kendisine söyleyeceğim. Yalnız evi biraz dardır” dedi. “Eğer müsâit değilse bana târif etsin, ben kendi kendime çalışayım” dedim. “Hiç öyle şey olur mu, dedi. Her şeyin bir usûlü vardır. Bu herhangi bir oyun veya dans değildir. Vücûdun değil, rûhun raksıdır. Hem benim istediğim sâdece semâ öğrenmen değil, onunla beraber âdab ve erkân öğrenmeni de istiyorum. Mâdem ki ehlinden ders alman mümkün, o halde tam olsun, iş şekilde değildir, içtedir.”
Bahir Bey’i, Boğaziçi’nde yapılan Müptedî Mukābelesinde görmüştüm.
Orta boylu, biraz kilolu, son derece efendi, kibar bir adamdı. Ertesi hafta mûsikî ve sohbet toplantıları başlamış, Bāhir Bey de, kızı Gülser Hanımla birlikte gelmişti. Sâmiha Anne, beni de yanına alarak, Bahir Bey’i yazıhâneye dâvet etti. “Beyefendi sizden bir ricamız var.” dedi. “Aman efendim estağfirullah, emredersiniz!” “Efendim, Özcan bizim oğlumuz, eğer lütfedip kabul buyurursanız sizin de evlâdınız, talebeniz olsun; hem semâ öğrensin, hem de sizden feyz alsın.” Bahir Bey sevinçle: “Başüstüne efendim memnûniyetle. Bendeniz semâ’a başlayalı yıllar geçti, o zamanlar, malûmunuz dergâh-ı şerifler açıktı.
Bugüne kadar bu emâneti devredecek gençlerin zuhûrunu bekliyordum, çok şükür bugün nasip oldu. Bu hizmet hem evlâdımıza, hem de bana Allahın bir lütfudur” dedi.
Sâmiha Anne “Özcan’cığım, Dedenin elini öp” deyince eline uzandım, “Önce Hanımefendinin elini öp” dedi. Döndüm Sâmiha Anne’nin elini öptüm, sonra onunkini tuttum, öptürmedi; daha doğrusu o da benimkini öperek musâfaha etti. “Evlâdcığım, yarın değil öbür pazar, sabah saat on birde gel, bismillâh diyelim” diyerek evini tarif edip adresini verdi; küçük defterimi çıkarıp kaydettim. (…)
SEMÂ DERSİ
O Pazar, sabah vakti abdest alarak Cihangir Câmii’nin yakınında, Özoğul sokağındaki evimden çıkıp (…) tramvayla Fâtih’e gittim. Akdeniz Caddesi’nden aşağı inerken bir simit alıp yol boyunca yiyerek yürüdüm. “Aç karnına olmaz sulu şeyler de yeme, mîden bulanır” demişti. (…)
Zile bastım, kapıyı Bâhir Bey kendisi açtı. “Hoş geldin” dedikten beni girişin sağındaki salona aldı. (…)
Dedem, duvara dayalı meşk tahtasını işâret ederek; “Şöyle koyalım” dedi. İki tarafından tutup yere koyduk. “Bunu yeni yaptırdım, tanıdık bir marangoza, ceviz ağacından, 80×120 cm boyunda” dedi. Kenarına yakın bir noktada pirinçten yapılmış parmak kalınlığında kısa bir çivi vardı. Ceketimi, kazağımı ve çoraplarımı çıkarmamı söyledi. Dışarı çıktı ve avucunda biraz tuz getirip tahtanın önünde, kıbleye karşı diz çökerken bana da işâret etti; yanına diz üstü oturdum. Tuzu sağ eliyle çivinin üstüne ve etrafına döktü, sonra eğilip niyaz ederek tahtayı öptü; ben de çiviyi öperek alnımı tahtaya koyup doğruldum (…) Dedem ellerini kaldırıp duâ etti, ben de âmin dedim. Ardından fatiha çekti, sessizce okuduk.
Önce kendisi tahtaya çıkarak sol ayağının başparmağını çiviye taktı, “İşte böyle yapacaksın evlâdcığım, ayaklarının arası bir ayak mesafesi olacak” diyerek kollarını göğsünde çapraz bağlayıp omuzlarını tutarak bir çark attı, durdu; bir çark daha attı, durdu; üçüncü çarktan sonra “Hadi bakalım gel” dedi. Parmağımı çiviye takarak tarif ettiği şekilde durunca ilâve etti: “Bu çivi zâhirde seni kendine esir edecek. Ama semâ’ın gerçek mânâsını öğrendiğin ve rûhunla semâ ettiğin zaman hakîkî hürriyete kavuşacaksın” Böylece semâ dersine başlamış oldum.
Emekli deniz albayı olan Bâhir Bey altmış yaşın üzerindeydi. Oturduğu apartman dâiresinde kiracıydı. Eşi, kızı, oğlu, gelini ve torunu -sonraki yıllarda müzisyen Atilla Şereftuğ- ile beraber oturuyorlardı. Kendisi şirkette, oğlu ve kızı da başka müesseselerde çalışıyorlardı.
Üç hafta sonra dokuz çark atmaya başlamıştım. Dördüncü dersten bir gün önceki sohbet toplantısında, henüz sohbet başlamadan dedem beni çağırdı, Sâmiha Anne’nin yanına gelerek “Efendim, birkaç dakîkanızı ricâ edebilir miyim?” deyip küçük odanın kapısını işaret etti, “Şöyle buyurmaz mı sınız lütfen” dedi. Sâmiha Anne “Hay hay efendim” deyince hep beraber odaya girdik; Dedem odanın her iki kapısını da kapatıp “Efendim, Özcan evlâdımızın meşki çok iyi gidiyor. Müsâade ederseniz teberrüken huzûrunuzda üç çark atsın” dedi. Ben şaşırdım, böyle bir şey beklemiyordum, sıkıldım. Ama Sâmiha Anne “Çok memnun olurum” deyince kollarımı bağlayıp ayağımı mühürledim ve eğilip niyaz ettim. Sonra kollarımı açmadan üç çark attım tekrar niyaz ettim. Sâmiha Anne “Maşaallah çok güzel; eh hocası siz olunca elbette talebe de mükemmel olur. Eksik olmayın beyefendi, Allah tamâmına erdirsin” dedi. Dedem işaret edince her ikisinin de ellerine uzanıp öptüm.
(…)
Şeb-i Arus yaklaşmıştı; Sâmiha Anne, Dedem ve Halil Can Beyi’n dâhil olduğu mutrıp ve semâzenler topluluğu Konya’ya gittiler. Ben de gitmek, Molla Hünkâr’ı ziyâret etmek istiyordum, ama nedense söylemeye utandım. Lâkin duramadım; Şeb-i Arûs’dan bir gün önce, otobüse atlayıp Konya’ya yollandım.
1956 Yılı 17 Aralık günü Konya’daydım. Hava soğuktu. Otobüse akşam binmiş, sabah inmiştim. Şerâfettin Câmii’ne yakın ucuz bir otelde yer buldum. Kāfileyle berâber Sâmiha Anne de, aynı câmie bakan ve meydanın kenarında bulunan Başak Palas’a yerleşmişlerdi. (…)
SİKKE SÂHİBİ OLUYORUM
O gün öğleden sonra Neyzenbaşı ve bizim mûsikî hocamız olan Halil Can Bey “Biz Bahir beyle ziyârete gideceğiz hadi Özcan’ım istersen sen de gel” dedi. Bizlere hep böyle yakınlık gösterir, şefkatle muâmele ederdi. Sema’ Dedem de “Evlâdcığım, Hz. Pîr’i ziyâret edelim, apdestin var mı?” dedi. “Var efendim” dedim. Otelden çıktık, hava soğuktu; sola dönüp köşeye kadar yürüyünce Dedem durdu ve: “Üstâdım, şuradan çarşıya girsek, su çocuğa bir sikke alsak nasıl olur?” Halil Can “Aman efendim, pek münâsib olur, hattâ Mehmed Dede’yi de ziyâret eder, sikkeyi tekbirletiriz” deyince caddeyi geçip karşı sokağa daldık. Çarşı içinde biraz yürüdükten sonra küçük bir dükkâna girdik. Çeşitli hediyelik eşya arasında sikkeler de vardı. Her ikisi de sikkeleri şöyle bir yokladılar, birkaçını başıma geçirip muâyene ettiler ve nihâyet uygun gelenin fiyatını sordular. Bâhir bey elini cebine atarken Halil bey “Mirim, büyük hediyeyi siz verdiniz, semâ öğrettiniz, müsâade ederseniz fakîrin de bir niyâzı olsun” dedi.
Dedem, “Hay hay üstadım, Allah kabul etsin” diye cevap verdi. Bir an “ben vereyim” demek aklımdan geçti ama, çok ayıp olacağı düşüncesiyle sustum. Sikke, kâğıda sarılırken teşekkür ettim. Ara sokaklardan caddeye doğru yürüdük. Bir elim paltomun cebinde, öbür elimde sikke, Türbe-i Şerîfe doğru yöneldik. Soğuk bir rüzgâr yüzümüze çarpıyordu. Onlar hiç acele etmeden, ağır ağır yürürken tatlı bir sohbete dalmışlardı. Nihayet bir meydana geldik; sağda heybetli bir câmi, Selimiye vardı ve karşıda kubbelerin ve bir minârenin yanında fîrûze renkli Kubbe-i Hadrâ yükseliyordu.
(…)
Kapıdan avluya girdik, kadın-erkek pek çok ziyâretçi vardı. Türbe-i Şerîfin kapısı büyük bir sevgi ve şefkatle “gel, gel, ne olursan ol, yine gel” diyerek kollarını açmıştı. O tarafa yürürken uzun boylu bir genç adam peyda oldu, “Hoş geldiniz” diyerek hepimizle musâfaha etti, hatırımızı sordu. Hocamla Dedem de mukābele edip ayak üstü birkaç kelâmdan sonra veda ettik. Hocam “Bu beyefendi Mehmed Önder, buranın müdürüdür. Ehl-i dil, kibar bir adamdır” dedi.
HUZÛR-I MEVLÂNÂ’DA
Ayakkabılarımızı çıkarıp eşiği atladık; lâhûtî bir ney sesi bizi karşıladı, sardı ve sanki bir nûr gibi içime aktı. Orada durduk; Hocam ve Dedem kemâl-i tâzim ile kollarını kavuşturup ayaklarını mühürleyerek niyaz ettiler, ben de onlara uydum.
Ağır ağır yürüdük. Bir başka âleme dalmıştım, asırların uğultusuyla berâber yalnız Mevlânâ değil, yalnız burada yatanlar değil, bütün bir evliyâlar ordusu ve bizzat Peygamberler Peygamberi burada, semâya açılan bu kubbelerin altında bir aradaydılar. Öylesine yakındı ki sanki elimi uzatsam dokunacaktım. (…) Bir müddet, târifsiz bir huşû içinde öylece kaldık. Sonra, sağa sola bakmadan geri geri yürüyerek, yürüyerek değil, havada süzülerek, kapıya geldik; tekrar niyaz ettik, pabuçlarımızı giyip avluya çıktık.
Bulutların ardındaki güneşin yumuşak ışığı, şadırvandaki fıskiye şırıltısı, kuşlar ve avludaki ziyâretçilerin konuşmalarıyla o uhrevî âlem inip tekrar yeryüzüne dönmüş gibi oldum. Şadırvanın yanında bir lâhza durup etrâfa bakınırken Hocam anlatıyordu: “Türbedar Mehmed Dede bugün hayatta olan son dedelerden biridir. Kendisi dergâhlar kapatılmadan önce Hz. Mevlânâ’nın türbedârı imiş. Burada, eski hücresinde ikāmet etmesine müsâade edilmiş, Artık benzeri olmayan, maalesef nesli tükenmiş mübârek kişilerden biri. Haydi elini öpelim, duâsını alalım, sikkeni tekbirletelim”.
SİKKE TEKBİRLEME
Avlunun iki yanında uzanan hücrelere doğru yürürken, sikkem kucağımda, onları tâkib ettim. Camekânla kapatılmış koridorda biraz ilerledikten sonra kapısı açık bir odanın önünde durduk, içerde, ayakta bir kişi vardı; Hocam kapıyı hafifçe vurarak “Destur erenler!” dedi. Zayıf yorgun bir ses “Buyursunlar efendim, buyursunlar” deyince girdik. Biz girerken içerdekiler çıkıyordu. Karşıdaki alçak sedirde yaşlı, beyaz sakallı, mütebessim, nur yüzlü bir ihtiyar dizlerinin üzerinde oturuyordu. Bizler elini öperken “Hoş geldiniz” deyip, hatırımızı sordu, yer gösterdi; diğer sedire iliştik. Birbirlerini tanıyorlardı; Hocam ve Dedem büyük bir hürmetle konuşuyor, o da alçak sesle, hadisler ve farsça beyitler söylüyor, uzun zamandır görmediği çocuklarına kavuşmuş bir baba gibi sevgi şefkat dolu gözleriyle okşuyordu. Bir ara eliyle beni işaret ederek “Bu gonca hangi bağın gülüdür?” diye sordu. Dedem “Efendim bu evlâdınız Sâmiha Hanımefendinin yetiştirmesidir, Ken’an Rifâî Hazretleri ‘ne mensuptur. Fakîrin de semâ talebesidir, henüz dersi tamamlanmadı. Lütfedip sikkesini tekbirlemenizi niyâz ediyoruz. Duânız bereketiyle hem iyi bir semâzen, hem de gerçek bir derviş olur inşâallah” dedi. Mehmed Dede “Hay hay Sultânım” dedi ve bana hitâaben “şöyle gel evlâdım” dedi. Ayağa kalktım, Dedemin işaretiyle Hazretin önüne diz çöküp oturdum.
Mehmed Dedenin duâsını hatırlayamıyorum. Çok heyecanlıydım, Mevlânâ’nın yaşadığı yerde, onun yanında, onun devrinde yaşıyor gibiydim. Duâ bitince sikkeyi eline aldı tekbîri okumaya başladı. Hocam ve Dedem de iştirak edince sanki bütün semâ bu muhteşem nağmeyle doldu. Sonra sikkenin kenarını öperek başıma giydirdi ve “Fatiha!” dedi, okuduk. Dedem omzuma dokundu, “Elini öp” diye fısıldadı. Dizlerimin üzerinde dikilerek Mehmet Dede’nin elini öptüm; “Allah mübârek etsin evlâdım” dedi. Dedeme dönünce Halil Bey’i işaret etti, onun ve Dedemin ellerini öptüm.
(…)
Az sonra Başak Palas’a dönüyorduk. Onlar yine ağır ağır yürüyorlar, tatlı tatlı konuşuyorlardı. İçim içime sığmıyor, koşmak istiyordum. Bu şehrin havası yedi asırlık o harikulade hikâye ile dopdoluydu. Mevlânâ ve Şems-i Tebriz, o, gönülleri tutuşturan, yürek paralayıcı kanlı hikâye… sevgi, hasret, çile ve ıztırapdan doğan o büyük eser, Mesnevi… Ve şiir, ve semâ, ve mûsikî… Asırlardan süzülüp gelen bütün o güzellikler, o zengin kültür, o irfan ve ilâhî aşk nice geçmiş zamanlardan sonra şimdi tek bir merkezde toplanmış, tek bir şahısta tecessüm etmişti. Ve ben şimdi ona, o eşsiz ve benzersiz insana, Sâmiha Anne’ye gidiyordum. (Hayâli Cihan Değer, s. 169-175)
MUKĀBELEM
(Sâmiha Anne)“Bu gibi şeylerde, hocalık yapan kimselere bir hediye almak âdettir. Ben de Deden Bahir Bey için bir takım elbiselik kumaş aldım” diyerek elindeki paketi açtı ve koyu renkli, yünlü kumaşı gösterdi. (…).
O yaz Nezihe Araz Hanım Yeniköy’e yakın, sâhilden içeride, iki katlı, eski hayli büyük bir ahşap evin üst katını kiralamıştı. Mukābelem burada yapılacaktı. Târihi kararlaştırıldı, dâvetli listesi hazırlandı; bir yıl önceki mukābelede bulunan, başta Şeyh Mithat Bahârî Bey olmak üzere aynı mutrıban ve semâzenler davet edildi. (…) bütün tennûreler beyazdı, yalnız benimki sarı-turuncuydu. Dedem, beni tekrar tekrar gözden geçirdi, kuşağımın altından eteğimin kırmalarını tek tek düzeltti. Çok heyecanlıydım, ama onun heyecanı benden daha fazlaydı. Nihâyet misafirler -kimi ayakta, kimi oturmuş- yerlerini aldı. Mutrıp, kendilerine ayrılan köşede durdu, semâzenler de gelip postun sol tarafına dizildi. Ben, âdet gereğince Dedemin arkasında idim. Az sonra Şeyh Efendi ağır ağır yürüyerek posta geçti ve niyaz ederek diz çöküp oturdu. Hepimiz aynı şekilde niyaz ederek oturduk.
Şeyh Efendi son derece akıcı, yumuşak ve insanın tâ içine işleyen sâkin bir sesle Hz. Mevlânâ’nın Farsça bir gazelini okumağa başladı; her beyitin başında aynı suâli tekrar ediyordu:
Dânî semâ çi büved ? Savt-ı belî şenîden
Sonra beyiti tercüme ve şerh ediyordu: “Semâ nedir bilir misin ? O yüce hitâbı işitmek, Allah’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu zaman ruhların “Evet, Rabbimizsin!” diyen sesini duymak; cümle varlıkdan geçip Allah’a kavuşmaktır.
Semâ nedir bilir misin? Dosttaki binbir çeşit tecellîyi görmek, lâhût âleminin perdelerinden Hakk’kın sırlarını işitmektir.”
Daha ilk mısrâdan itibaren anladım ki her kelimenin muhâtabı benim; Hz. Mevlânâ yedi asır önce bu emsalsiz şiiri benim için söylemiş, şimdi Şeyh efendinin ağzından bana sesleniyor, bana semâyı anlatıyordu.
“Semâ nedir bilir misin ? Nefsin ile harb etmek, kesilmiş ama ölmemiş bir kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktır.
(…)
Semâ nedir bilir misin? Şems-i Tebrîz gibi gönül gözlerini açmak ve mukaddes nurları görüp seyretmektir.”
Bu son derece güzel gazelin her kelimesi, sanki bir damla ateş olup içime düşüyor, kalbimi yakıyordu. O günden yüreğimde kalan en derin iz, toprak ve kan içinde çırpınan, o yan kesilmiş kuş oldu. O benden başkası değildi.
Mukābele nasıl yapıldı, ben ne hâldeydim, neler duydum, neler hissettim? Bunu kelimelerle anlatmağa gücüm yetmez, benim için imkânsız bir şey.
Nihayet âyin sona erdi; semâzenler ve mutrıban, semâzenbaşının ardından Şeyh Efendinin elini öptükten sonra birbirimizle musâfaha ettik. Ardından, Dedem beni yanına alarak Sâmiha Anne’nin huzuruna götürdü, “öp evlâdım elini” dedi. (…) tarifsiz bir heyecan, coşkun bir duygu seli altında ince, zarif elini öperken o da benimkini öptü. Sonra bütün misâfirlerle musâfaha edip arkadaşım Kemâl’le de görüştükten sonra soyunma odasında üstümüzü değiştirdik.
Çaylar, pastalar ikram edilirken herkes hafif sesle konuşuyordu. Ben, biraz şaşkın, biraz mest, hâlâ asırların ötesinde dolanıyordum. (s. 235-236)
GÖLPINARLI’NIN TAKDÎRİ
1958 yılında (İhtifâle) gelenler arasında Abdülbâki Gölpınarlı da vardı. Bembeyaz saçları ve sakalına rağmen oldukça dinç görünüyordu. Çok iyi bir hatipti; dolgun bir sese, güçlü bir nâtıkaya sahipti. Mevzûuna hâkimdi, irticâlen söylüyordu.
Konuşmasını yapmış, sahnenin arkasında, mutrıbânın ve semâzenlerin hazırlandığı mahalde bir sandalyeye oturarak sigarasını yakmıştı. Ben de tennûremi giymiş, dedem Bâhir Bey tarafından büyük bir dikkat ve özenle hazırlanıp gözden geçirildikten sonra gelip Gölpınarlı’nın yakınına oturmuş, âyîn-i şerifin başlamasını bekliyordum. Bir ara bana hitâben:
-Evlâd, dedi, sen yeni misin?
-Evet efendim, iki yıldan beri geliyorum.
-Senin semâın dikkatimi çekti; bu kadar semâzenin arasında yalnız sen kudümün vurduğu usûle göre çark atıyorsun. Aslında semâda da, Sultan Veled devrinde de böyle yapmak gerekir; yürürken adımlar hep berâber, aynı anda atılmalı. Eskiler buna çok dikkat ederlerdi, lâkin şimdi nerde, herkes başka havada…
Benim de, ilk defa İstinye’de gördüğüm âyinde dikkatimi çekmişti; “Ah, demiştim, böyle rastgele bir yürüyüş yerine, mûsikînin âhengine uygun adımlarla yapılan bir Sultan Veled Devri ne kadar muhteşem olurdu!” Şeyh Gâlib büyük bir coşku ile bu devr ve semâ içinde aşkın ve kemâlin bütün hâlâtını ve tecellîlerini dile getirdiği o eşsiz müseddesinde, bu ihtişâmı, hayret ve hayranlık içinde mest:
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu, hep külâhîler
Aceb heybet, aceb şevket, aceb tarz-ı ilâhîler
mısrâlarıyla ifâde etmişti.
Sultan Veled Devri, kâinattaki bütün yıldızların akıl almaz bir düzenle dönüşlerini ifâde ettiği kadar, cemat, nebat ve hayvan menzillerini geçen insanoğlunun mânevî seyrinin de sembolik bir ifâdesiydi. Gaybî’nin lâhûtî sesi sanki kulağıma geliyordu:
Demâdem devr eden devrân
Merâtip cemm eder her ân
Gelip âhir olur insan
Femâ fi’l kevni illâ hû
Gölpınarlı, sigarasından derin bir nefes çektikten sonra sordu:
-Senin hocan kim?
-Bahir Bey efendim.
-Hmmm… diyerek başını salladı.
Bu bir takdir ifâdesiydi, Dedem hesâbına sevinmiştim, îtiraf edeyim ki kendi hesâbıma da.” (s. 259-260)
Özcan Ergiydiren’in Hayali Cihan Değer adlı kitabından yaptığımızı alıntılar burada sona eriyor. En iyisi kitabın tamâmını okumaktır. Mevlevîlik târihine yaptığı bu katkıdan dolayı kendisine müteşekkiriz.
#Mehmet DEMİRCİ