Şems Sempozyumu Konuşması
Ö. Tuğrul İnançer
“Derd-i Şemseddin büved ser-mâye-i dermân-ı mâ” “Şemseddîn’in derdi benim devâmdır.” diyen Hz. Pîr ile, “Derdim bana derman imiş” diyen bir başka yıldız, güneş Niyazı Mısrî Hazretleri… Bunların hep yolları aşk. Ve Hazreti Pîr aşkı kendisine soranlara “Ben ol da bil!” cevabını veriyor. O onbinlerce beyit bile aşk’ı anlatmaya yetmiyor. Suyun tadının, gülün kokusunun anlatılamadığı gibi. Ancak bu tasavvuf âleminde bazı katî kurallar var. İlişkilerin isimleri var. Bu kuralları koyanlar, daha doğrusu konulmuş kuralları yaşayanlar, kuralları pekiştirmişler. Bunların dışına çıkıp, bazı büyüklerimize yeni yeni etiketler takmak doğrusu onların yolu ve rızasından uzaklaşmak demektir.
Daha ergenliğe ulaşmadan babasına sorulan “Nerden gelip, nereye gidersiniz?” sualine, aynı zamanda bir Arapça şaheseri olarak “minAllah, ilAllah” diye cevap veren küçük Celâleddin, ancak ve ancak kemâli için değil, kendinden kemâl almak isteyenler için vardır. Hazreti Mevlânâ ve isimlerini saymaktan kıyamete kadar vazgeçmeyeceğimiz büyüklerimiz birilerinden birşeyler almak için doğmamışlardır, birilerine birşeyler vermek için doğmuşlardır. Elbette belli disiplinler içinde, başıbozukluktan uzak bir şekilde, aşk beygiri bile dizgine gelecek şekilde…Kendileri buyuruyorlar ki, “Semâ, ârâm-ı cân-ı mâst”. “Arâm” kelimesi malumunuz olduğu gibi, hem gönlün bir mesire yeri gibi tarif edilir, ama bir de biliyorsunuz çöl’de kaybolmamak için dikilen işaret taşlarına da “Ârâm” denir. “Semâ, benim gönlümün mesiresidir ama başıbozukluktan kurtulmuş olmak için de aynı zamanda istikâmet vericidir.” Mevlânâ-ı büzürg’ün “Beş sene daha yaşasa idi, benim Tebrizi’ye ihtiyacım kalmazdı.” dediğini de unutmamamız lazımdır.
Zât-ı seniyyeleri hakkında “Şehzâdem! Bir sema’da iki güneş olmaz!” diyen Seyyid Burhâneddin Hazretleri’nin iltifatını’da daha doğrusu bir hakikat ifadesini de unutmamak lazımdır.
Günümüzün bazı sebeplerden doğan şartları ile bazı sıfatların kaldırılması, başkalarına bazı sıfatların verilmesi de fevkalâde yanlıştır. Üstelik bu nevi yanlışlıklara resmî kurumların aracısı olması da, onların ağızlarından söylenmesi de yanlıştır. Hazreti Mevlânâ ile ilgili olarak sunulmuş bir kitapta şu ifadelere rastlıyoruz; “Mevlânâ babasının vefatından sonra büyük medreselerde ders vermeye başladı”. Öyle midir, değil midir? Biliyorsunuz öyle olmadığını. “1244 yılında Şems-î Tebrizi isimli bir Hak dost ile tanıştı, ondan sonra tasavvuf vadisinde eserler vermeye başladı.” yazılmış…Peki Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin halîfesi kimdir? Niye başladı? Öyle bir aşık ve maşuk ki Mevlânâ Hazretleri, aynı zamanda bir dünya ehli olarak, ten kafesine hapsedilmiş kendisinin, aşkının odakları var. Bu odak evvela babaları Sultan-ûl Ulemâ Efendimiz. Sultan-ûl Ulemâ Hazretleri gözden kaybolunca, Mevlânâ Hazretleri’nin mürşîd-i aziz’i Seyyid Burhaneddin Hazretleri. O da aşkının odağı. O da gözden kaybolunca Şemseddin-î Tebrizi Hazretleri. O gözden kaybolunca;
Ey zi hicrân ü firâket zeminû âsuman big’rîste
Dil meyân-i hun nişeste akl u cân big’rîste
Cebraîl u kudsiyan râ bâl u perhâ sûhte
Enbiyâ vü evliyâ râ dîdegan big’rîste
Ey dirîgâ ey dirîgâ ey dirîgâ ey dirîg
Ber günan çeşm-i ayan çeşm-i güman big’rîste
“Senin gidişine zemin de, asuman da, melekler de, peygamberler de, veliler de, sema da ağlıyor.” diye arkasından yanıp yıkıldığı Selâhaddîn Zerkûbî Konevî Hazretleri’dir.
Kasdemez el fazı o razı tü est
Kasdemez inşâj avaz-ı tü est
Pîşimen avaz et avaz-ı hodast
Aşıkez maşuk haşa keycü dast”
“O sözlerden, yani Mesnevî’den kastım ve gayem ancak senin rızanı kazanmaktır. Senin hatırın için, senin hoşnutluğun için Mesnevî’yi söylüyorum. Bu sözleri Mesnevî’de inşâ’ edişim, ancak senin sesini duyurmak içindir. Çünkü benim için senin sesin, Hudâ’nın sesi gibidir.” Âşık ve maşuk haşa hiç birbirinden ayrılmayacağına göre, elbet sesleri de ayrılmaz. Mesnevî-i şerîf’in altıncı cildinin başında Hazreti Pîr yine Çelebi Hüsâmeddîn için “Senin gibi bir yücenin çekiciliği, cazibesi ile bu sema’da Hüsâmi-nâme diye bir zühre dolaşmaya başladı.” buyuruyorlar.
“Li istidai seyyidî ve senedi ve mutemedi ve mekâne ruhumin cesedi.”
“Mesnevî’yi bir istek bir arzu üzerine yazdım ki o talebin sahibi cesedimdeki ruhum gibi olan efendim, güvendiğim, bugün de, yarın da gelecekte de manevî gıdam, âriflerin kendisine uyduğu, hidâyete ve yakînlere ermişlerin rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin güvenci, âcizlerin imdâdına koşucu olandır. Yaratılmışlar içinde Allah’ın emâneti ve en saf-temiz olanı, Allah’ın peygamberine tavsiye ettiği, kollanıp gözetilmesi gerektiğini emrettiği, kıymeti gizli, yüksek kişilerdendir. O “Hüsâmül Hakkı veddîn”dir. Dinin ve hakkın yüce-keskin kılıcı, arş hazinelerinin anahtarı, yer definelerinin sahibi ve koruyucusu, faziletler, erdemler sahibi Hasan oğlu, Muhammed oğlu Hasan’dır ki “Ahi Türk Oğlu” diye tanınır. O, bu vaktin Bâyezid-î Bestamî’si, zamanın Cüneyd-i Bağdadî’sidir.” dediği bir zât’ı nasıl ihmâl ederiz?
Çün ziya el hak Hüsâmeddîn anân
Baz gerdanîde ez ağc asoman
“Hakk’ın ışığı olan Hüsâmeddîn mânâ göklerinin yüceliğinden bu âleme döndü de, işte o zaman Mesnevî yeniden yazılmaya başlandı.”
Çün zi derya sui sâhil bağz keşet
Çengi şir-i Mesnevî basağz keşet
Hazreti Pîr aynı zamanda mûsikî’de bilir. “Çünkü o, Hüsâmeddîn Çelebi, deryâdan sâhile döndü de, Mesnevî şiirinin çengi yani Mesnevî sazı yeniden akort edildi.”
Yani Mesnevî-i şerîf’in yazarı, yazdıranı Çelebi Hüsâmeddîn Efendi’dir. Ama ne yazık ki türbe-i şerifteki levhâ’da “Mevlânâ’nın kâtibidir” yazıyor. Evet katibidir. Hazreti Mevlânâ’nın kıtmiri olmak yeter, o ayrı mesele. Ama bu sözlerin muhatabına sadece “kâtib” sözü yeter mi? Ayrıca sandukayı şerif’in başındaki levhâ’nın altda bir satır daha vardır; “Hazreti Mevlânâ’dan sonra on yıl postnişinlik etmiştir.” Eyvallah. Yine bir kitapta aktarılan bilgi’de şöyle denmekte “Vefatından sonra oğlu Sultan Veled Mevlevî tarikatının esaslarını kurarak babasının yerini aldı.” Günümüzün şartlarından kaynaklanan bir hâl ile nedense Cenâb-ı Pîr Efendimize tarikat kurucusu değildir diyen laflar var. Zaten tarikat malumaliniz turşu değildir kurulmaz. Hazreti Mevlâna’dan sonra Şeyh Kerimeddin-î Bektemur necidir? Ne iş yapar? Niye orada durur? Zât-ı seniyyelerinden sonra Çelebi Hüsâmeddîn Efendimiz, levhâ’da da belirtildiği gibi on yıl postnişinlik yapmıştır. Neyin ve kimin postnişinidir? Ondan sonra Sultan Veled hazretleri gelir. Eğer tarikat yoksa Şeyh Kerimeddin Bektemur, Sultan Veled hazretleri neciler? İnşa’Allah bundan böyle Sultan-ûl Ulemâ efendimiz de, Seyyid Burhaneddin efendimiz de, Fatma Sultan’ın babası olan Selahaddin Zerkûbî Konevî Hazretlerini’de bilelim, okuyalım, konuşalım. Cenâb-ı Pîr o kadar muhabbetli ki, o ahalinin ümmi gördüğü zât-ı şerif’le yetmiyor aralarındaki münasebet, ebediyyen bir de akrabalık (sıhriyet) bağı kuruyorlar. Dünür oluyorlar. Sultan Veled Efendimizle kızını evlendiriyor. Ve keza Selahaddin Zerkûbî Konevî efendimiz’den sonra Çelebi Hüsâmeddîn efendimiz ve Sultan Veled efendimiz ile ilgili sempozyumlar yapılıp, haklarındaki yanlış bilgiler kalkmalıdır. Mesela, Hazreti Şems-i Tebrizî’nin Hakk’a yürüyüşü ile ilgili doğru olmayan bazı sözler sarfediliyor. Mevlevîyye’de bir edeb meselesi vardır; hiçbir Mevlevî dervişi, muhibbi, vesair turuk-u aliye müntesibi, Cenâb-ı Pîr’e olan saygısından dolayı, Cenâb-ı Pîr asla ve kat’a Hazreti Şems’in vefatını dillendirmediği için, kıyamadığı için (muhabbet bahsinde akıla yer yoktur) hiç bu bahis dillendirilmez, gaybubetidir. Bu edeb bile tanınmadan, Hazreti Şems’in bıçaklandığı, yere kanının döküldüğü, kanı’nın “En’el Hakk” yazdığını söyleyenler var. Böyle çocuk masalı bile olmayan, kuvvetlendireceğiz, yükselteceğiz derken basitleştirdiğimiz hatalarımız var toplum olarak. Büyütmek zaten bizim haddimiz değildir ama büyüklüklerini söylerken küçültmek gafletinde bulunuyoruz. Bu hataların düzelmesine nice sempozyumların vesile olmasını, Cenâb-ı Mevlânâ’nın himmetlerine sığınarak Rabbimden niyâz ediyorum..
Muhabbetimden söyledim. Af dilerim. Bana gönül etmeyin ve lütfen gönülden de çıkarmayın. Hakk’a emanet olun efendim.