Şems’in Aklı

Şems’in Aklı

ŞEMS – Güneşle Aydınlananlar Sempozyumu

Mahmud Erol Kılıç

Marmara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi, Tasavvuf Anabilim Dalı

Efendim, akşam-ı şerifler hayır olsun! Şerler def olsun! Selamlar muhterem hâzırûn!

Biz, bu ariflerin “aklına” biraz musallat olduk bu sıralar. Sebebi de özellikle günümüzde, bu yolun yolcusu olmayan bazı kişilerin; “Bunların aklı yok, bunların aklı başında değil” gibisinden iddiaları ve “bundan dolayı da çağımızın sorunlarına çözüm sunamazlar” şeklindeki çıkarımlarının bazı zihinleri karıştırması. İlk işitme itibarıyla bu sözler, bazı kimselere doğruymuş gibi gelebilir, kafaları karıştırabilir. Haddizatında olay, onların kasdettiği “rasyonalite” anlayışının, sufilerde olmamasından kaynaklanmamaktadır. Onların “akl”ı ile sufilerin “akl”ı farklılaşmıştır. Hangisi problemin kaynağıdır, Allah bilir. Ama biz kul olarak bu olaya biraz, bakalım isterseniz.

Günümüz insanının karşılaştığı sorunların temeline indiğimiz zaman, “akıl” tasavvurunun önemli rolü olduğu, pek çok düşünür tarafından dile getirilmektedir. Dünyanın birçok ülkesindeki açlık probleminin nedeni, bir taraf müreffeh yaşarken, öbür tarafın hem acı çekiyor, hem de bir lokma ekmeğe muhtaç durumda olmasındandır. Bir taraf, doğanın dengesini bozan karbon salımına, cüretle devam ederken ve bu konuda hiçbir anlaşmaya imza atmazken, diğerleri tamamen bunun olumsuzluğunun faturasını ödemektedir. Bu nedenle, acaba hangi “akıl” bu negatif gelişmelere yol açmıştır diye, sormak gerekmektedir. Günümüzün, sömürgeci kapitalist iktisat anlayışının ve doğayı kirleten insan zihniyetinin, acaba hangi “akıl”dan türediğini bilmek gerekmektedir. Araştırmalarımız bize bütün bu olumsuz gelişmelerin altında imzası olan modern “akl”ın, çivisi çıkmış bir akıl olduğu, bir yerlerden koptuğu ve aslında “akıl” olmadığı yani, günümüz aklının her ne kadar akıl tabirini kullanıyorsa da, “akıl” olmadığı sonucuna vardırıyor. Bunlar bir takım teemmüller(hayal kurma), tefekkürlerdir(derin düşünme). Bir müddettir böyle şeyler üzerinde düşünüyorum.

Bizimkiler, bizimkiler derken, af buyurun yani üzerinde çalıştığımız bu zatlar, kendilerine sufiler denen bu zevatın akılla olan irtibatı, diğer alanların akıl tarif ve irtibatlarından farklılık arz ediyor. İşte işin sırrı da, bence burada yatıyor. Bunların tarif ettikleri akıl ile bizim sufilerin tarif ettiği akıl arasında, mana farkı bulunmaktadır. Bizim ariflerdeki “akıl” nasıl bir “akıl”? Akılları başta mı? Nerede? Ve o aklın işlevi nedir? Âcizane bunlar üzerinde durmaya çalışan bir konuşma yapacağım. Vakit çok ilerledi, son konuşmacı olduğum için, biraz sınırlamaya gayret edeceğim. Hatırlarsanız geçen sene, Hz. Mevlâna’nın aklı üzerinde da durmaya çalışmıştım. Bu sene ise, Hz. Şems’in aklı üzerinde durmaya çalışacağım. Aralarında mana farkı yok ama özellikle Şems-i Tebrizi’nin aklı üzerinde durmaya çalışmak gerçekten zor. Zira Seri hoşların aklı! Mecnunların aklı!

Bu hususi konuya müteallik (ilişkin) aktaracağım bazı iktibaslardan (alıntı) evvel, bir iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Tâli bir konu ama Hz. Mevlâna ve Hz. Şems’in meşrep ve zevkleri üzerine, bazı kişilerin ileri geri fikir yürüttüklerini duymaktayız ve bazılarımızın kafaları karışıyor. Yani güya, Şems-i Tebrizi’nin ve Hz. Mevlâna’nın temsil ettiği ayrı ekoller var ortada ve bunlar zaman zaman çatışabiliyorlar. Konuya böyle bir yaklaşım, daha çok tasavvuf ana bilim dalının, teorisini bilmeyen bazı genel tarihçilerin, tasavvuf üzerine getirdikleri yorumlarda görülen bir yaklaşımdır. Hâlbuki Şems-i Tebrizi’nin temsil ettiği tasavvuf anlayışının, Hz. Mevlâna’nın o an bulunduğu mertebenin bir mütemmim cüzü (tamamlayıcı parça), bir beraberliği, bir devamlılığı olduğunu unutmamamız gerektiği kanaatindeyim. Bu nokta çok önemlidir. Tasavvufun bir tekâmül mektebi, insanı hamlıktan alıp, olgun insan olma noktasına getiren, bir birikim ekolü olduğunu ve bu devamlılığın, işin içine dinamizm verdiğini, hepimizin bir gün Mevlâna iken, Şems olabileceğimizi, mukabilinde Şems iken Mevlâna olabileceğimizi ya da bir Yunus, bir Muhyiddin olabileceğimizi, o halleri yaşayabileceğimizi de bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bu ustaları, böyle birbirinden su geçirmez birleşik kaplar misali ayırmaya, nedense gönül razı olmuyor. Birbirine ayna tutmak, tıpkı legonun parçaları gibi, birinde eksik olan bir parçayı, öbürünün tamamlaması suretiyle, ariflerin külli yapı içerisinde, birbirine yardımcı olmaları bu devasa mektepte tabii bir durumdur. Haller ve zevkler muhteliftir ancak hedef birdir.

Şeriat – Tarikat – Marifet – Hakikat dörtlü modelini bilirsek, her mollaya bir Şems gerektir, sözünün ne manaya geldiğini kolayca anlarız. Bu, isterse o anki Molla Hüdavendigar olsun, ona bir Şems muhakkak gerektiği kanaatindeyim. Bunu, günümüze de tatbik edebiliriz. Şems’i olmayan bir mollanın anlayışı, ne kadar kapsayıcı olabilir acaba? Demek ki, dini ilim merhalelerinin bir mertebesinde Şems’e ihtiyaç oluyor. Fakat çok ilginçtir ki, Şems’in de zaman zaman, Mollaya ihtiyacı olabiliyor. Bu karşılıklı ilişkinin sırrını çözersek, tasavvuf ve diğer dini ilimlerin irtibatını da anlamış oluruz. Yani eskilerin tabiri ile “Bu sırru çözen gelsun beru”. Hep beraber bu sırrı araştıralım. Yani Şems ile Mevlâna’nın karşılaşması, bence mertebe olarak birbirinin açılımı, birinin diğerine ayna tutması şeklinde olduğu kanaatindeyim. Onun için hem Hz. Mevlâna’nın sözlerine baktığımız zaman, hem de Hz. Şems’in sözlerine baktığımız zaman, muhteşem bir örtüşme görürüz. Tevazu ve melâmet ehli arifleri tenzih ederim, ancak günümüzde bir şeyhin müridine yaklaşımı, bir müridin şeyhe yaklaşımı bu anlayıştan çok farklı olabilmektedir. Bazı sıfatlar daha öne çıkmaktadır. Lakin her ikisi de sıfatlardan geçip, zat tecellisinin mazharları oldukları için ne Hz. Şems’in, ne de Hz. Mevlâna’nın, kendisi için “Şeyh” diye bir tabir kullanmadıklarını görmekteyiz. Her ikisinin de, birbirlerine ben onun müridiyim, o da benim müridim diye iltifatta bulunmaları ortaya muhteşem bir idrak düzeyi çıkarmaktadır. Ben kendi adıma, Mevlâna ve Şems buluşmasından etkileniyorum. Bundan sadece fiziki buluşmayı veya karşılaşmayı kastetmiyorum. Esasen bu iki mertebenin, birbiriyle kavuşmasını tebrik ediyor, önlerinde saygı ile eğiliyorum. Şu muhteşem söz: “Pir-i menî mürîd-i men”, Hz. Mevlâna’nın Şems için söylediği, “O benim hem şeyhim hem müridim” dediği o söz müsenna tarzda yazılmış bir “vav” gibi. Cemal cemale karşı. Devamında, “derd u devây-ı men”; “hem derdim o, hem de devam o” diyor. Hz. Mevlâna; “Derdimin ilacı da o” demesi sırrı da faş ediyor aslında. O da yüklendiği için dayanamıyor. Artık dayanamıyorum diyor. Ve son noktayı koyuyor: “Şems-i meni hüdây-ı men”. Demir leblebi. Bunu tercüme edemeyiz arkadaşlar. Yani bir dile tercüme edemeyiz. Aslında Farsçaya da tercüme edemeyiz. Bu söz aslında Farsça ama bunu, Farsçada da anlamayanlar çok. Yani zannetmeyin ki, Farsçada bu söz anlaşılıyor. Binaenaleyh bir manayı anlamak, dil ötesi bir şey. Bunu şimdilik duymak lazım, manası bilahare zuhur eder. Harfi tercümesi çok zordur. Tercümeye kalkılırsa, yanlış anlamalar çıkabilir. Manayı nakletmek gerekir kanaatindeyim. O da “Benim Şems’im benim rehberimdir, hidayet kaynağımdır” gibi bir manaya gelmektedir.

Hz. Şems, karşılaşmış olduğu Molla Hüdavendigâr için, Hz. Mevlâna için neler diyor; “Dünyanın hiçbir yerinde, onun gibisinin eşi benzeri yoktur. Şimdi bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, sarfta, nahivde, mantıkta en büyük uzmanları dize getirecek bilgiye sahiptir. Hatta bana göre onlardan daha üstün, daha zeki, onlardan daha latiftir. Bu bahislerde, bu akli ilimlerde ben bir asır uğraşsam onun hünerini elde edemem. Onun hakkını teslim etmek lazım, ben öyle değilim. Ama o ise, kendisini tevazusundan dolayı, kendini bilmez göstermekte. Benim önümde, beni dinlerken ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk veyahut Müslümanlığa dair daha hiçbir şey işitmemiş, yeni ihtidâ eden biri gibi öyle utangaç bir hal alır ki”. Bakınız siz ilimde beli bir dereceye geleceksiniz, birçok insanlar size allame diyecek, üstat diyecek fakat siz bir kâmilin önünde adeta cahil birisi gibi, yedi yaşında bir çocuk gibi oturabileceksiniz ve ondan feyz alacaksınız. Bu muhteşem bir tevazudur. Fakat tasavvufta derler ki; ”Bilmeyene, bilmiyorum diyene öğretirler. Ama ben zaten biliyorum, diyene kapıyı gösterirler.”

Hz. Mevlâna, Hz. Şems’den bahsederken diyor ki; ”Madem onun adı geçti, yani Şems’in adı geçti, onun nimetlerinden bazı remizleri şerh etmek, o zaman vacip oldu.” Niye Hz. Şems’in taşıdığı mertebenin, remzinin ehline açıklanması gerekir diye düşünüyor. Sempatizasyon kanunu var âlemde. Eskilerin tabiri ile “câzibe ve dâfia kanunu”. Yani benzerler birbirini çeker kanunu. O açıdan Hz. Mevlâna’nın, Şems’in sırrını anlamaya ve de açıklamaya çalışması bize de ışık tutar. Baksınlar da benzesinler diye. Onun “akl”ını bu küçük aklımızla anlamaya çalışarak, size bu konuşmayı arz etmeye çabalarsak belki bizim “akl”ımız da onların aklına benzemeye başlar. Hz. Şems gibi kişilerin “akl”ıyla uğraşmak çok keyifli. Çünkü çok farklı bir akıl, bizim yabancılaştığımız bir “akıl”. Aristocuların değil Nasreddin Hocacıların aklı. Şimdilerde “Fuzzy Logic” diyorlar garbta.

Sipehsalar Risalesi’nde geçen bir rivayet var, pek manidar. Şems diyor ki; ”Ben Allah’tan niyaz ettim, benim sohbetime katlanacak adam bulayım diye”. Bu cümle beni çok etkiledi. Meydan erleri bunlar. Kırkpınar pehlivanları. Öyle bir niyazda bulunuyor, diyor ki; “Yarabbi benim karşıma öyle bir şahıs çıkar ki, benim sohbetime katlanabilsin, dayanabilsin”. Güçlü, kuvvetli, pazulu olsun!

Tabii ki konuşmalara, derslere, konferanslara katlanabilmek bile ne kadar zor, sabır istiyor. Ortam sıcaksa rehavet çöküyor falan. Oysaki biz, sadece nakillerde bulunuyoruz. Bu bile 20 dakikadan sonra sıkmaya başlıyor, zihinler başka yerlere kayabiliyor. Ancak burada Şems’in kastettiği o sohbetin muhtevası başka. Mana yüklü, enerji yüklü sohbet. Ölüyü dirilten sohbet. Ayakları yerden kesen sohbet, kafaları tavana çarptıran sohbet. “Ez sohbeti-mâ bûy-ı Muhammed âmed” denen sohbet. Bazı yollarda “sohbet” ile seyr-i sülûk yaptırılır. Hatta hiç konuşulmayan “sohbet”ler vardır. Nazar eğitimi vardır v.s… İşte böylesi sohbette, zuhura gelen tecelliyi kaldırabilecek adam bulmak, zor gerçekten. Bu bir yüklenme halidir. Şems bunu yüklenmiş, nakledecek adam bulamamanın sıkıntısı içerisinde yanıp tutuşuyor. Adeta doğum yapmak isteyip de, bir türlü doğuramayan bir insan gibi! Kör kuyunun başındaki Şâh-ı Velâyet gibi. Malumunuz üzere, tıpkı Hz. Şeyh-i Ekber’in Kâbe’yi tavafı esnasında, “Kalk Rum diyarına git!” emrini alması yani bir bakıma “içindekileri boşaltacağın insanları orada bulacaksın” emri gibi, Şems’in de, Konya’ya gelmesi esasen kendi sağlığı içindi. O yükü atacağı, o yükü nakledeceği bir şahıs bulması gerekiyordu, karşısına Hz. Mevlâna çıktı.

Biliyorsunuz eski kadim kimyada, yani simya ilminde bir oluşum önce, Latincede “cogula” denilen “bozma”, yani maddeyi en ince noktalarına kadar ayrıştırma işlemine tabii olur. Ardından yeniden terekküm etme, yeniden oluşturma ile yeni bir şey elde ediliyor (salva). Onun için simyacı ile insan-ı kâmil arasında, mürşid-i kâmil arasındaki fonksiyonel özdeşlik vardır. Mürşid-i kâmil kendine gelen kişinin önce, bir şekilde bir yerlerde oluşturulmuş, yanlış inşa edilmiş binasını yıkar, ardından yeni bir oluşum gerçekleştirir.

Hz. Mevlâna da, Şems-i Tebrizi tarafından kimyası bozulup, içinden bir başka Mevlâna üretilme işlemine tabi oldu. Fakat bu sefer öyle bir Mevlâna çıktı ki ortaya, Şems-i Tebrizi de, şaştı kaldı. Yani, usta çırak ilişkisinde öyle bir tecelli zuhur etti ki, orada ikilik kalktı. Bir bütün oldular. Buna Hz. Şeyh-i Ekber zât tecellîsi diyor. Fiiller ve sıfatlar tecellisi değil. Zât tecellisinde değil sadece “Ben şeyhim, ben müridim” tabirleri, bütün tabirler, bütün sıfatlar fâni olur. Orada zaten ne sen varsın ne ben. Benlik senlik yok orada.

Hz. Şems’in Makâlât’ına baktığımızda, orada gerçekten önemli sözler var. Her bir cümlesi demir leblebi gibi, altı çizilerek okunması gerekiyor.

Şems’in mesajı Makâlât’ında gizli. Diyor ki, ”Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Remz ile işâret yoluyla konuşuyorum ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır.” Yani “edep” burada; düzenli müfredatı, resmi medrese müfredatı temsil ediyor. Müftî dilinden farklı bir dille konuşuyorum. Bunları yorumlamak edep dışıdır biliyorum, hatta tehlikelidir de ama ne yapayım, diyor. Tıpkı Yunus’un dediği gibi “Ya ben öleyim mi söylemeyince” der gibidir Hz. Şems.

Malum olduğu üzere tasavvuf, bir metot, bir usuldür. Bu metodik ilmin üzerinde, ciddi manada tefekkür edebilmek ve sonuçlarını doğru görebilmek açısından, konuya bu metodun kendi iç mekanizması ile yaklaşmak gerekiyor.

Şimdi Hz. Şems’i dinleyelim, şöyle diyor: “Suyun kaynağı birdir. Ayrı yollara, arklara düşse de, kâh suyun hepsi bu yoldan kâh öteki yoldan çıkarlar. Yollar farklı olsa da kaynağı birdir. Zaman olur ki bu yoldan akan su, öteki yola geçer, kendi yoluna geçer, yatak değiştirir”. Biliyorsunuz zaman olur ki bir nehir, bir ırmak öbürüne katılır, daha büyük bir ırmak haline gelir. “Kâh o yoldan giden su, bu tarafa akar. İşte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçen suyun kaynağına gidenler ise, suyu direk kaynağından içerler, ondan feyz alırlar. Artık o dallardan ve onların kökünden kurtulmuş olur o kişi, yani ufak ırmakların, derelerin, çayların kaynağına çıkan kişi, o büyük ana nehirlerden artık içmeye başlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırarak aşağı düşerler. Ağacın dalına binenler ağaca da zarar verirler, kendilerine de. Dal incedir, kaldıramaz, bir gücü vardır, oradan düşerler. Ama ağacın bağlı bulunduğu gövdeyi yakalayanlar ise, bütün dalları elde etmiş olurlar ve sağlam otururlar. Sevgilinin yurdunda keyiflenirler dururlar, yerler içerler, akıldan geçerler.”

“Akıldan geçerler” derken, yavaş yavaş Şems’te bir “akıl” tarifini görmeye başlarız. Bir tür “akıl” var ki bu akıldan geçmek gerekiyor. Yoksa Sevgilinin evine yol bulamazlar. “Yüksek akıllı ve düşünceliler de nasıl olur da istemezler ki, herkeste bu akıl bulunsun.” Bakınız, aklın bir tür tenkidi var, ama karşılığında yine bir “akıl” var. Yani Hz. Şemsin de, bir aklı var. İşte bu akıl, nasıl bir akıl biz bunu araştırmaya çalışıyoruz.

Diyor ki; “Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum der. Onun, bu ilahi akıldan ise, haberi yoktur.” Yani filozoflar ben akıldan söylüyorum, ben akla uygun konuşuyorum derler, ama ilahi akıldan haberleri yoktur.

İşte bu aklın, daha doğrusu bu akıl düzeyinin giremeyeceği alanlar var. Oraya başka bir akılla girmek gerekiyor. Şems anlatıyor: Bir gün dervişler, tekkede sema’ı, zikrullahı bir türlü tutturamıyorlar. Musiki bilgisi olanlar mesela “Makama yanlış girdi” derler. Fakat bu sadece musiki tabiri değildir. Buradaki manası, söz ve ses sanatlarından başka bir şeydir. Hâle girememe, feyze girememe durumudur. Tabii ki, burada musiki amaç değil bir araçtır. Bir türlü sema’ı tutturamıyorlar. Şeyh diyor ki; ”Dikkat edin, dervişler arasında bir yabancı var galiba.” Etrafı yoklarlar, yabancıyı bulamadıklarını söylerler. Bakın bunların hepsi, remzi ifadelerdir. “Yabancı” demek, ne demek, onu anlamamız lazım. Şeyh “O halde topukları, ayakkabıları bir yoklayınız” der.

Bu size, Kur’an’dan bir ayeti hatırlatmıyor mu? “Nalınlarınızı çıkarın” ayetini hatırlatmıyor mu mesela? Hz. Musa’ya Tur-i Sina’da böyle buyurulmadı mı? Oysaki dağdır, taştır, topraktır, dikenlidir, ayaklara batan şeyler vardır, insanı rahatsız eder. Bilakis o dağda, ayakkabı giymek lazımdır. Yani “Ya Musa ayakkabılarını giy, ayağını çizersin, diken batabilir filan denilmesi lazımdır. Ama “Ayakkabılarını çıkar, zira burası mukaddes bir vadidir” denilmektedir. Yani burası kutsal bir alandır. Sufi müfessirler bu ayeti, “burada aklını çıkar ya Musa, çünkü şu an eğer kategorik bakan bir akılla, perdeli bir akılla bakarsan tam tecelli zuhur etmez” manasında tefsir etmişlerdir. Şimdi şeyhin sema’ı tutturamamalarının sebebi olarak “aramızda bir yabancı var” demesi “aramızda aklı ayakkabılarında olan var” anlamındadır. Müritler hemen, şahıs olarak bir yabancı var sanıyorlar. Hayır, efendim yabancı yok, hepsi bizim dervişler. Durum bu değil, ayakkabılara bakın. Yani ayakkabıları çıkarın. Zaten semazenin ayakkabısı yok o esnada, ya ayağı çıplak veyahut mesi vardır. Demek ki mesele başkadır. Akılla semâ etmeye çalışıyorsunuz, tutturamıyoruz arkadaşlar, deniliyor. Şu ayakkabıları bir çıkaralım bakalım, o zaman o tecrit halinde, bak neler zuhur eder görürsünüz. Akıl perde, bu manada tam tecellinin ve feyzin gelebilmesi açısından bir perde olabilmektedir.

Akıl; kişinin bağıdır. Bu bağları ise “aşk” çözer. Akıl der ki, ileri gitme. Aşk da der ki, gör geç. Yık duvarları. Aşk biraz laubalidir. Yeri gelmişken bu “laubali” tabirinin kökeninin, çok mühim olduğunu da hatırlatmak isterim. Tasavvuf büyüklerinin şiirlerinde, bu tabir geçer. Yani “Bâl”; aklı başta olan kişiye denir, ama başına “la” koyunca ”Benim aklım başımda değil” anlamına gelir. Bu kişilere de “laubali” denir. Bu manada, Şems-i Tebrizi demek istemektedir ki, ”Biz bu aklın düzenleyici olan halinden sıkılanlarız. Çünkü sınırlamak, bir yerde özgür olan ruhun, kaynağına ulaşmasının önündeki en büyük perdelerdendir.”

Demek ki, aklın dereceleri olduğunu görmekteyiz. Modernlerin bir manaya indirgemelerine karşılık, sufilerde akıl dereceleri var. Bu derecelendirmede, Şems-i Tebrizi ve o yoldaki insanların en üst düzeyden aldıkları akıl, aşk adını almaktadır. Yani burada akılla, aşk zıtlığı yok. En üst düzeyinde aklın aşk boyutuna ulaştığı zamanki haline “ukalây-i mecânîn”in aklı, yani aklı başında olmayanların aklı, mecnunun aklı tabir olur. Yani onlarda, âşıklık mertebesi bir tür akıl tezahürüdür. Aşka gelindiği zaman akıl atılıyor değil; cüz’î akıl dönüşüyor, bir başka ad altında anılıyor. O artık çocuk aklı değil. Farklı bir akıl haline geliyor. Hz. Mevlâna bu durumu; “akl-ı cüz’î akl-râ bed-nâm kerd” olarak izah ediyor. Yani biz, aslında külli olarak akla karşı değiliz, akl-ı cüz’î halinden dolayı onu tenkit ediyoruz. Yoksa akl-ı külli ilahidir. Bence, işte bu aklın dereceleri konusunu, iyi anlamak olayın sırrını çözmemize yardım ediyor. Bu sebepten çok mühim bir konudur. Feylesofun anlayamadığı da, budur zaten. O zannediyor ki, sadece bir derece akıl var. O da kendi aklı…

Çok meşhur bir rivayet var, çok duyarız, hadis olduğunu söyleyenler var: “Hubbu’l-vatan mine’l-iman” yani “vatan sevgisi imandandır” manasında bir söz. Burada Hz. Şemsin ne kadar yüksek, ulvi bir mertebede olduğunu göstermesi açısından, Makâlât’ında bu sözü yorumladığı bir bölüm var. Çok kısaca geçeceğim, ama derin remizler içeriyor. Ariflerin her biri remizlerin sırlarını bulmaya çalışmış insanlardır. Bizim gibi, tasavvuf araştırmacıları da âcizane onların sırlarını araştırıyoruz. Bu, bugünlerde çok moda olan, sır türü romanlara ait şeyler cinsinden değiller. Romandaki fantezileri değil, gerçekten sırları araştırmak lazım. Tabii ki, roman yoluyla da bu konuları hikâye eden kişiler bulunmaktadır. Böylesi ağır konuları, halkın anlayacağı şeklide sadeleştirmek suretiyle, merak uyandıran edebiyatçılar da yok değil. Mesela Cohello’nun “Simyacı” romanı bu türden. Benim tenkidim bu türe değil.

Şimdi Şems burada diyor ki, “Koskoca filan zatın oğlu, Tebrizli bir yabancının ardından niye yürür ki? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı bağlı, diyenler var”. Hz. Mevlâna’nın, Şems’e tabi olmasını bu şekilde değerlendirenler oldu, yani Horasan çocuğu, Horasan evladı, kalkmış bir Tebrizli’ye mi tabi oluyor diyerek küçümseyenler oldu. Tebriz’de maneviyat yok, Horasan’da var gibi, toprağa bağımlı düşünenler var. Bu da tabiî ki, Şems-i Tebrizi hazretlerini rahatsız ediyor. Diyor ki; “Bu kişilerde akıl yoktur; çünkü toprağa itibar olmaz.” Devamında diyor ki; “Bir İstanbullu, Mekke bu âlemden, madde âlemindendir, iman ise, öteki âlemdendir, yani mana âlemdendir” derse, burada Mekkeliye düşen, İstanbulluya tabi olmaktır. Zira İstanbullu, manayı idrak etmiştir. Bakınız biz, fiziken Mekke’ye gideriz o ayrı şey. Ancak Kâbe’nin sırrına eremezseniz, doğma büyüme Mekkeli de olsanız –Ebû Cehil gibibu bir mana ifade etmez. Kâbe’nin hakikatine eremeyen insanlar da var orada, Allah muhafaza. Yani Kâbe’nin dibinde olmak, bize otomatik olarak Kâbe’nin sırrını elde etme imkânını verecek değil, onu söylemeye çalışıyor. Mekke sevgisi, bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Çünkü iman öteki âlemdendir. Burada Şems yine, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir hadisine atıfta bulunuyor. O da şu; “İslam garip olarak başladı, gariptir ve sonu yine garip olarak tamamlanacaktır.” Şems-i Tebrizi, Makâlât’ında İslam’ın gurbet makamından geliyor olmasında, onun bu madde âlemine ait olmadığını remzen ifade etmek ister gibidir. Yani İslam bu yeryüzünde gariptir, onun hakikati ulvi âlemdedir. Hakikati, ulvi olanın zaten, madde âlemi hapishanesidir. Malum, Hz Peygamberin hadisinde de, olduğu üzere “Dünya mü’minin mabushanesidir”.

Şems, bu madde ve dünya sevgisinden kurtulmanın da, çok zor olduğunu söylüyor. Madde sevgisi, bir toprak parçasına karşı da olabiliyor, evlat, kadın, para, han, hamam ve makam sevgisi şeklinde de olabiliyor. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için, çok koşmak gerekir diyor Şems-i Tebrizi. Ancak bu kurtuluştan sonradır ki, ruh âlemi başlar. Ama bakınız, Hz. Şems’in mertebesi, şimdi burada ortaya çıkıyor. Bu sefer de, ruh âlemi sarhoşluğu başlar diyor. Yani madde âleminden kurtulup, ruh âlemine geçtik, tamam oh ne güzel, aradığımızı bulduk demiyor; bu sefer de, ruhun sarhoşluğu başlar diyor. Çünkü ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Zat mazharı.

Her meslek gibi Tasavvufun da, bazı hususi tabirleri vardır. Bu tabirlerin hepsi, öyle birbirinden kopuk tabirler değildirler. Birbirleri arasında irtibatlıdırlar. Mesela bir “sahv” ve “sekr” tabirleri var. Ayırmadan almak lazımdır. Yani “ayıklık” ve “sarhoşluk” diye tercüme edebiliriz, fakat burada üzüm suyu kullanmadan, sarhoş olmanın kastedildiğini de unutmayalım. Şimdi Allah yolunun sarhoşluğu, evvela üçüncü mertebede beliriyor. Fakat bundan daha büyük sarhoşluk vardır. Bu sarhoşluk ayıklığa yakındır. Tasavvuf ehlinin “sahv” dedikleri, “sarhoşluktan sonra gelen ayıklık” Şems-i Tebrizi’nin esas kasdettiği makamdır. Oysa bazı araştırmacılar, Şems-i Tebrizi’yi bize tanıtırken, onun sadece aşk meşrebinden olduğunu, “sekr” mektebinden olmadığını, Hz. Mevlâna’nın ise, daha farklı bir meşrepten olduğunu vurgularlar. Bizce bu doğru değildir. Fakat görüleceği üzere, Şems-i Tebrizi’de “sekr” de var “sahv” da var “sekr’den sonraki “sahv” da var.

Şimdi Hz. Şems’ten, konumuzla alakalı, çok mühim bir başka söz nakledeyim; Diyor ki; “Başa nerde değer verirler? Hayvan, başı ile insan ise, sırrı ile yani aklı ile diridir”. Bakınız Hz. Şems, hayvanda olana baş diyor ama insanda olana, akla ise, başta yer vermiyor. Bu anlayışa göre Aklın yeri baş değil kalptir. “Her kim yalnız başı ile yani akıl olmayan bir başla yaşarsa, vah olsun onun haline. Ama sırrı ile yaşarsa, aklı ile yaşamış olur.” Demek ki, akıl ve sır Hz Şems’te birdir. Bizce bu söz her şeyi özetliyor.

Bu arada, devamlı huzurda bulunmak da aklı kaçırır diyor. Diyor ki, “On kadehle sarhoş olmazsan, on iki kadehle olursun. Diyelim ki, bir küp dolusu içtin, bitirdin; bu sefer başka bir küpten içersin. Sonra da o da yetmez, batmanla içmeye başlarsın, evde ne varsa tüketirsin. O zaman meyhaneci sana der ki,”burayı tükettin artık git başka meyhaneye, orada iç”. Bakınız, misalini fiziki meyhaneden veriyor. Sonra da diyor ki; “Yahu bunları ben size niye anlatıyorum. Ben size meyhanelerden niye bahsediyorum? Yoksa bir küp dolusu şarabı, kim içebilir? Yüz kişi bir aya gelse, bir küp şarabı içemez. Ama âlemde şu asla işitilmemişti ki, içkiye düşkün bir adam şarabı içtiği zaman daha ayık bir hale gelir. Kastettiğim bu âlemde, her kim ki, gırtlağına kadar şarapla dolarsa, o zaman ayık olur.” Yani manevi sarhoşlukta ne kadar içersen, o zaman akıl başa gelir. “Bu böyle olunca kim o, aklı başında olan ayık ki, aynı zamanda cihanı ve âlemi akıllandırsın. İşte bu şaşılacak bir haldir, o yiğit kişiyi görmez misin ki, ilahi şaraba kanmış olduğu halde yine de, hep şaraptan bahsediyor. İşte görmüyor musun o şarabı, baş aşağı getiren pir geldi, içimize düştü. Ama onun düşmesi, onun buraya gelmesi, kalkıp gitmesinden daha hayırlıdır. O şahsı görmez misin ki, ilahi şaraba kanmış, ama hep şaraptan bahsediyor, doyum noktasındayken bile, elinde şarap tutuyor. Varlığı baştanbaşa şarap olmuştur. İşte o kişi geldi”. Buralarda ince remizler var arkadaşlar. Şems, burada müşahhas bir kişiye işaret ediyor gibi de geliyor. İşte bu kişinin, Hz. Mevlâna olduğunu söylemek mümkündür. Devamında bunu te’yid edecek bir remiz daha var. Diyor ki, “Allah’a andolsun ki, bizim elinden kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah sonunda yine bizden alacaktır”. Yani Şems-i Tebrizi onunla ayrılacaklarını, daha önceden bildiriyor. Çünkü bir insana aşkı tattırdığınız zaman, o dönüşüm önce size doğru oluşabiliyor. Yani aşkı tattırdığınız kişi, önce size âşık olabiliyor. Gördüğü menfeze âşık olabiliyor. Gerçek kâmiller burada -Allah muhafazaputlardan birisinin de, bir yerde kendileri olabileceği konusundan dolayı, kendilerini aradan çekerler. Hz. Mevlâna’nın, elinden tutup kendi ayakları üzerinde durmaya başlamasından sonra Hz. Şems, artık kendisini aradan çekmesi ve kendi hali üzere bırakması gerektiğine inanıyor.

Aslında okuyup yorumlamak istediğim birçok beyit var, lakin vakit çok ilerledi. İzninizle, konuşmamı şu şekilde toparlamak istiyorum. Özetle, Hz. Şems’in bu konuda vermek istediği mesaj şu; “Senin bağlı bulunduğun, mühimsediğin kategorik akıl mertebesi, aşk ile önce bir parçalanmalı, kimyası değiştirilmeli, bozulmalı. Çünkü arkadaşlar bütün dini ritüeller, ibadetler, eşyalar, teçhizatlar -buna tekke âlet ve edevatı da dâhilbir yerden sonra, neticede fizik ve beden âlemine, madde âlemine ait oldukları için, yorgunluk veriyor. Yani her türlü fiziki hareket, manasız yapılırsa yormaya başlar. Musikinin en güzeli bile, yirmi dört saat dinlenemez. Çünkü sonuçta fiziki bir sestir. Sözün en güzeli bile belki yarım saat, bir saat dinlenebiliyor. Çünkü insan, fiziki kapasitesi sınırlı yaratılmış bir varlıktır. Göz, kulak, beyin v.s. hepsi mahdut, zayıf organlar. Son noktayı insanın Rabbi koyuyor; “Elâ bi-zikrillahi tatmainn’e-kulûb” yani “Kalpler sadece Allah’ı zikretmekte itmi’nân bulur”. Gaye budur. Son başa dönmektir. İlk de o’dur son da o’dur. İnsanın aslı budur. Allah diyor ki, kalpler yalnız ve yalnız benim anılmam benim hatırlanmamla mutlu olur. Ayetin başında “elâ” edatı geldiği için te’kid var. Başka şeylerden, mutlak lezzet alamazsınız. Bu isterse namazımızdan olsun, orucumuzdan olsun, zekâtımızdan olsun, haccımızdan olsun, amellerimizden olsun, kitaplarımızdan olsun, yaptığımız hayırlı işlerden olsun, dinlediğimiz ilahilerden olsun. Bunların hepsi, neticede ses âlemine, madde âlemine ait şeyler olduğundan dolayı, enstrümandır, araçtır; sizi bir yere götürür. Fakat bir yere götürdükten sonra, ait olduğu âlemde, ses olarak kalır. Ama aşırı yüklenilmesi, bu ayetin sırırı doğrultusunda insanı, bir süre sonra yormaya başlar. Çünkü bu ayet, yalnız ve yalnız benim zikrim, benim anılmam, kalpleri tatmin edecektir, diyor.

Hz. Şems’in, Hz. Mevlâna ile buluşması bence tasavvuf tarihinde zirve bir olaydır. Biz tasavvuf tarihinde birbiri ile karşılaşan, çok büyük arifler görüyoruz. Bunların karşılaşmalarında sarf ettikleri sözler, çok derin sözlerdir. Zevkle okumak ve uzunca düşünmek lazımdır. Üstelik o iki mertebenin karşılaşması neticesinde ortaya, bu birliğin bir mahsulü çıkıyor ki, bu da muhteşem bir şey. Hz. Mevlâna, Hz. Şems’siz anlaşılamayacağı gibi, Hz. Şems de, Hz. Mevlâna olmadan anlaşılmaz.

Netice olarak, biz bu iki buluşmayı, kutluyoruz ve o ikisinin buluşmasından ortaya çıkan bu çocuğa, iyi bakmamız gerekiyor kanaatini taşıyoruz. Efendim, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Array