Şeyh Gâlib – Galata Mevlevîhânesi Şeyhi, Şair

Şeyh Gâlib (ö. 1213/1799) (Galata Mevlevîhânesi Şeyhi, Şair)

TEKKE KAPISI – BAYRAM ALİ KAYA

Mevlevîler arasında daha ziyâde Gâlib Dede olarak anılan Şeyh Gâlib,417 Es­rar Dede’nin tezkiresinde yer alan ve doğumuna tarih düşürülen “eser-i aşk”418 ile “cezbetullah” tamlamalarının gösterdiği 1171/1757 tarihinde İstanbul’da, Yenikapı Mevlevîhânesi yakınlarındaki evlerinde dünyaya gel­miştir. Gâlib’in büyükbabası, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhlerinden Peçevî-zâde Ârifî Ahmed Dede’nin müritlerinden Mehmed Efendi,419 babası, anılan dergâhın şeyhlerinden Sâfî Mûsâ Dede’den arakıyye ve sikke giymiş, Esrar Dede’nin ifadesiyle, “bir ârif-i mahrem ve bir kâmil-i sâhib-dem ü kadem” Mevlevî olup aynı zamanda Kûçek Mehmed Dede ile onun halefi Şeyh Ebûbekir Dede ve Şerif Ahmed Dede gibi Mevlevî büyüklerinin sohbetlerin­de bulunmuş olan Mustafa Reşid Efendi, annesi ise Emine Hâtun’dur. Gölpınarlı’nın belirttiğine göre, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde kudümzenbaşı-lık yapmış olan babasının, dolama destarlı baş taşındaki kitâbeden aynı za­manda Melâmiyye’den olduğu anlaşılmaktadır. Gâlib’in Mehmed Es‘ad olan asıl adı, doğumundan önceki bir dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi’nin şeyhlerinden Kûçek Mehmed Dede ile Ebûbekir Dede tarafından, babasına tenbihte bulunulmak sûretiyle konulmuştur.420

Kaynaklarda Gâlib’in çocukluk ve eğitim hayatına dâir çok az bilgi bulun­makta, bazı bilgiler ise şairin şiirlerinden elde edilebilmektedir. Örneğin bir gazelinde, “mürşid-i üstâd-ı küll” diye övdüğü, Hüsn ü Aşk’ın mi‘rac bölü­münü teşvikiyle yazdığını ve “tarz-ı pîr”i kendisinden öğrendiğini belirttiği bazı ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Gâlib, şiir alanındaki ilk bilgilerinin yanı sıra, dinî ve tasavvufî sahadaki ilk bilgilerini de babasından öğrenmiş­tir. Dönemin önemli kaynaklarından biri olan Esrar Dede ve ondan naklen Ali Enver ise şairin çocukluğunda babasından sadece Tuhfe-i Şâhidî’yi oku­duğunu, bunun dışında gerek Farsça ve gerekse nazım konusunda kimseden bir şey öğrenmeyip, Mevlevîliğin mânevî etkisi ve doğuştan sahip olduğu yeteneğiyle her bir fende hem akranlarına, hem de zamanın tüm bilgin ve fasihlerine üstün bir hâle geldiğini; Mehmed Süreyyâ ise onun Arapça ve Farsça’da üstat olduğunu bildirmektedirler.421

Yine Hüsn ü Aşk’ta, daha çocuk yaşta ve bir üstattan tâlim etmeden, Mevlânâ’nın himmetiyle şiir yazmaya başladığını belirtmesinden hareketle, düzenli bir eğitim almadığı anlaşılan Gâlib, döneminde çeşitli hocalardan başta Arapça ve Farsça öğrenimi olmak üzere hayli istifade etmiştir. Örneğin şeyhi Ali Nutkî Dede’den, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin Ser-tabbâhı Sahîh Ahmed Dede’den, Galata Mevlevîhânesi şeyhlerinden Hüseyin Dede’den is­tifade etmiş; Hamdi Efendi’den Arapça, Hoca Neş’et (ö. 1222/1807-1808)’ten ise Farsça öğrenmiştir. Şeyh Gâlib, Farsça’da üstat kabul edilen, birçok şaire Farsça öğretmesinin yanı sıra mahlas da veren ve aynı zamanda kendisi de bir Mevlevî-Nakşî olan şair Hoca Neş’et’ten ayrıca edebiyat bilgileri de öğren­miştir. Yine ondan Mesnevî taallüm etmiş; hatta kendisine “Es‘ad” mahlası da teberrüken bu şair tarafından verilmiş ve bu vesileyle bir “Mahlasnâme” kaleme alınmıştır. “Neş’et dedi pîrân zebânından edip gûş/Mahlas ana Es‘ad ne saâdet bu ne şândır” mısralarının da yer aldığı bu şiire karşılık bir “Teşekkürnâme” yazarak Hoca Neş’et’in şiirlerindeki ifade güzelliğini öven Gâlib, dîvânında bu üstadının adını dâimâ saygıyla anmış, bazı şiirlerine tahmîs ve nazîreler yazmış, ayrıca bir matla‘ını da tercî-i bend hâline ge-tirmiştir.422 Şeyh Gâlib, başta babası olmak üzere, yukarıda isimleri anılan veya anılmayan daha birçok kişiden ilim tahsil etmiş olmakla birlikte, onun, özellikle içinde bulunduğu Mevlevîlik ortamında, bir nevi edebiyat, mûsiki, sanat ve tasavvuf okulu fonksiyonu üstlenmiş olan mevlevîhânede, Mevlevî büyüklerinin sohbetlerinden de yararlanmak, ayrıca İran ve Türk şairlerinin dîvânlarını incelemek, özellikle Mevlânâ’nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr’ini ve diğer tasavvuf kitaplarını okumak sûretiyle bir nevi kendi kendisini yetiştir­miş olması da mâkul görünmektedir.423

Şeyh Gâlib, dönemindeki “Es‘ad” mahlaslı diğer şairlerle karıştırılmaması için “Gâlib” mahlâsını kullanmaya başlamış ve 1195/1781 yılında ve henüz yirmi dört yaşında iken “Es‘ad” ve “Gâlib” mahlasları ile yazdığı şiirlerini bir araya getirmek sûretiyle dîvânını tertip etmiştir. Gâlib, bu tarihten iki yıl sonra, 1197/1783’te, yani yirmi altı yaşında iken de kendisine asıl şöhretini kazandıracak olan Hüsn ü Aşk mesnevîsini yazmıştır.424

Kaynaklarda bildirildiğine göre dîvânını tertip ettiği yıllarda Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi’nde memur olarak görev yapan Gâlib, âni bir kararla, Ebûbekir Çelebi’nin meşîhatinin son döneminde, 1198/1783-1784 yılında ve “Teveccüh-i dili pûyân-ı feyz edip şimdi/Cenâb-ı pâk-i Hüdâvendigâr’a dek gideriz” diyerek Konya’ya gidip Hazret-i Pîr’i ziyaret ederek Mevlânâ Dergâhı’nda çileye girmiş, aynı zamanda Ebûbekir Çelebi Efendi’nin sohbet­lerinde bulunmuştur. Gidişini pek tasvip etmeyen ve de ayrılığına dayana­mayan âilesi Çelebi Efendi’ye başvurmuş, dönmesi hususunda ısrar etmiş, Çelebi Efendi de “tekmîl-i çillenin Yenikapı Dergâhı’nda ikmâlinin muktezâ-yı merdî ve hüner” olduğunu söyleyerek izin vermesi üzerine genç derviş, bir yandan da “Âşık oldur ki Gâlib şehrinde ola rüsvây/Sahrâ vü deşte gitme Mecnûn yabâna söyler” diyerek İstanbul’a dönmüştür. Gâlib, yarım kalan çilesini tamamlamak üzere aynı yıl Yenikapı Mevlevîhânesi’nde, kendisi­ni “Dedem” diye andığı Şeyh Ali Nutkî Dede’nin meşîhati zamanında ve Defter-i Dervîşân’da kaydedildiğine göre 23 Ramazan 1198 (10 Ağustos 1784) tarihinde çille-güzîn olmuş, 1199/1784-1785’de semâ meşk edip mukâbeleye girmiş ve 25 Receb 1201 (13 Mayıs 1787) tarihinde ise çilesini tamamlayarak “Dede” olmuş, bilâhare Ali Nutkî Dede’den hilâfet almıştır.425

Esrar Dede, Gâlib’in çilede iken hiç şiir söylemediğini; üstelik bunun sebe­bini “Hâmûş kon ki dôst mûcibest bî-suâl/Nazâre germ kon u terk-i kelâm kon (Sus ki sevgili soru sormadan cevap vermekte/Bakışını yoğunlaştır ve konuşmayı terket” beytiyle izah ettiğini; hatta bu dönemdeki suskunluğunu; artık onun şiir söylemeyeceği şeklinde yorumlayanlara ise en güzel cevabı çileden çıktıktan sonra söylediği, “Ger zi sırr-ı aşk güftârest ba‘de ez-hâmuşî/ Ez-suhan bâlâ çi esrârest ba‘de ez-hâmuşî (Aşk sırrından söz edilirse suskunluktan sonra/Sözden daha yüksek hangi sır vardır suskunluktan sonra)” matlalı Farsça bir gazeliyle verdiğini belirtmektedir.426

Şeyh Gâlib, 1203/1789 tarihinde, kendisinden hayli istifade ettiği Ali Nutkî Dede’nin izniyle, Trabzonlu Kösec Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l-behiyye fî-Tarîkati’l-Mevleviyye adlı eserine Arapça bir hâşiye yazmış; ayrıca 5 Receb 1204 (21 Mart 1790) tarihinde Sütlüce semtinde, Yusuf Sîneçâk’in türbesi yanında bir ev alıp oraya yerleşmiş ve aynı yıl içinde Sîneçâk’ın Cezîre-i Mesnevî adlı eserini şerhetmiştir. Gâlib, Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Mîr Halil Nûman Dede’nin azledilmesi, onun yerine tâyin edilen Konya Şems Dergâhı Türbedârı Abdullah Dede’nin ise İstanbul’a gelirken Kütahya’da vefatı üzerine, 9 Şevval 1205 (11 Haziran 1791) tarihinde Konya Âsitânesi Şeyhi Mehmed Emin Çelebi tarafından Galata Mevlevîhânesi’ne şeyh tâyin edilmiştir.427 Kendisini şeyhliğinden önce de tanıyan devrin hükümdarı III. Selim, şairin böyle bir makama gelmesine ziyâdesiyle memnun olmuş, dost­lukları bu vesile ile daha da gelişmiştir. Bazı kaynaklarda, pâdişâhın Şeyh Gâlib’i ziyaret için saraydan mevlevîhâneye geldiği; hatta burada bulunan İskender Paşa Kütüphanesi’nde buluştuklarına değinilerek aralarında geçtiği dile getirilen ve tablolaştırılan şu anekdota yer verilir:

III. Selim bir gün, aşırı samimiyet ve sevgisinden başını Şeyh Gâlib’in dizi­ne koyar. O sırada Gâlib de Hz. Mevlânâ’nın menâkıbından bahsetmekte­dir. Pâdişâhın bir ara Gâlib’e, “Hazret-i Mevlânâ’nın zamanımızda da cârî bir kerâmeti var mıdır?” diye sorması üzerine Gâlib, “Aman pâdişâhım. Hiç şüphe etme. Koca bir halîfe-yi rûy-ı zemîn, Cenâb-ı Mevlânâ’nın miskin bir dervişinin dizine başını koymuş, bundan büyük bir kerâmet-i câriye olur mu?” deyince sultan çok duygulanmış ve gözünden yaşlar dökülmüştür.428

Aynı zamanda Türk mûsikisi bestekârı olan, “İlhâmî” mahlâsıyla yazdığı şi­irlerinin toplandığı bir dîvânı bulunan, ayrıca hat sanatıyla da uğraşan III. Selim, Mevlânâ hazretlerinin Konya’daki dergâhının kubbe ve türbesini ta­mir ettirmiş, sandukaya örtülmek üzere bir de altın işlemeli örtü göndermiş; hatta örtünün üzerine yazılmak üzere Şeyh Gâlib’den bir beyit söylemesini istemiştir. Bunun üzerine Gâlib, “Müceddid olduğu Sultan Selim’in dîn ü dünyâya/Nümâyândır bu nev-pûşîdesinden kabr-i Monlâ’ya” vâsıta beyitli bir tercî-i bend kaleme almıştır.429 Mevlevîliğe ve de şaire büyük bir mu­habbeti olan III. Selim, Gâlib’in bir kasîde sunarak talepte bulunması üze­rine 20 Receb 1206 (14 Mart 1792) tarihinde, harap bir hâlde bulunan Ga­lata Mevlevîhânesi’nin tamir işlemini başlatmış ve bu çerçevede semâhâne, matbah ve derviş hücreleri de yenilenmek sûretiyle tamirat 9 Zilhicce 1206 (29 Temmuz 1792) tarihinde tamamlanmıştır. Gâlib buraya nakl olunmuş, 15 Zilhicce 1206 (4 Ağustos 1792) tarihinde de mukâbeleye başlanmış ve bu vesileyle şairin kaleme aldığı “Mihr-i âlem-tâb-ı evc-i saltanat/Dâver-i devr-i zamân Sultan Selim” mısralarıyla başlayan on sekiz beyitlik tarih manzûmesi Galata Mevlevîhânesi’nin kapısına yazılmıştır. Gâlib, bu tamirat­tan duyduğu memnuniyeti çerçevesinde pâdişâha “Gönül bir beyt-i ma‘mûr u safâdır aşk mimarı/Yatır ammâ ki şimdi başka bâmı başka dîvârı” matlalı kasîdesini sunmuştur. 430 Pâdişâhın dergâha katkıları artarak de­vam etmiş 1207/1793’te bir şadırvan, 1208/1794’de semâhâne içine bir mahfel-i hümâyûn yaptırmış, ayrıca 1209/1795’te semâhâneyi yeniden tâmir ettirmiş, Gâlib’in semâhâne için yazdığı “Hân-ı Selim-i ma‘delet-perver hidîv-i dâdger/Zâhiren sultân-ı âlem mazhar-ı sultân-ı aşk” mısralarıyla başlayan dokuz beyitlik tarih manzûmesi de binanın kapısına yazdırılmıştır.431

III. Selim ile olan münasebeti sonucunda 10 Safer 1209 (6 Eylül 1794) tarihinde çıkartılan bir fermanla, bütün mesnevîhânlıkların tâyin işi Gâlib’e verildiği gibi, Humbarahâne-i Cedîd’e yeni yap­tırılan câminin mesnevîhânığına da şair getirilmiş ve burada icrâ edilen mukâbelelere genellikle III. Selim de katılmıştır. Gâlib’e büyük bir sevgi ve hürmet besleyen III. Selim ayrıca, ünlü şair ve de hattat Cevrî’nin istinsah ettiği bir Mesnevî nüshasını da Gâlib’e hediye etmiş, 1207/1793 yılında kardeşi Beyhan Sultan ile birlikte Gâlib’in dîvânını yazdırmış; yalnız tezhibi ve ciltlenmesi için Esrar Dede’nin bildirdiğine göre üç yüz, Hüseyin Vassâf’ın bildirdiğine göre ise üç bin altın harcamıştır. Gâlib de hükümdârın tüm bu jest ve iltifatları karşısında kayıtsız kalmamış, aralarında birçok kasîde ve tarih manzûmesinin de bulunduğu şiirler kaleme almıştır. III. Selim’in hayata geçirmeye çalıştığı yeniliklere taraftar olan Gâlib ayrıca, başta inşâ edilen kışlalar olmak üzere birçok askerî tesis ile câmi, köşk, çeşme vb. sivil eserlere de tarihler düşürmüştür. Gâlib’e karşı sadece hükümdar değil, onun başta vâlidesi Mihrişâh Sultan olmak üzere diğer âile fertleri de büyük teveccüh göstermiş, şair Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ni Mihrişâh Sultan eliyle tamir ettir­miş, 22 Şaban 1209 (14 Mart 1795) tarihinde başlanan tamirat 1210 Rebîülevvelinde (Eylül-Ekim 1795) tamamlanmıştır.432

Şeyh Gâlib, III. Selim ve yakınlarının yanı sıra, bazı kaynaklarda müridi ve yakın dostu olduğu belirtilen ve dönemin etkili isimlerinden biri olan Hâlet Efendi’den de hayli ilgi görmüştür. Aynı zamanda bir Mevlevî muhibbi olan Hâlet Efendi, Mevlevî muhitlerine, özellikle de Şeyh Gâlib’e olan muhabbeti vesilesiyle arala­rında Galata’nın da bulunduğu birçok Mevlevî dergâhına çeşitli yardımlarda bulunmuştur.433

Mevlevî sözlü kültüründe, III. Selim’in Gâlib’i çok sevdiğine dâir birçok rivâyet bulunmakla birlikte şairin, pâdişâhın kızkardeşi Beyhan Sultan ile aralarında bir gönül macerası yaşandığı yolun­daki rivâyet de hayli meşhurdur. Şeyh Gâlib’in dîvânında, Bey­han Sultan’a yazılmış şiirlerin adedi ile içeriklerinden hareketle bu aşk söylentilerini ele veren bazı ipuçları da yok değildir.434 Gölpınarlı’ya göre bu durum zayıf bir rivâyetten ibarettir ve bu za­yıf rivâyetin, Gâlib’in gördüğü teveccühten doğan bir yakıştırmadan ibaret olması mümkündür. Konu üzerine bir tebliğ kaleme alan Orhan Okay ise bu rivâyeti, özellikle şairin Beyhan Sultan için yazmış olduğu bazı şiir örneklerinden hareketle, “…devrinin kayıtlarında rastlanmayan, muahhar biyografilerde de gâliba tahmine dayanan bir aşk fısıltısı…”, “söylenmeyen ve söylenemeyecek olan gizli dert” şeklinde nitelendirmiş, bu şiir örneklerinde şaire âit “değişik bir sempatik tavrın, çok özel iltifatlar görmüş bir âşıkın ödemeye gayret ettiği bir gönül borcunun sezildiğini” belirtmiştir. Ayrıca, III. Selim’in yanı sıra Beyhan Sultan’ın da Gâlib’e karşı teveccühkâr olduğu, şairin kendisi için yazdığı dört kasîde, beş tarih ve bir tercî-i benden de açıkça anlaşılmaktadır.435

Şeyh Gâlib Türbesi Galata Mevlevîhânesi

Kaynaklarda “orta boylu, güzel yüzlü, faziletli ve zarif bir zât” olarak tarif edilen, Şerife adında bir şeyh kızıyla evli olup Ahmed ve Mehmed adlı iki oğlu ile Zübeyde adlı bir kızının olduğu bildirilen Şeyh Gâlib, 1209/1794’de annesini, ardından 1211/1796’da çok sevdiği dostu ve müridi Esrar Dede’yi kaybetmiştir. Ard arda gelen ve şairi hayli sarsan bu üzüntülerin akabinde çok geçmeden hastalanan Gâlib, 27 Receb 1213 (4 Ocak 1799) tarihinde ve henüz kırk iki yaşında iken vefat etmiştir. Vefatı Mi‘rac gecesine rastlayan şairin nâşı, ertesi günü Mesnevî Şârihi İsmail Ankaravî’nin Galata Mevlevîhânesi avlusunda bulunan türbesinde, onun ayak ucuna defn edilmiştir. Vefatına Sürûrî, Nebil, Halim ve Hakkı Paşa gibi dönemi şairleri birçok tarih düşür­müşlerdir. “Göçdü Gâlib Dede yâ Hû deyip ehl-i hâle” ve “Geçdi Gâlib Dede cândan yâ Hû” mısraları bunlardan birkaçıdır.436 Ali Enver, Gâlib vefât et­tiğinde hayatta olan babası Mustafa Reşid Efendi’nin, oğlunun nâşını son bir kez görmek isteyip gasledildiği yere girdiğini ve teneşir üzerinde yatan oğluna bakıp, ak sakalına yaşlar akmakta olduğu hâlde “Âh oğul! Bu tahtaya o kara sakal yakışmıyor” dediğini, Gelibolu Mevlevîhânesi Şeyhi Mustafa Dâniş Efendi’den duyduğunu kaydetmiştir.437 Hüseyin Vassâf ise 29 Haziran 1328/1912 tarihinde, İhtifalci Ziyâ diye de bilinen Mehmed Ziyâ Bey tarafın­dan Şeyh Gâlib için bir anma merâsimi düzenlendiğini, dergâhın görülmedik bir şekilde insanların akınına uğradığını, mevlidin ve çeşitli duâların yanı sıra bir ara şairin “efendim” redifli ünlü nâtının da okunduğunu ve orada bulunanların gözyaşları içinde dinlediğini bildirmektedir.438

Nedîm ile lirizmde, Nâbî ile hikemî tarzda en güzel örneklerini veren; ancak son dönemlerinde tekrar ve taklide düşdüğü belirtilen klâsik şiirin, son iki güçlü isminden biri, dîvân şiirinin ise son büyük temsilcisi olarak kabul edi­len Şeyh Gâlib, gençlik yıllarında daha ziyâde samimi dost ve arkadaşları ile aralarında Fuzûlî, Nâbî ve Nedîm gibi üstat şairlerin bulunduğu bazı isimlere nazîreler yazmış, daha sonra ve de şiirimizde yeni ufuklar açmak düşünce­siyle Sebk-i Hindî akımına yönelmiştir. O aynı zamanda mazmunları en ince, en hayâlî ve en şâirâne bir tarzda ifade esasına dayanan bu akımın da edebi-yatımızdaki en güçlü temsilcilerinden biri olarak görülmektedir. Gâlib, Hüsn ü Aşk’ta da belirttiği üzere, Türk şiirinde yeni bir vâdi, yeni bir çığır açmağa çalışmakla birlikte, klâsik edebiyatın hemen bütün nazım şekillerini kullan­mış, özellikle lugat bakımından büyük oranda dîvân edebiyatı geleneğine bağ­lı kalmıştır. Geleneğin önemli kaynaklarından biri olan tasavvuf ortamı içinde yetişmiş olmasına rağmen, şiirlerinde tasavvufu bir propaganda unsuru olarak kullanmamıştır. Gâlib, şiir dilinde baştanbaşa zincirleme isim ve sıfat tamla­malarından oluşan sözlere pek itibar etmemiş, çoğunlukla şarkılarında olmak üzere sâde Türkçe yazmaktan yana olduğunu göstermiştir. Onun şiirindeki asıl unsur hayâl olup başarısının sırrı da bu “muhayyile gücü”nde yatmakta­dır. Özellikle Hüsn ü Aşk’ı, tamamiyle onun engin hayal gücünün ürünüdür denebilir. Dünya ile ilgili unsurlara şiirlerinde çok yer vermeyen şairin, coş­kun lirizme ise ancak ilâhî aşkı terennüm ettiği noktalarda ulaştığı görülmek­tedir. Eski şairlerin çokça tekrarladığı mazmun ve terkipleri kendisi de kullan­makla birlikte, dâimâ bunları aşma gayreti içinde olmuş, bu yenilik arayışı ve çabasından ötürü bazıları şairi “müceddid” olarak nitelemişlerdir.439

Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk adlı eserinden

Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsi ile Genceli Nizâmî’yi örnek alan Türk mesnevî edebiyatına son noktayı koyan şair, kasîde nazım şeklinde ise üstün bir ba­şarı sağlayamamış, etkisi altında kaldığı Nef‘î’yi aşamamıştır. Onun özellik­le gazellerinde başta Bâkî, Hayâlî Bey, Şeyhülislâm Yahyâ, Fehîm-i Kadîm, Neşâtî, Fasih Ahmed Dede ve Hoca Neş’et’in etkisinde kaldığı görülmekte­dir. Yine gazellerinde başta Mevlânâ olmak üzere birçok Mevlevî büyüğü­nü anan ve Mevlevî tarîkatının terimlerine yer vermiş olan şair, dönemin­de örnekleri artmaya başlayan “müşterek gazel” yazma uygulamasına ise iltifat etmemiştir. Her bakımdan mükemmel sayılabilecek çok güzel gazel örneklerinin yanı sıra hayli yavan sayılabilecek, alışılmış tarzı devam etti­ren şiir örnekleri de bulunmaktadır. Onun en güzel ve başarılı şiirleri olarak tercî-i bend, terkîb-i bend, müseddes vb. musammatları, özellikle de Hüsn ü Aşk’taki tardiyyeleri gösterilmektedir. Gâlib’in bu şiirlerinde yer verdiği tasavvufî aşkın büyük bir coşkunluk ve âhenk içinde dile getirilmiş olduğu belirtilmekte, bu şiirlerindeki hayaller ile somut ve soyut kavramları birbiri­ne yaklaştıran tamlamaların, kendisinden yaklaşık bir yüzyıl sonra benzer­lerini deneyecek olan Edebiyat-ı Cedîde şairlerini müjdelediği dile getiril­mektedir. Gâlib, büyük oranda klâsik mazmunları kullanmış olmakla bera­ber, şiirde bilinçli bir şekilde yeniliği aradığı kendi ifadelerinden de açıkça anlaşılmaktadır. O, gelenekten miras aldığı, alışkanlıkların yönettiği bir şiir yapısı yerine daha ziyâde bilinçli bir şekilde seçtiği vezinler, kafiyeler, ali­terasyon ve asonanslarla, girift mazmunlar ve özenli diliyle klâsik şiirde son büyük hamleyi yapmıştır. Aynı zamanda şahsî üslûp sahibi şairlerimizden biri olarak kabul edilen Gâlib için kısaca, “Fuzûlî’nin lirizmi, iç ürpermesi, Bâkî’nin şekil insicâmı, Nef‘î’nin dili kullanmadaki gücü, Nedîm’deki şehirli zarâfeti ve söyleyiş mükemmelliği gibi özelliklerin tamamı kendisinde top­lanmıştır”, demek mümkündür.440

Esrar Dede, Gâlib’in şairliği sadedinde ve daha ziyâde Farsça şiirlerindeki tarzı bakımından onun “Şevket-i Rûm” olarak anılmasına rağmen, İran şairlerinden hiçbirinin meslek, üslûp ve tarzlarına bağlanmadığını, onun kendisine has ve yeni bir tarza sahip olup şairlik gücü bakımından hem kendisinden önceki, hem de kendisinden sonraki şairlerden üstün olduğu­nu dile getirmektedir. Esâsen Gâlib’in kendisinin de belirttiği üzere “tavr-ı Şevketâne”den de asıl maksat “aşk hünkârına hizmete vesile” olmasıdır. Gâlib’in beğendiği, etkilendiği ve bazılarının gazellerine nazîre de yazdığı İran şairleri arasında Hâfız-ı Şîrâzî, Tâlib-i Âmulî, Kelîm-i Hemedânî, Sâib-i Tebrîzî ve özellikle Şevket-i Buhârî yer almaktadır. Muhsin Kalkışım’ın be­lirttiğine göre Gâlib, çağdaşı olan şairlere meydan okurken şiire Şevket-i Buhârî’nin penceresinden bakmakta, hayatının sonuna kadar mânevî bir bağlılık duyduğu bu şairin adını bir bakıma ince hayallerin sembolü olarak anmaktadır. Yine Esrar Dede’nin belirttiğine göre ise Gâlib, Türkçe şiirlerin­de de görülen ve kendine mahsus bir yanı olan Şevketâne tarzı ve sahip ol­duğu engin hayal gücüyle, Türk şairlerinden hiçbirinin sahip olmadığı özel bir tarza sahiptir. Gâlib’in şiirlerine nazîre, tahmîs vs. yazdığı, ismen anıp övdüğü ve etkilendiği önceki şairler ile dönemine yakın veya çağdaşı Türk şairleri arasında ise Mevlânâ, Fuzûlî, Hayâlî Bey, Nev‘izâde Atâî, Nâbî, Nef‘î, Sâkıb Dede, Fehîm-i Kadîm, Neşâtî, La‘lî, Sâbit, Münîf, Hanif, Hoca Neş’et, Ârif Efendi, Derviş Niyâz, Râmiz, Şâkir, Şâhidî Dede, Seyyid Ebûbekir Çele­bi, Nesib Yusuf Dede, Fasih Ahmed Dede, Nedîm, Nahîfî, Nevres-i Kadîm, Reisülküttâb Râşid ve Vak‘anüvis Pertev’in isimleri sayılabilir.441

Etkisi günümüze kadar ulaşmış olan Şeyh Gâlib’in etkilediği şairler arasında ise başta Esrar Dede olmak üzere, Neyyir Dede, Keçecizâde İzzet Molla ve Abdülhak Hâmid akla ilk gelen isimler olarak anılabilir.442

Eserleri

1- Dîvân. Ölümünden on sekiz yıl önce, 1195/1780-1781 yılında ve henüz yirmi dört yaşında iken tertip ettiği, “Kâne kelâm-ı Gâlib” ibâresinin tertibine tarih düşürüldüğü bu eseri, şairin daha sonra yazdığı şiirler de eklenmek sûretiyle 5500 beyit hacmine ulaşmıştır. Çoğu İstanbul kütüphanelerinde ol­mak üzere kırkın üzerinde nüshası443 bulunan dîvân üzerinde Muhsin Kalkı­şım (İstanbul Ü, SBE, 1992) ve Abdülkadir Gürer (Ankara Ü, SBE, 1994) birer doktora tezi hazırlamışlardır.444 Kâhire, Londra ve Paris’te de altı nüshası bu­lunan dîvânın 1252/1836’da Bulak’ta ta‘lik hatla ve taşbasması olarak gerçek­leştirilen baskısında 29 adet kasîde, 1 adet tercî-i bend, 4 adet terkîb-i bend, 7 adet müsemmen, 8 adet müseddes, 17 adet tahmîs, 4 adet muhammes, 1 adet tard u rekb, 6 adet murabba, 6 adet şarkı, 13 adet mesnevî, 1 adet bahr-i tavîl, 1 adet tezkire, 372 adet gazel (bu sayı Kalkışım’ın neşrinde 335’tir), 130 adet kıt‘a, 63 adet rubâi, 95 adet beyit ve 5 adet mısra bulunmaktadır.445

2- Hüsn ü Aşk. Gâlib’in yirmi altı yaşında iken 1197/1782-1783’te yazdı­ğı ve kaleme almakla övündüğü bu eseri, tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevî olup ona aynı zamanda asıl şöhretini kazandıran eseri olmuş­tur. Esrar Dede’nin de “esrâr-ı makâmât-ı sülûk-ı Mevlevî ve âsâr-ı envâr-ı lâmi‘a-i âyât-ı Mesnevî’yi hâvî Hüsn ü Aşk” veya “memâlik-i Rûm’da, lisân-ı Türkiyye üzre ana mümâsil bir nazm inşâ olunduğu kimsenin mesmûu ol-mamışdır.” şeklinde tavsif ettiği ve Gâlib’in benzersiz şair yaratılışının bir ürünü olarak nitelediği; Ziyâ Paşa’nın “Gelmiştir o şâir-i yegâne, gûyâ bu kitâb için cihâne” diyerek dikkat çektiği Hüsn ü Aşk’ın konusu tamamen hayâlîdir. Eser, baştan sona teşhîs sanatına dayanmakta ve esâsen bir sâlikin Mevlevîlikteki rûhânî seyr ü sülûkunu anlatmaktadır. 2041 beyit446 ve dört tardiyyeden oluşan mesnevî, hamd, na‘t, mi‘râciye ve Mevlânâ’ya medhi-ye ile başlar. Şair eserin sebeb-i te’lif bölümünde, mesnevîsini Nâbî’nin Hayrâbâd adlı eserinden daha üstün bir eser meydana getirmek iddiasıy­la yazdığını belirtir ve aynı zamanda onu eleştirir. Tanpınar’a göre Gâlib, Nâbî eleştirisiyle gerçekte şairi değil ilk defa şiir geleneğini esas almıştır. Eserin diğer bölümlerinde de sürdürülen eleştiri ve tespitler, özellikle Hüsn ü Aşk’ın sonunda “Fahriyye-i Şâirâne”de yer verilen görüşler, aynı zamanda Gâlib’in poetik anlayışının temel ilkelerini yansıtması bakımından son de­rece önemlidir.447

Gâlib, anılan bölümde ayrıca, yaşadığı dönem itibarıyla kayda değer bir şair kalmadığını, ortalığı daha ziyâde müteşâirlerin, yani şairlik taslayan-ların kapladığını ve bunların da şiiri kuru bir lugattan ibaret sanıp ıstılahlı konuşmayı hüner saydıklarını ve orijinal mazmunlar üretemediklerini dile getirmiştir. Yine Gâlib, şair geçinen bu kişilerin gerçek ve kalıcı şiire güçle­ri yetmediğinden mey, mahbub şarap vb. şeylerle dolu tatsız manzûmeler ürettiklerini, çoğu kâtip zümresine âit bu isimler arasından gerçek şairin çık­masının da zaten mümkün olmadığını, oysa kendisinin şiirde yeni bir yol açtığını, eserinin sırlarını Mesnevî’den aldığını, kendi bulduğu hazineyi yine kendisinin tükettiğini söylemekte ve getirdiği yeni şiir, saf şiir anlayışıyla bir yandan söz ülkesindeki sultanlığını ilan etmekte, bir yandan meydan oku­makta, bir yandan da “şehd-i nazm: şiir balı, saf şiir, hâlis şiir” tâbirini kul­lanarak, sembolistlerin anladığı çerçevedeki saf şiiri onlardan çok önce fark ettiğini göstermektedir. Abdülbâki Gölpınarlı’nın belirttiğine göre, birçok kaynaktan yararlanılmış olmakla birlikte Hüsn ü Aşk taklit bir eser değildir. Yararlandığı kaynaklardan gelen unsurlar, Gâlib’in güçlü muhayyilesinde tamamen yeni bir terkibe kavuşmuştur. Ondaki bu ibdâ gücü, eserin gerek konu, gerekse işlenişinde açıkça görülmektedir. Otuzun üzerinde yazma nüs­hası bulunan Hüsn ü Aşk’ın Gâlib’in el yazısıyla yazılmış olan bir müsvedde nüshası Süleymaniye Ktp. Hâlet Efendi Mülhâkı, nr. 171’de bulunmaktadır. Esere âit diğer önemli bazı yazma nüshalar arasında ise İÜ Ktp., TY, nr. 1384, 5531, Süleymaniye Ktp. Hâlet Efendi, nr. 679, Süleymaniye Ktp., Hüsrev Paşa, nr. 502, Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 2309 yer almaktadır. Bazı yazma dîvân nüshalarında da bulunan eser ayrıca 1252’de Bulak, 1304, 1339 ve 1342’de ise İstanbul’da basılmıştır.448 Eserin daha sonra Latin harfleriyle de birçok açıklamalı ve şerhli neşirleri yapılmıştır (Msl. Bk. Ebuzziyâ Tevfîk, Hüsn ü Aşk, Eser-i Gâlib Dede, İstanbul 1887; Tâhirü’l-Mevlevî, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1921; Vasfi Mahir Kocatürk, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1944; Abdülbâki Gölpınarlı, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1968; Orhan Okay-Hüseyin Ayan, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1992; M. Nur Doğan, Hüsn ü Aşk, İstanbul 2003; Victoria Rowe Holbrook, Beauty and Love, New York 2005).449

3- Şerh-i Cezîre-i Mesnevî. Bu eser, 16. yüzyılın ünlü Mevlevî şairlerinden biri olan Sinâneddin Yusuf Sîneçâk’in Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî’sinden aralarında anlam bakımından ilgi bulunan 366 beyiti bir araya getirerek oluş­turduğu Cezîre-i Mesnevî adlı eserinin Şeyh Gâlib tarafından 1200/1790’da kaleme alınmış bir şerhinden ibarettir. Gâlib’in, şeyhi Ali Nutkî Dede’nin teşvikiyle ve mensubu olduğu kültür ve mânevîyat ortamına karşı bir nevi minnet borcunu ödemek düşüncesiyle, henüz şeyh olmadan önce ve derviş­lere yol göstermek amacıyla yazdığı, dolayısıyla hayli sâde bir dilin kulla­nıldığı görülen, şairin Türkçe tek mensur eseri olması bakımından da ayrıca önemli kabul edilen bu eser üzerine Mehmet Malik Bankır tarafından bir doktora (İÜ SBE, 2004), Mahmut Aslantürk tarafından ise bir yüksek lisans tezi (Kahramanmaraş Sütçü İmam Ü, SBE, 1996) hazırlanmıştır. Eser ayrıca Mehmet Atalay ve Turgut Karabey tarafından beş nüshası karşılaştırılmak sûretiyle tenkidli metin hâlinde yayımlanmıştır. Eserin bu tenkidli met­ni oluşturulurken karşılaştırılan yazma nüshaları için bk. Millet Ktp., Ali Emirî, nr. 856; Süleymaniye Ktp., Dârülmesnevî, nr. 187; Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 27, 183; TSM Ktp., Yeniler, nr. 177.450

Şeyh Gâlib’in el yazısıyla Âyin Defteri
(Baki Baykara Arşivi)

4- es-Sohbetü’s-Sâfiyye. Bu eser, daha önce Nakşibendiyye tarîkatına men­sup olan ve 1192/1782 yılında hac münasebetiyle İstanbul’dan Konya’ya varıp Ebûbekir Çelebi vasıtasıyla Mevlevîliğe giren Trabzonlu Kösec Ah-med Dede’nin Mevlevîliğe dâir yazdığı er-Risâletü’l-Behiyye fî-Tarîkati’l-Mevleviyye adlı Arapça risâlenin, Gâlib tarafından es-Sohbetü’s-Sâfiyye adıy­la 1199/1789 yılında ve yine Arapça ile kaleme alınmış mensur bir şerhinden ibarettir. Gâlib, Esrar Dede’nin verdiği bilgiye göre yine şeyh olmadan önce yazdığı bu şerhinde Mevlevîliğin âdâb ve erkânı hakkında önemli bilgiler vermiştir. Eserin yazma nüshaları için bk. İÜ Ktp., AY, nr. 3408, İÜ Ktp., TY  6365. Eser, Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek Dede tarafından en-Nüshatü’ş-Şâfiyye fî Tercemeti’s-Sohbeti’s-Sâfiyye adıy­la tercüme edilmiş ve bu tercüme İbrahim Kutluk tarafından neşredilmiştir (bk. TDED, III/1-2, 1948, s. 21-47). Gâlib’in bu eserlerinden başka Mevlevî şairlerine dâir bir tezkire yazmaya başladığı, müsvedde hâlindeki bu eserini, tertip, tasnif ve ikmâl etmek üzere Esrar Dede’ye verdiği ve dedenin de bu eser üzerinde çalışarak ünlü Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’sini meydana ge­tirdiği bilinmektedir.451

Şiirlerinden Örnekler

Müseddes-i Na‘t-ı Şerîf-i Nebevî

Sultân-ı rüsül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le‘amrük”le müeyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir
Âyîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır
Bû Bekr Ömer Osman ü Alî yârlarındır
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gülbâng-ı kudûmün çekilir arş-ı Hüdâ’da
Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân
Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân
Destûr-ı şefâatla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim
İlden getirip kendimi bîhodluğa yitdim
İsyânım anıp âkıbetimden hazer itdim
Bu matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyâra penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma
Dest-i red urup hasret ile dûzaha kakma
Rahm eyle amân âteş-i hicrânına yakma
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim452

Tercî-i Bend

Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsi-i Meryem’sin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Merteben ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma
Merci‘in Hâlık-ı eşyâdadır eşyâ sanma
Gördüğün bu emr-i muhakkakları rü’yâ sanma
Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma
Keşf ile sâbit olan ma‘nîyi da‘vâ sanma
Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
İnleyip sırrını fâş eyleme ağyâra sakın
Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın
Değmesin ellerin kâkül-i dildâra sakın
Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın
Arz-ı acz etmeyesin yâreden ol yâra sakı
Bulduğun gevher-i âlîleri bîçâre sakın
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir ma‘den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır niçe hâlet sende
Ma‘rifet sende hüner sende hakîkat sende
Nazar etsen yer ü gök dûzâh u cennet sende
Arş u kürsîyy ü melek sendedir elbet sende
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Hayfdır şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü recâ olmayasın
Vâdî-i ye’se düşüp hîç ü hebâ olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahrâ-yı hevâ olmayasın
Ademe muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler eyle ki merdûd-ı Hüdâ olmayasın
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Berk-ı hâtif gibi bu kayd-ı sivâdan güzer et
Erişen hâr u hâsa âteş-i aşkı siper et
Dâmenin tutmaya âsâr-ı alâyık hazer et
Şems-veş hâhiş-i Monlâyıle azm-i sefer et
Sâf kıl âyîneni kâbil-i aks-i suver et
Hele bir cem‘-i havâs eyle de Gâlib nazar et
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen453


Şeyh Gâlib’in çilesini tamamlama kaydı

Gazel

Ey nevbahâr-ı hüsnü şafak-tâb-ı gül-arak
Hatt-ı lebi hayâl-i şeker-hâb-ı gül-arak
Hayretdeyim o şu‘le-i âvâza kim eder
Âyînedâr-ı sîneni gird-âb-ı gül-arak
Mir’ât-ı jâle çeşme-i hurşîd olup bu şeb
Aks etdi câm-ı lâleye mehtâb-ı gül-arak
Ben hûn-nisâr yâd-ı ruhun âh-ı şu‘le-pâş
Nahl-i şerer aceb k’ola sîr-âb-ı gül-arak
Düşdüm çemende mest ne bülbül ne bülbüle
Oldum hezâr za‘f ile bî-tâb-ı gül-arak
Berk-ı nigâhın et zehebü’r-ra‘d-ı nâr-ı aşk
İksîr-i nûr-ı kalb ola tîz-âb-ı gül-arak
Eşk etdi âh-ı giryemi gül-turre-i harîr
Oldukça şu‘le-i ruhu gark-âb-ı gül-arak
Pîçîde lafzı ma‘nî-i rengîne verdi rûh
Her beytim oldu şîşe-i pür-tâb-ı gül-arak
Gâlib ne feyzdir bu reg-i la‘l-i nâb iken
Fevvâre-i kalem ede per-tâb-ı gül-arak
Rûh-ı nazarla Şems-i şeker-rîz-i aşk eder
Bir gün bu teşne cânı da sîr-âb-ı gül-arak454

Gazel

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâra düşdü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâra düşdü
O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düşdü
Gehî zîr-i serde desti geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lutf-ı yâra düşdü
Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâra düşdü
Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâil
Bana kendi tâliimden bu siyeh sitâre düşdü
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla yâ Hû
Bu değildi niyyetim bu yolum intizâra düşdü
Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm u şâna kimi i‘tibâra düşdü455

Şarkı

Ey nihâl-i işve bir nevres fidânımsın benim
Gördüğüm günden beri hâtır-nişânımsın benim
Ben ne hâcet kim diyem rûh-ı revânımsın benim
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Derd-i aşkın ben senin bîhûde izhâr eylemem
Lâf edip âh u enîni kendime kâr eylemem
Hâsılı âlem bilir bu sırrı inkâr eylemem
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Ey gül-i bâğ-ı vefâ ma‘lûmun olsun bu senin
Hâr-ı cevrinle şehâ terk eylemem pîrâmenin
Ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Gâhî inkâr eyleyip gâhî dönüp ikrârdan
Aksini seyr eylerim âyînede dîvârdan
Gerçi bu sûretle pinhân eylerim ağyârdan
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Beste kıldım sâz-ı efkârı o zülf-i sünbüle
Oldu Gâlib perde-i âhım muhayyer sünbüle
Herçi bâd-â-bâd bağlandım hevâ-yı kâküle
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim456

Rubâi

Ey kâşif-i esrâr-ı Hüdâ Mevlânâ
Sultân-ı fenâ şâh-ı bekâ Mevlânâ
Aşk etmededir hazretine böyle hitâb
Mevlâ-yı gürûh-ı evliyâ Mevlânâ

Rubâi

Erbâb-ı safâya eyle kalbin me’nûs
Tâ keşf ola sırr-ı ittihâd-ı nüfûs
Mir’ât ile mir’âtı mukâbil tutsan
Bir birine hem âkis olur hem ma‘kûs

Rubâi

Hurşîd gibi eğerçi uryân gezeriz
Zann eyleme ammâ ki nümâyân gezeriz
Erbâb-ı nazar şa‘şa‘amızdan göremez
Huffâşların gözünde pinhân gezeriz457

Şeyh Gâlib ile İlgili Bir Anekdot

Hüseyin Vassâf, hocası Mesnevîhân Mehmed Es‘ad Dede’nin bir gün derste inzivâ zevkinden bahsettiği sırada Şeyh Gâlib’ten bir örnek verdiğini kaydet­mektedir. Es‘ad Dede’nin anlattığına göre Şeyh Gâlib’in şöhreti olağanüstü bir şekilde yayılınca dergâha gelenlerin sayısı da hayli artmış; hatta dergâh hizmetinde bulunan dedelerin, “Biz bu gürültüye tâkât getiremiyoruz, hiz­metten dolayı sohbetinizden kaldık. Aman efendim, siz bilirsiniz, bir çâre bulunuz, istirhâm ederiz.” diye arz-ı hâl etmelerine yol açmıştır. Bunun üze­rine Şeyh Gâlib, “Siz bana, ‘Yâ Hazret-i Muâviye’ diye bir levha yazdırıp, çerçeveletip getiriniz” tâlimatını vermiştir. İlgili levha yazdırılıp getirilince kapının yanına bir yere konulmuş ve âyin günü beklenilmeye başlanmış. Âyin günü gelip de şeyh odası her zamanki gibi yine ulemâ, urefâ, meşâyih, ağniyâ ve ahibbâ ile dolunca, ulemâ sınıfı levhanın konulduğu yeri beğenmemiş ve Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış bir değerli zâtın ismi hiç oraya konulur mu tarzında lakırdılar ederek Gâlib’in Râfızî olduğuna hük­metmiş ve dergâha bir daha uğramaz olmuşlardır.

Şeyh Gâlib, böylece ulemâ kısmının dergâha rağbetinin önüne geçtikten son­ra şeyhler için de bir çâre düşünmüş ve aynı levhayı bu kez odada, postun üstünde son derece değerli bir yere koydurtmuştur. Gelen şeyhler ise Hz. Peygamber’in ehl-i beytine hiyâneti sâbit olmuş, ümmet-i Muhammed’in yü­reğinde onulmaz yaralar açmış olan bir zâlimin ismini böyle özenle yazdırıp asmasını, Gâlib’in ehl-i beyte karşı buğz edişine açık bir delil olduğu hük­müne varmış ve onlar da dergâhtan ayaklarını kesmişlerdir. Ağniyâya, yani zenginlere sıra gelince Gâlib, onlara da dergâhın bir yığın ihtiyacı olduğunu ve hayli masraf etmek gerektiğini söyleyerek kesenin ağzını açmaları ve bir çâresine bakmaları teklifinde bulunmuş, böylece onlar da dergâha gelmez olmuşlar. Tüm bu gürûhun artık gelmediğini gören fukarâ tâifesi de, emelle­rine nâil olamayacaklarını düşünmek sûretiyle dergâhtan ayaklarını kesmiş ve böylece dergâhın istenmeyen izdihâmı önlenmiştir. Bundan sonra Şeyh Gâlib, eskisi gibi yine dervişleriyle başbaka kalmış ve kendi âlemlerinde mânevî zevk sürmeğe devam etmişlerdir.458

 


409  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Ali Enver, a.g.e., s. 209; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 156; Suphi Ezgi, Ahmed Ağa için “Seyit Ahmet Ağa” ismine yer verdikten sonra, onun Amasya’dan getirdiği kırk elli şahit ile hâkimin huzurunda seyyidli-ğini ispat ettiğini ve 1167/1753-1754 tarihinde mahkemeden seyyid olduğuna dâir bir i’lâm al­dığını belirtmiştir (bk. Suphi Ezgi, a.g.e., I, 171); Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 166; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958, s. 30; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17; Nuri Özcan, “Ahmed Ağa, Vardakosta”, DİA, 1989, II, 41; Sa-dun Aksüt, a.g.e., s. 74.

410  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Ali Enver, a.g.e., s. 209; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 156-157; Sup­hi Ezgi, a.g.e., IV, 124; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 166; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 30; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17; Nuri Özcan, a.g.m., s. 41.

411  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 157; Suphi Ezgi, a.g.e., I, 171; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 166; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 30; Ahmet Alpöz-Ender Ergün, Hz. Mevlânâ ve Mevlevî Âyinleri: I Notalar, İstanbul 1969, s. 32-41, 53-65; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17; Nuri Özcan, a.g.m., s. 42.

412  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Suphi Ezgi, a.g.e., IV, 124; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 166; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17.

413  Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17.

414  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 157; Rauf Yektâ vd. a.g.e., VIII, 418-421, IX, 451-483; Suphi Ezgi, a.g.e., I, 169-171, III, 20-22, IV, 86, 124-127, 148, 241; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 167; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 30-31; İbnülemin ayrıca, Millet Kütüphanesi’nde bir mecmuada, “Şarkı-i Sey-yid Ahmed Ağa, güfte-i Sultan Selim” başlığı ile ve Mâhur makamından bestelenmiş bir şarkı gördüğünü, bu eserin Musâhib Ahmed Ağa’ya âit olma ihtimalinin bulunduğunu belirterek il­gili manzûmenin metnini vermiştir (bk. İbnüle-min Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 31); Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17-18; Sadettin Heper, a.g.e., s. 107-115, 119-126; Tarık Kip, TRT Türk Sa­nat Mûsikisi Sözlü Eserler Repertuvarı, Ankara 1979, s. 164, 235, 238, 283; a.mlf., TRT Türk Sanat Mûsikisi Saz Eserleri Repertuvarı, Anka­ra 1981, s. 20, 21, 50, 52, 64, 69; Nuri Özcan, a.g.m., s. 41-42; Sadun Aksüt, a.g.e., s. 74-76.

415  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 156-157; Suphi Ezgi, a.g.e., IV, 124; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 167; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 30; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17; Nuri Özcan, a.g.m., s. 41-42.

416  Esrar Dede, a.g.e., vr. 102b; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 157; Suphi Ezgi, Şeyh Gâlib’in düşürdüğü tarih mısraının aynı zamanda Ahmed Ağa’nın mezar taşında da yazılı olduğunu bildirmek­tedir (bk. Suphi Ezgi, a.g.e., IV, 124); Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., I, 167; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., s. 30; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 17; Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 155.

417  Mehmed Süreyyâ, Şeyh Gâlib’in adını diğer kaynaklardan farklı olarak ve her hâlde sehven, “Gâlib Said Mehmed Dede” şeklinde vermekte­dir (bk. Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615).

418  Ali Enver, a.g.e., s. 170; Şeyh Gâlib, dîvânındaki 167 numaralı gazelinin makta beytinde, Mu­allim Nâci’nin, babasının yakın dostu olduğu­nu belirttiği Vahîd Efendi (bk. Muallim Nâci,  Mehmed Muzaffer Mecmûası, İstanbul 1306, s. 17) tarafından düşürüldüğünü kaydettiği bu tamlamaya telmihte bulunur: “Kim kâdir ilâc eylemeğe hükm-i kaderdir/Târîhi imiş Gâlib-i zârın eser-i aşk” (bk. Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 343). Bu tamlamalar ve söyleyenleriyle ilgili ayrıntı­lı bilgi için bk. Abdülkadir Gürer, “Şeyh Gâlib Hakkında Yeni Bilgiler”, Türkoloji Dergisi, sy. 1, Ankara 2000, XIII, s. 208-209.

419  Abdülkadir Gürer, yararlandığı kaynakta “ve cedd-i büzürgvârları ve peder-i ma‘ârif-şi‘arları tarîkat-ı aliyye-i Mevleviyye’ye müntesip ve mukaddema postnişîn-i Mevlevîhâne-i Bâb-ı Cedîd olan Eş-Şeyh Mûsâ Dede Efendi haz­retlerinden arakıyye ve sikke-pûş-ı inâbet ve ba‘dehu pederleri Kûçek Eş-şeyh Muhammed Dede Efendi ve es- Seyyid Eş-şeyh Ebûbekr Dede Efendi Hazerâtını şeyhü’s-sohbet ittihâz idüp leyl ü nehâr istifâze-i envâr-ı ma‘rifet eyledük-leri…” şeklinde verilen ve bizim, Gâlib’in bü­yükbabasının ve babasının Mevlevî olmalarının yanında ayrıca babasının Mûsâ Dede’ye intisap etmiş olduğu ve aynı zamanda dergâhın sonraki şeyhleri olan Kûçek Mehmed Dede ile Ebûbekir Dede’nin sohbetlerinden istifade ettiği şeklinde anladığımız kaydı, “ve ba‘dehu pederleri” iba­resinden sonra virgül olmadığı için hayli fark­lı anlamış ve Kûçek Mehmed Dede’nin Şeyh Gâlib’in büyükbabası olduğunu ileri sürmüştür (bk. Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 205-206, 220, 222), ki kanaatimizce doğru değildir (HN).

420  Esrar Dede, a.g.e., vr. 83b-84a; Ali Enver, a.g.e., s. 170; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Hü­seyin Vassâf, a.g.e., V, 149; Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 309-310; a.mlf., “Şeyh Gâlib”, İA, İstanbul 1970, XI, 462; Mustafa Kutlu, “Şeyh Gâlib”, TDEA, İstanbul 1998, VIII, 144; Muhsin Kalkışım, “Şeyh Gâlib”, DİA, İstanbul 2010, XXXIX, 54.

421  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84a-84b; Ali Enver, a.g.e., s. 171; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Hüse­yin Vassâf, a.g.e., V, 149, 152; Abdülbâki Gölpı-narlı, a.g.m., s. 462-463; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 144; Muhsin Kalkışım, a.g.m, s. 54.

422  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 149; Bursalı Meh-med Tâhir, a.g.e., II, 251; Abdülbâki Gölpınar-lı, a.g.m., s. 463; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 144; Mustafa İsen, “Hoca Neş’et”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, s. 192; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 54.

423  Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 463; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 144.

424  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84b; Ali Enver, a.g.e., s. 171; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 149; Bursalı Meh-med Tâhir, a.g.e., II, 251; Muhsin Kalkışım’ın tespitine göre şairin dîvânında “Es‘ad” elli, “Es‘ad Gâlib” iki ve “Gâlib” mahlasları dört yüz altmış üç defa geçmektedir (bk. Muhsin Kalkı­şım, a.g.m., s. 54).

425   Esrar Dede, a.g.e., vr. 85a; Ali Enver, Gâlib’in Yenikapı’da çileye giriş tarihini Esrar Dede’den farklı olarak 1200 şeklinde kaydetmektedir (bk. Ali Enver, a.g.e., s. 173); Ali Nutkî Dede, Şeyh Gâlib’in çileye girişini, “Bu fakîrin zamân-ı meşîhatimde dergâh-ı âliye matbah-ı şerîfinde çille-güzîn olan cânların matbah-ı şerîfe gel­dikleri tarihidir” başlığı altında ve “İstanbulî Dervîş Es‘ad Gâlib, 23 N sene 1198” kaydıy­la; semâ meşk edip mukâbeleye girişini, “Bu fakîrin zamân-ı meşîhatimde semâ-ı şerîfi meşk edip mukâbele-i şerîfe giren cânların tarihidir” başlığı altında ve “Dervîş Es‘ad Gâlib, sene 1199” kaydıyla; çilesini tamamlayarak hücreye çıkışını ise “Bu fakîrin zamân-ı meşîhatimde matbah-ı şerîfde çillesin tamam edip hücre­ye çıkan cânların tarihleridir” başlığı altında ve “Dervîş Es‘ad Gâlib, İstanbulî, 25 B sene 1201, 22 Nisan” kaydıyla vermiştir (bk. Defter-i Dervîşân-I, vr. 4b, vr. 7b, vr. 10b); Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 153; Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; A. Gölpınarlı, Esrar Dede’den naklen Gâlib’in çilesini Konya’da tamamladığını bildirmektedir (bk. Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 463); an­cak Esrar Dede’nin tezkiresinin yararlandığımız nüsha ve neşrinde böyle bir kayda rastlanma­mıştır (HN). Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 144-145; Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 214-217; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 54.

426   Esrar Dede, a.g.e., vr. 85a-85b (Beyitlerin trans-ripsiyonlu şekilleri ve Türkçe çevirileri için bk.; Esrar Dede, a.g.e., haz. İlhan Genç, s. 378-380); Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 218-219.

427  Esrar Dede, a.g.e., vr. 85b-86a; Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 45-46; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 152-153; Gâlib’in meşîhate tâyini üzerine Debbâğzâde Mehmed Reşid Efendi, “Gâlib’in meşîhate getiri­lişi insanlar arasında ihtilaf konusu olsa da pos­ta oturduğu kesindir” anlamındaki “İhtelefe’n- nâsu fî meşîhatihi ve celese’l-Gâlibu muhakkikan, 1205” (bk. Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 45-46) tarih mısraını söyleyerek, bir nevi şeyh­liğe atanması ile yaşanan bazı tartışmalara îmâlı bir şekilde telmihte bulunmuştur (HN). Muhsin Kalkışım, Şems Dergâhı türbedârının ismini “Şemsî Dede” olarak vermektedir (bk. Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 54).

428 Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 153-154; Muhsin Kal­kışım, a.g.m., s. 54.

429 Esrar Dede, a.g.e., vr. 86a; Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 45; Ali Enver, a.g.e., s. 174; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 463; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 145; bk. Şeyh Gâlib Dîvânı (4 numaralı tercî-i bend), s. 170-172.

430 Esrar Dede, a.g.e., vr. 86a-86b; Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 36; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; bk. Şeyh Gâlib Dîvânı (10 numa­ralı tarih, 15 numaralı kasîde), s. 15, 116; Muh­sin Kalkışım, a.g.m., s. 54-55.

431  Bk. Şeyh Gâlib Dîvânı (11 numaralı tarih), s. 117-118.

432  Esrar Dede, a.g.e., vr. 87a-87b; Ali Enver, a.g.e., s. 177; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 145; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

433  Defter-i Dervîşân-II, vr. 34b vd.; Hâlet Efendi’nin Mevlevîliği ve Mevlevî dergâhlarına yaptığı kat­kı vs. için Hâlet Efendi maddesine bakınız.

434  Bk. Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 85-91, 138-142; Ali En­ver, a.g.e., s. 177; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; M. Orhan Okay, “Gâlib Dede’nin Dramı”, Şeyh Gâlib Kitabı, İstanbul 1995, s. 77-83; Mus­tafa Kutlu, a.g.m., s. 145.

435  Ali Enver, a.g.e., s. 177; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 145; bk. Şeyh Gâlib Dîvânı (6 numaralı tercî-i bend), s. 85-91, 136-140, 141-142, 173-175.

436  Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 46; Ali Enver, a.g.e., s. 177; M. Süreyyâ, Gâlib’in vefat tarihi­ni 26 Receb 1213 olarak vermektedir (bk. Meh-med Süreyyâ, a.g.e., III, 615); Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 155-156; Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 145; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

437  Ali Enver, a.g.e., s. 178; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 155-156; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

438  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 156-157.

439  Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 145; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

440  Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Musta­fa Kutlu, a.g.m., s. 145-146; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

441  Esrar Dede, a.g.e., vr. 87b-88b; Hüseyin Ayvansarâyî, a.g.e., II, 46; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 152; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 144; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

442  Esrar Dede, a.g.e., vr. 87b.

443  Msl. bk. İÜ Ktp., TY, nr. 5531 (Gâlib’in vefatın­dan altı yıl, üç ay önce Ahmed Yüsrî tarafından yazılan ve sonunda Hüsn ü Aşk’ın da bulundu­ğu bu nüshanın, III. Selim tarafından yazdırılan nüsha olması muhtemeldir.); İÜ Ktp., TY, nr. 5519, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 146 (Bu nüsha da son derece önemli olup Esrar Dede tarafından yazılmış ve Şeyh Gâlib tarafından gözden geçirilerek yanlışları kendi el yazısı ile sayfa kenarlarına işaret edilmiştir. Bu meyanda Esrar Dede, şairin emriyle dîvânını üç defa yaz­dığını belirtmektedir. Bk. Esrar Dede, a.g.e., vr. 87b); Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 212-213.

444  Muhsin Kalkışım tarafından hazırlanan bu tez bilâhare yayımlanmış (bk. Şeyh Gâlib Dîvânı, haz. Muhsin Kalkışım, Ankara 1994), dîvân ay­rıca Nâci Okçu tarafından da neşredilmiştir (bk. Naci Okçu, Şeyh Gâlib-Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin Umumî Tahlili ve Dîvânının Tenkitli Metni, Ankara 1993). Bu neşirlerden başka Abdülbâki Gölpınarlı, Bulak baskısın­dan bazı şiirleri seçmek sûretiyle bir seçmeler hazırlamış (bk. Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Gâlib Dîvânı’ndan Seçmeler, İstanbul 1971); dîvândaki tarih manzûmeleri üzerine ise Muh-sit Macit tarafından bir yüksek lisans tezi hazır-lanmaştır (bk. Muhsin Macit, Şeyh Gâlib’in tarih Manzûmeleri, Atatürk Ü, SBE, Erzurum 1989).

445  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84b; Ali Enver, a.g.e., s. 171; Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 25; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 56.

446  Matbu nüshalarda 2086 şeklinde görülen be­yit sayısı, bazı yeni neşirlerde, örneğin A. Gölpınarlı’nın nesre çevirili ve açıklamalı neş­rinde 2101; Orhan Okay-Hüseyin Ayan’ın nesre çevirili neşrinde 2041; M. Nur Doğan’ın nesre çevirili ve açıklamalı neşrinde 2042 şeklinde görülebilmektedir (bk. Abdülbâki Gölpınarlı, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1968; Orhan Okay-Hüse-yin Ayan, Hüsn ü Aşk, İstanbul 1992; Muham­met Nur Doğan, Hüsn ü Aşk, İstanbul 2003).

447  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84b; Ali Enver, a.g.e., s. 171; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 152; Bursalı Meh-med Tâhir, a.g.e., II, 251; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 464; Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 212-213; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55-56.

448  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84b; Ali Enver, a.g.e., s. 171-172; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Bur­salı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 467; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 146; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55.

449  Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 55-56.

450  Esrar Dede, a.g.e., vr. 85b; Ali Enver, a.g.e., s. 174; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, 615; Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., II, 251; Şeyh Gâlip, Şerh-i  Cezîre-i Mesnevî, haz. Mehmet Atalay-Turgut Karabey, Konya 2007, XXIX-XXXI; Muhsin Kal­kışım, a.g.m., s. 56-57.

451  Esrar Dede, a.g.e., vr. 84a, 85b-86a; Ali Enver, a.g.e., s. 174; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., II, 251, III, 615; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 467; Mustafa Kutlu, a.g.m., s. 146; Abdülkadir Gürer, a.g.m., s. 219-220; Muhsin Kalkışım, a.g.m., s. 57.

452  Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 187-188.

453  Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 179-181.

454  Esrar Dede, a.g.e., vr. 88b; Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 342-343.

455  Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 419-420.

456  Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 217.

457  Esrar Dede, rubâi örneklerine geçmeden önce Gâlib’in ağzından ve üstelik birkaç kez, “rubâi pervâzlığı gâyet severim” dediğini işittiğini be­lirtmiştir (bk. Esrar Dede, a.g.e., vr. 89a); Şeyh Gâlib Dîvânı, s. 443, 446, 450.

458  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 154-155.