Seyr-i Sulûk
Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÇIPAN
S.Ü. Devlet Konservatuarı Md.Yrd.
Gönüller Sultânı Hz. Mevlânâ, 30 Eylül 1207 (6 Rebîü’l-evvel 604) tarihinde döneminin ilim, kültür ve sanat merkezlerinden biri olan ve bugün Afganistan sınırları içinde bulunan Belh’te dünyaya gelir.
Babası devrinin tanınmış âlimlerinden olmakla “Sultânü’l-Ulemâ” (âlimler sultanı) olarak anılan Bahâeddin Veled, annesi Mümine Hâtun’dur.
Mevlânâ henüz beş yaşında iken Belhten ayrılan âile Nişâbur, Bağdat, Kûfe üzerinden Mekke’ye ulaşır, burada Hac farîzalarını yerine getirdikten sonra Medîne, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde üzerinden Karaman’a intikâl eder. Yaklaşık on yıl süren bu seyahatten sonra geldikleri Karaman’da büyük hürmet ve bağlılık görür.
Âile bu şehirden iki kayıp, iki kazançla ayrılır. Zira Hz. Mevlânâ, Karaman’da annesini ve ağabeyi Alâeddin Muhammed’i kaybeder; Gevher Hatun’la evliliğinden ise oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya gelir.
Âlimler Sultânı Bahâeddin Veled ve âilesi, Selçuklu Sultânı Alâeddin Keykubâd’ın ısrarları üzerine 3 Mayıs 1228’de Konya’yı şereflendirir.
O Hz.Mevlânâ ki, “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” hadisinin sırrına mazhar olan: “Peygamberimizin yolu yordamı aşktır. Biz aşktan doğmuşuz. Aşk anamızdır bizim.” diye seslenen; “Allâh beni aşk şarâbından yarattı. Şarâb bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Gene Allâh’ın mesti olarak geldim. Hakk’ın elinden şarâb içtim.” diyen bir mânâ eridir. O, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in nezaretinde Belh şehrinden esen, Karaman’da uğrak veren ve Konya’da karar kılan; güzellikten, iyilikten ve aşktan yana ne varsa etrafa yayan bir bâd-ı sabâdır.
O Konya ki, yine kendisinin: “Bundan sonra Konya şehrine “Medînetü’l-Evliyâ” (Evliyâlar şehri) lâkabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya gelirse velî olur. Bahâeddin Veled’in mübârek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez.” diye vasıflandırdığı şehirdir.
Mevlevîlik, ilhâmını mutlak mânâda Kur’ân ve hadisten alan, “Bende benimle ilgili bir şey bırakmadı” dediği aşkın gerçek hürriyet olduğunu idrâk eden ve bu idrakle merkezinde aşk bulunan; etrâfına da dalgalar hâlinde aşkı yayan Hz. Mevlânâ’nın öğretileri ve “Âyet âyet Kur’ân’ın bütün mânâsı edebden ibârettir.” sözü gereğince, insanı utanılacak şeylerden koruyan en hayırlı kalkan olan “edeb” temelleri üzerine, oğlu Sultan Veled tarafından müesseseleştirilmiştir.
Bu tarîkat; âşık, ârif, âlim, kâmil, fâzıl ve hakîm mürşidler vasıtasıyla uzun asırlar boyunca insanlığı güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, sevgiye, hoşgörüye, kısaca güzel ahlâka davet etmiş; bunu gerçekleştirecek mekân, düstûr ve icrâ usûllerini mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu mekânlar; gerçekleştirilen tasavvuf terbiyesine paralel olarak, nazarî ve amelî eğitimle devrinin en büyük şâir ve hattatları, Türk mûsıkîsinin en kudretli bestekâr ve icrâcıları yanında pek çok müzehhib, mücellid, nakkaş, ressam yetiştiren birer feyz menbaı, bir bakıma, günümüzün Güzel Sanatlar Fakülteleri ve Konservatuvarları hükmünde olan Mevlevîhânelerdir.
Sosyal hayatımıza nezâketi, nezâheti ve zarâfeti yerleştiren; Konya merkezli olmak üzere özellikle Anadolu, Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası ve Kuzey Afrika’da büyük gelişme gösteren; pek çok devlet adamı, âlim ve sanatkârı müntesipleri arasına alan; sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham kaynağı, teşvik ve hareket unsuru olan Mevlevîlik, İslâm Medeniyetini hakkıyla temsil etmiştir.
Hz. Pîr’in: “Beri gel, daha beri, daha beri” diye çağıran sesine kulak verip:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb
beytinde ifadesini bulduğu şekliyle, makbul olan hünerler arasında “edeb”i taleb edenler; muhabbetle acıların tatlılaşacağına ve dertlerin şifa bulacağına inananlar; gönlü, O’nun derdiyle dertlenip, aşksız geçen ömrü hesaba katmayanlar; ayı, leğendeki suda görmekle yetinmeyip, başlarını semâya kaldırarak bizatihi gökyüzünde seyretmek murâdında olanlar bu tarîkatin edeb ve muhabbet zincirinin halkaları olmuşlardır.
Onlar; önünde boyun büktükleri kapıda, istikbâle Mevlânâ’nın çıkacağını ümîd ederek: “Ey kapılar açan Allâh’ım, bana da hayırlı kapılar aç” niyâzında bulunurlar.
Nefs-i arıtmak, gönül huzuru sağlamak ve olgunluğa erişmek maksadıyla ikrâr verilecek kapı, Âşıklar kâbesi olan Mevlânâ dergâhıdır. Çünkü orası gönül hastalıklarının şifâ bulduğu ve noksanların tamamlandığı yerdir.
Ey dil istersen eğer kâmil ola noksanın
Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânânın
Hüdâ’î
Mevlevîlik tarîkatine intisab edenler üç grupta değerlendirilebilir:
- Çile çıkararak “Dede” ünvanını alanlar
- Çile çıkarmamakla birlikte Mevlevîliğin örf ve âdetlerine uyarak “Derviş”lik vecibelerini yerine getirenler
- Dede ve derviş olmadan, dergâhlara devam etmek suretiyle Mevlânâ bendelerinin sohbetlerinden feyz alan “Muhib”ler.
ÇİLE
Farsça kırk rakamının karşılığı çihil kelimesinin muhaffefi olan bu kelime, tasavvufî bir terim olarak kırk gün müddetle küçük, temiz ve sakin bir yerde yeme, içme ve uykuyu azaltarak ibâdet ve riyâzetle meşgul olma, anlamına gelmektedir.
Muhtelif tarîkatlerde dervişler çilehâne veya halvethâne adı verilen küçük hücrelerde çileye soyunurlar; bu işleme aynı anlama gelen Arapça erbaîn adı da verilir. Başlama ve bitirme de erbaîne girmek; erbaînden çıkmak gibi tabirlerle karşılanır.
Bu uygulama; Hz.Musâ’nın vahiy almak için kırk gece Tûr’da kalarak ibâdet ettiğine işaret eden âyet yoluyla Kur’ân’a; “Kırk günü Allah için ihlâs ve samimiyetle geçiren kimsenin dili hikmet pınarlarıyla beslenir” hadîsinden hareketle de Hz. Peygamber’e dayandırılır.
Mevlevîlikte çile, yukarıda belirtildiği gibi olmayıp, bin bir gün müddetle usûl ve âdâba uygun olarak on sekiz değişik hizmeti görmektir. Çile müddetinin bin bir gün olması; Hz. Mevlânâ’nın hayatı boyunca çıkarmış olduğu halvetlerin toplamının bin bir gün etmesi ve bu sayıya hürmeten tarîkatin usûl ve âdâbı arasında yer verilmesi veya Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismine karşılık olarak bin bir gün zikir ve hizmet etmekle ilgilendirilir. Bütün bu yapılanlardan maksadın Allah’ın rızasını kazanmak olduğu, rızâ kelimesinin ebced hesabıyla değerinin de bin bir rakamı olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.
Çillesi bin bir gün olduysa rızâdır maksadı
Eyler emrâz-ı kulûbu gel tedâvî Mevlevî
Remzî
Çileye başlayan kişi, dünya endîşelerinden kurtulmak arzusunu izhâr edercesine çileye soyunur. Zîrâ “Matbah-ı şerîfe soyunmak, çileye ikrâr vermek için sathî nazar, cüzî tefekkür kifâyet etmez.” Çile çeken kişiye çile-keş; öngörülen hizmetleri müddeti ile yapmaya çile tamamlamak, çile çıkarmak; bitirmeden bırakmaya çile kırmak; böyle yapana çile-şiken; pey-mân-şiken denir. Çile kırılırsa baştan başlayarak bin bir günü yeniden hizmetle geçirmek icap eder. Çileye soyunan çilekeşin mekânı yalnız âsitânelerde bulunan matbah-ı şerîf olup, buraya çilekeş ve tekke zâbitlerinden başkaları giremez.
Mevlevî evi, mevlevîlerin bulunduğu yer anlamına gelen Mevlevîhâneler, mevlevî âsitâne, dergâh, hânkah ve tekkelerinin genel adıdır. Mevlevîhâneler, genellikle büyük bir bahçe içine yapılan çeşitli hizmet binalarını ihtivâ eden müesseseler olup; matbah, semâhâne, mutribhâne, mescid, selâmlık, harem dairesi, meydân-ı şerîf, meşkhâne, hücreler, türbe ve hâmuşân bölümlerinden meydana gelir.
Genellikle tarîkat kurucularının ve önde gelen mutasavvıfların türbelerini barındıran âsitâneler, âsitâne-i pîr, makâm-ı pîr, huzûr-ı pîr olarak adlandırılır ve buralar tarîkatin ve diğer dergâhların merkezidirler. Konya âsitânesinden başka: Afyon, Bursa, Eskişehir, Gelibolu, Halep, Kahire, Kastamonu, Kütahya, Manisa ve Galata, Yenikapı ve Bahariye Mevlevîhânelerinde de çile çıkarılmıştır.
Söz vermek, inancını söylemek, kabullenmek anlamına gelen ikrâr kelimesi, bir bakıma inkârın zıddıdır. Mevlevîlikte derviş olmaya söz vermeye, hizmete girmeye, şeyhe bağlanmaya, biat etmeye denir.
Nefs-i arıtmak, gönül huzuru sağlamak ve olgunluğa erişmek maksadıyla ikrâr verilecek kapı Mevlânâ dergâhıdır. Çünkü orası gönül hastalıklarının şifâ bulduğu yerdir.
Şifâ istersen ikrâr eyle emrâz-ı derûnun gel
Tabîb-i cân Mesîh-i câvidândur Şems ü Mevlânâ
Niyâzî
Çileye tâlip olan ve kendisine nev-niyâz yanında cân, mübtedî, nev-mürîd gibi isimler de verilen kişi, matbah-ı şerîfte nev-niyâz makâmı da denilen saka postunda üç gün boyunca oturur; yapacağı hizmetleri görür ve kendisine yapılanlara -âdetâ yok sayılmak suretiyle itibâr edilmeyişine, tahkîr ve tezlîllere- tahammül eder ve yola girmeyi kabul ederse üç günün sonunda ikrârı alınmak üzere aşçıdedenin huzuruna çıkarılır. Şahsa, bu gördüklerinden başka ne gibi sıkıntılarla karşılaşacağı ve ne çileler çekeceği hatırlatılır, bu yolun zorlukları ifade edilir ve:
“… İşte üç günden beridir ki Mevlevî tarîkatinin namaz, niyâz, hizmet ve meşakkatini gözlerinle gördün ve nefsinde tecrübe ettin. Halbuki bunlar hiçbir şey değildir. Daha bir çok çileler çekmek, mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek gerekir. Bütün bunlara tahammül edeceksin.
Sana her kim kötü davranırsa, onlara zinhar mukabele göstermeyeceksin… Her kimden gelirse gelsin, her türlü kazâ, belâ ve cefâya boyun eğeceksin. Eğer bunları yapabileceksen tarîkatimize girebilirsin…Eğer bunlara râzı isen ikrârını alırız.” denir, şahıs da bunları kabûl ederek ikrâr verirdi.
İkrâr verecek kişi genç ise, ailesinin iznini alması şarttır.
İkrâr veren nev-niyâza “baş kesmek, görüşmek, niyâza durmak” gibi basit ve temel rükünler hemen öğretilerek hizmete başlatılırdı. Bu noktada ikrâr verene düşen vazife niyâz etmek, yani baş kesip tevâzu göstermektir.
İkrârdan dönmek, asla tasvîb edilmeyen bir davranış olup, ikrârdan dönenin mahşer günü yüzünün kara olacağına inanılır. “İkrârım hakkı için” tabiri hâl ehlinin en büyük yemîni sayılır. Dilimizde “İkrârında durana aşk olsun; inkâr edene yuh” ve “İnsan ikrârıyla, hayvan yularıyla yedilir” atasözleri ikrârın ehemmiyetini ifade eder. Zîrâ ikrâr sıdkile yapılır.
Bizim erbâb-ı ışka sıdk ile ikrârımız vardır
Riyâ ehlinden i’râz eylerüz inkârımuz vardur
Semâ’î
Cenâb-ı Hakk’ın dışında murâdı olmayan, huzur ve varlık sahibi olmak isteyen bir cân için en mükemmel hizmet yeri şüphesiz ki Hz. Mevlânâ dergâhıdır.
İkrâr veren ve on sekiz günlük ayakçılık hizmetini tamamlayan câna, aşçı dedenin emriyle arakiyye, mutfak tennuresi ve elifî-nemed verilir. Müridin, yeni giysilerinin üzerine elifînemed kuşanması, bir anlamda derd ve sıkıntılara katlanmayı kabulü şeklinde düşünülmüş; bundan hareketle kendileri için kemer-beste tabiri de kullanılmıştır.
Kendi libâsından soyunup dervîş elbisesi giyen cân, kazancı dedeye teslim edilir. Cân, manevî mürebbî sayılan kazancı dede, nezâretinde ayakçılıktan başlayarak bin bir gün boyunca; ayakçı, çerağcı, süpürgeci, dışarı kandilcisi, yatakçı, tahmisçi, içeri kandilcisi, içeri meydancısı, somatçı, pazarcı, dolapçı, bulaşıkçı, şerbetçi, âbrizci, çamaşırcı, dışarı meydancısı, halife dede, kazancı dede olmak üzere on sekiz değişik hizmeti görür; kendisine tarîkatin tarihçesi hakkında bilgi verildikten başka Farsça öğretilir, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si yanında, Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn’i ve başka lüzumlu eserler okutulur; kabiliyetine göre hat, musıkî, tezhib, şiir vb. talîm ettirilir; semâ çıkarttırılır. Semâ çıkaran dervîşe muvakkat bir sikke verilerek mukâbeleye katılmasına izin verilir.
Mevlevîlikte, çilede bulunanlardan şeyh dâiresine alınıp şeyhin kahve ocağında hizmet için değerlendirilen bir-iki çilekeşe şeyh kûçeği denilmekle birlikte; aşçıbaşının çömezine ser-tabbâh kûçeği; tarikatçi dedenin hizmetinde bulunanlara da tarîkatçi kûçeği denir.
On sekiz değişik hizmeti yapmakla geçen bin bir günün sonunda, meydancı, câna müddetin dolduğunu haber verir. Cân, vazifelerini yerine getirip, çileye başlarken oturduğu saka postuna tekrar oturur; tennûreyi çıkarıp dervîş elbisesini giyer. Akşam hazırlanan meydana giren cân, matbahta hususî olarak basılan lokmadan yemez. Cân, sertarîki müteâkip önce sağdaki, sonra da soldaki dedelerle; daha sonra da matbahtaki cânlarla görüşür ve sağ el sol, sol el de sağ omuz üzerine gelecek şekilde kolları çaprazvârî koyup; sağ ayağın baş parmağını sol ayağın baş parmağı üzerine getirerek -ayak mühürleyip- başı göğüs üzerine doğru öne eğmek suretiyle niyâza durur.
Dergâh-ı Mevlevîde niyâz ile hâk olan
Eflâke nâz iderse yeridür yeri yeri
Gâlib
Sertarîk:
“Vakt-i şerîf hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ ola.
Dervîş kardaşımızın niyâzı kabûl ola.
Âşiyâne-i Mevleviyyede râhatı müzdâd ola.
Demler safâlar ziyâde ola.
Dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû.”
gülbangini okuduktan sonra dedeler hep birlikte “Hû” derler. Başta sertarîk dede ve arkasından kıdem sırasıyla diğer dervîşler meydana çıkarlar.
Herkes hücresine döndükten sonra cân, matbahta lokmasını yer ve elinde çerağla yürüyen meydancının arkasından üç gün sırrolacağı hücresine gider. Birinci günün akşamı, diğer dedeler aldıkları hediyelerle dervîşi ziyaret edip kahve içerler. Üçüncü günün sonunda meydancı “destûr” diyerek izin ister; içeriden cevap mahiyetindeki “hû” sesini işitince: “Hücren küşâd olacak” diyerek perdeleri açar ve cânı tarîkatçi dedenin yanına getirir. Cân, dizüstü oturur; destegül ve merâsim hırkası giyer. Bu hırka, mürîdi aklî mertebesinin, gündelik, sıradan hayatın ötesine adım attıracak bir gücün sembolü olup, Zât-ı ilâhî ile mürîd arasındaki perdeyi ortadan kaldırır; nefisle yapılacak mücâdelede, saldırılara karşı zırh vazifesi görür.
Derviş, kelimeyi oluşturan dal, râ, vav, ye ve şın harflerinin sembolize ettiği (dünya, riyâ, varlık, yalan ve şehvet) unsurlardan kendini arındıran insandır.
Hırka-i tecrîd içinde gerçi pinhân olmuşuz
İbn-i Edhem gibi ışka çünki sultân olmuşuz
Günâhî
Tarîkatçi Dede, “Çileyi bitirdin, asıl şimdi hücre çilesine gireceksin.” der. On sekiz gün boyunca hücresinde bulunan ve âsitâneden dışarı çıkmayan cân, bu sürenin sonunda Şems-i Tebrîzî zâviyesine ziyarete götürülür. Dergâha dönüşte, cân, sertarîk veya Çelebi Efendi’den evrâd ve ezkârını alarak çilesini tamamlar; dede ünvânını alarak hücre sahibi olur ve hücre-güzin, hücre-nişîn olarak adlandırılır.
Matbahında çille-keş bir cân iken
Kıldı sâhib-hücre Mevlânâ beni
Tâhir
Çile çıkarmadığı halde, bazı meşhur meşâyıha, tarîkate hizmeti geçenlere, şeyhliği babasından kalmış kimselere de dede denildiği, Konya Dergâhı’nda Çelebi Efendi tarafından kapıdan geçme merâsimi icrâ edilerek dede ünvânı verildiği belirtilmektedir.
Hücre sahibi olmuş dedeye, dergâhın imkânları nisbetinde ikrâmda bulunulur, hücresi tefrîş edilir, dervîş elbisesi ve çamaşır verilir; kıdem ve mevkiine göre -bekâr olan ve hücrede kalanlarına- âdeten niyâz denilen muayyen bir aylık tahsîs olunur. Dedeler ziyaretçi kabul edebilirler ve bu ziyaretçilerin, ihtiyaçların karşılanması maksadıyla bir niyâz hediyesi sunması âdâbtandır. Genellikle, dervîşin hücreye çıkışı kendisi veya bir şâir arkadaşı tarafından tarih düşürülerek tesbît edilir.
Dedeler, başka bir dergâha gittiklerinde de -fizikî şartlar uygunsa- hücre edinebilirler, hücreler yeterli değilse diğer dedelerin yanına birer dede refîk verilebilir.
Mevlevî mürşidleri, feyz kaynağı olan kuvvetli nazarlarıyla, müridlerin iç dünyalarında mükemmel bir inkılâb meydana getirirler ve âdeta toprağı altına dönüştürürler. Onlar hakikî aşkın mazharı, muhabbet sırrının mahremidirler.
Fakrı sadece Allâh’a olan ve O’ndan başkasına ihtiyaç duymayan, dünyadan müstağnî ve kanaat sahibi olan Mevlevîler, bilhassa ruh olgunlukları, fikrî incelik ve tekâmülleri, sanat kabiliyetleri yanında temizlik ve zarâfetleri ile de dikkatleri üzerlerine çekmişler ve sosyal hayatı yönlendirmişlerdir.
Bilmeyenler âşinâ sanmaz bizi mânâ ile
Mevlevîyüz âleme meşhûruz istiğnâ ile
Semâ’î
Hâlıka yol halkun enfâsıncadur dir Mustafa
Her tarîkun eşref ü a’lâsı râh-ı Mevlevî
Şâhidî
Cenâb-ı Hakk’a ve Hz.Peygamber’e bağlılık onun şiirinde en tesirli şekilde şöyle ifadesini bulur:
“Cânım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kuluyum;
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Kim, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenden de bîzârım ben, o sözden de bîzârım.”
“Gel muştusu erişti câna,
Gel diyor yüceler yücesi.
Haydi sen cân ol da kanatlanıp uçma…”
diyerek Cenâb-ı Hakk’a yürüyen, büyük Türk mutasavvıf, düşünür ve şâiri; aşk ve gönüller sultanı Hz.Mevlânâ, kendi yerini işaretle:
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” buyurur.
Mevlânâ hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nûruyla aydınlanır.
Bugün de öyle değil mi?
Hz. Mevlânâ gibi Hoca Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî ve daha nice mânâ erleri, insanda var olan şehvet, kin, gıybet, hırs, ihanet, gazab, zulüm, kibir gibi nefse âit duyguları ıslah ve bertaraf edip; tevbe, zühd, sabır, tevekkül, takvâ, cömertlik ve şefkat duygularını ihyâ sûretiyle gönlü galib kılarlar.
Zaten tasavvuf da güzel ahlâktan ibaret değil midir?
KAYNAKLAR
Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, Âlem Matbaası, İstanbul, 1309.
Can, Şefik, Mevlânâ Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997.
Çıpan, Mustafa, Dîvâne Mehmed Çelebi Afyon Mevlevîhânesi Şeyhi, Konya İl Kültür Müdürlüğü Yay., Konya, 2002.
Duru, Necip Fazıl, Mevleviyâne Şiir Güldestesi, Perşembe Kitapları, İstanbul, 2000.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, MÜİFV Yay., İstanbul, 1994.
Esrâr Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, Mevlânâ Müzesi İhtisas Kütüphanesi, No:1502.
Gölpınarlı Abdülbaki, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, 1963.
Gölpınarlı Abdülbaki, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, 1977.
Top, H.Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2001.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1996.
Vassâf, Medâyih-i Hazret-i Mevlânâ, İ.Ü. Kütüphanesi, TY, No:2921.