Sohbet… – Mehmet Fatih Çıtlak

Sohbet…

İnsan; “bir” kelime. Ama içinde ikilik barındıran bir kelime. Kesret (çokluk) âleminde vahdeti bulmak üzere yolculuk eden her insan dinlemeye, duymaya, bir şekilde konuşmaya anlatmaya ihtiyaç hisseder. Yalnız değildir. Kendinden öte bir söyleyen, bazen kendisinden öte bir işiten varlığın adıdır insan. Günlük hayatta şöyle veya böyle bir şeyleri paylaşma ihtiyacı hissederiz. Herkes sahasına göre, kötüler kötülüklerini, tiryakiler tiryakiliklerini, sevenler sevgilerini, nefret edenler nefretlerini paylaşmak isterler. Maddeye ait veya değişik ifade tarzıyla kalıba ait durumlar paylaşıldıkça azalır. Kalbe ve mânâya dâir güzellikler ise paylaşıldıkça artar, çoğalır. İşte kalıbın ötesine geçip kalp etrafında manevî buluşmaya ve bilişmeye sohbet denir. Erenlerin sohbeti ele giresi değil sohbet ehli olabilmek için erenlerin hâline ya tâlib olmak veyahut olmak vakıf olmak icabeder.

Kalbe ulaşmadan kalbindeki güzelliği bulmadan yani ermeden, erenlerle oturup kalkmadan mânâya ulaşılamadığından hakîki sohbete erişilmesi mümkün değildir. Her ne kadar aynı zamanda aynı mekânda bulunulsa da. Bu sohbet, mânâya uzak olanlara, “el”e, yani yabancıya verilecek bir nesne değildir. Fakat samimi bir niyetle, ikrar ile gelenler sohbetin feyzinden ve bereketinden muhakkak nasibdar olur. “Ele giresi değil” sözü hakkında bazı meşâyih (bazı şeyh efendiler) bir mürşidin sohbetine erip onun elini tutanlar kendilerine tevdi kılınan bu emanete hıyanet etmeksizin dosdoğru hareket etmeye gayret ederlerse emanetin esas sahibi olan Hazreti Allah’ın kudret eli onlar üzerine olur. Ve böylece herhangi bir şahsın eline ve avucuna sığamayacak muazzamlıkta tecellîlere mazhar olurlar. Ümmî Sinan Hazretlerinin “ele giresi değil” sözüyle bu manevî mîrâc’ın ancak Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve merhamet eliyle gerçekleştiğine de işaret ettiğini belirtmişlerdir.

Sohbet kalplerin buluşmasıdır, kalıpların buluşması değildir. Kalıbını bedenini meclislere taşıdığı hâlde niyetini ve kalbini bir yerlerde unutan kişiler kırk yıl böyle devam etseler dahi sohbetin zevkine de mânâsına da, menziline de ulaşamadan hatta kokusunu bile alamadan geçip giderler.

bir pınarın başına

bir testiyi koşalar,

kırk yıl anda dursa da

kendi dolası değil

Konuşan ehildir. Çoğu zaman bu da kâfi değildir. Amma kalp kulağı ve gözü açık olan için ise karşısındakinin ehliyeti hiç mühim değildir. Zira hâlis niyete sahip kibirden ve riyadan uzak olan muhabbetli insanlar Cenâb-ı Hakk’ın hıfz-ı himayesindedir. Bu sayede duyması gerekeni duyar, alması gerekeni alırlar. Hem, sahib-i sohbet esasında Hakk Teâlâ’dır. Ne falandır, ne filandır. Yine geldik sohbetin başına. Senden bir işiten var, benden bir söyleyen, demiş ululardan biri. Bir başka ârif-i billâh “senelerdir Allah ile sohbetteyim, halk beni vaaz-u nasihat ediyor zannetmekte” diyerek sohbet makamının ulviyyetini hâlen özetlemiştir.

Kişinin kemâle ermesine sohbet vesile olsa da, bunun olabilmesi için bazı edebe riâyet şartı vardır. Sohbetle hasta kalpler tedavi olur, fakat kalbin en azından tedaviyi kabul edebilecek kıvamda olması ve bu kalp sahibinin hiç olmazsa haddini bilmesi şartı vardır. Mizacı bozuk, şekk ve şüphe ile dolu kimseler sohbetin zevkine eremez. Bu zevki alamayınca da kalbi uyanmaz, yani irşad olamaz. Sohbet gafletten kişiyi ikaz eder, uyandırır. Uyanmış bir kalp, mânâyı, nefsinin tavırlarını fark eder, en azından hisseder. Kendisi için hayırlı ve rızaya uygun hâlleri fehmeder. Hatta bu onda öyle bir manevî tiryakilik uyandırır ki sohbetsiz olamaz, sohbet haliyle hemhal olmak ister. Çünkü sohbet malumat temeline, kuru bilgi esasları üzerine inşa edilmez.

Sohbetin esası, temelleri hâl ve tecellilerdir. Buna binâen bir kez kalbiyle bu hâle erişen kişi asla o tadı ve kokuyu unutamaz. Biliş sahibi değil buluş sahibi, başka ifadeyle bildiğini bulan değil, bulduğunu bilen kişi hâline gelir. Kalbin tatmin olması da ancak bu şekilde şahid olmakla ve ermekle olur. Hz. Pir Necmeddin-i Kübra; “Arif mürşidlerin sohbetleri ezel ikliminden eserek gelen ve taa bakâ iklimine doğru giden nefes ve rüzgârlar gibidir. O kimseler ne konuşurlarsa konuşsun, hangi mevzudan bahsederlerse bahsetsinler hep O’ndan bahsederler hep O’nu zikrederler. Onların sözleri bu aziz nefesi taşıyan kervanlar gibidir. Şâir konuşmalarla ariflerin sohbetini ayıran işte bu manevî hâldir. Sözlerinin şekline değil kokularına, kopup geldikleri yere nazar eyle ki, sohbetin zevkine varabilip hakiki bilgiye erişebilesin.” buyurarak sohbet ve benzerlerini mânâ pusulasıyla işaret etmiştir.

Sohbetteki oluş vesileleri türlü türlüdür. Bazen konuşanın kemâli, bazen dinleyenin kemâli. Bazen birinin nazarı, bazen de zaman ve mekânın hususiyeti, bu hâli celbeder. (sohbet hâlinin oluşumuna vesile olur.)

Erzurumlu Emrah Hazretleri bir nutkunda,

İksir-i âzamdır nutk-ı ehlullâh

Yek nazarda hâki kimya ederler

Hakkın esrarından anlardır âgah

Velâkin sûrette ihfa ederler.

Yani “Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının, Hakk sohbetine nedim olmuş zatların sözleri sohbetleri kuvvetli iksirlerden ve ilaçlardan daha kuvvetlidir. Ve onlar Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kuvve-i kudsiye ile (Allah Teâlâ tarafından verilen kudretle) bir bakışlarıyla toprağı, çamuru altın ederler. Toprakta gizli olan esas cevheri bir nazarla ortaya çıkartırlar. Hakk Teâlâ’nın esma, sıfat ve tecelliyat sırlarından haberdar ve bu sırlara âgahtırlar. Ancak insanlar arasında yani halk ile beraberken bu sırları aşikar etmez, ifşa etmezler. Erbabı olmayanlara bu incelikleri göstermezler.” diyor.

Sohbetle, vaaz etmek bir değildir. Her sohbet bir vaazdır. Fakat her vaaz sohbet değildir. Vaaz, muhabbeti olsun veya olmasın insanların umumuna yapılabilir. Sohbet ise ancak muhabbetli insanların bir araya gelmesiyle olur. Bu beraberlik sayesinde artık sözlerin ötesinde bir idrak hâsıl olur. Nazarlar, bakışmalar alınan nefesler dahi sohbet hâlini alır. Hepsi aynı mânâya işaret eder, bir olur. Eksik veya fazla hiç bir şey yoktur. Kesafet kalkmıştır, letafet hakim olmuştur. Sen ben, benlik ve senlik, hâsılı ikilik ve çokluk yerini birliğe, bütünlüğe teslim etmiştir. Artık ne konuşulursa konuşulsun, ne söylenirse söylensin, konuşanda dinleyen de O’dur. “Sen çıkarsan aradan, kalır seni yaradan” fehvasınca sohbetin ve sohbettekilerin sahibi âdeta gelir onlarla oturmuştur. Sahib ve efendi gelince artık kulların esâmisi okunmaz. Okunsa da O’nunla okunur. Hakk’ın Celâl ve Cemâl güzelliklerinin tecelligâhı olan sohbet meclislerinde sözsüz, sizsiz, bizsiz, sessiz bir biliş ve duyuş hâli hakim olur.

Hazreti Pir Eşrefoğlu Rûmî, “deprenmeden dil dudak, sözü işiten gelsin” derken hem kalp kalbe böylesi sohbeti hem de böylesi bir sohbetin esas sahibi Allah ile sohbeti ne güzel ifade etmiş. Eh, sohbet böyle olunca tabi ki, erenlerin sohbeti ele giresi değil sözü mübalağa olarak düşünülmemeli.

Tasavvufî birçok eserde, insanlardan, cemiyetten yani kısacası halktan uzaklaşıp bir müddet uzlet ve halvet hayatı sürmek çokça zikredilmiştir. Ama aynı eserlerde sohbetin ehemmiyetine de çok büyük yer verilmiştir. İlk bakışta bu tenakuz (çelişki) gibi gelebilir. Hâlbuki dikkatli tedkik edilirse zamana ve zemine göre bu hâllerin hepsinin makbul olduğu fark edilir. Ayrıca bazı büyükler uzlet ve halvetin esasında sohbeti idrak için olduğunu söylemişlerdir. İnsan, kesret âleminde veya cemiyet içindeyken kendi benliğini, vehimlerini, konuşanı, konuşturanı, dinleyeni ve bu sıfatların derûni (içsel) boyutlarını fark edemeyebilir. Halvetin sükûnetiyle kalbi güzellikleri daha kolay müşahede ettiğinden daha sonraki sohbet mülâhazaları gelişir, tekâmül eder.

Nefisler ikilikten geçtiğinden ve kalpler Cenâb-ı Hakk’ın rızasıyla, neşesiyle ve zikriyle meşgul olduğundan dolayı gerçek sohbete şeytan bile giremez. Sohbette canların cananı zahir olur ve tecellî ederse şeytanın burada mahal bulması muhaldir. Zemini Hakk olan bir mecliste şeytan ifsad edecek zemin ve zamanı bulamaz. Ancak şeytan sohbetten ayrılanları, dedikodu gıybetle meşgul ederek kazancı çalmaya ve böylece muhabbetle birleşen kalpleri ayırmaya çalışır. Dedikodu olan yerde rahmet vardır sözü, böyle kazanç sahiplerini aldatmak için şeytanın dedikodu yaptırtması mânâsına gelen bir sözdür ki, doğrudur. Fakat sohbet denilen hâlde, ne dedikodu, ne de fitne vardır. Cenâb-ı Hakk, Vakıa sûresinde cennetteki emniyeti, eminiyyeti, muhabbeti ve sohbeti beyan ederken; “orada hiçbir mânâsız söz duymayacaklardır, günahlara sevkedecek (Allah ile aralarını açacak) söz de işitmeyeceklerdir. Ancak işitecekleri söz, selâm (buna karşılık bulabilecekleri) selâmdır.” buyurmaktadır. Sohbet cennetteki hâlin dünyada yaşanmasıdır vesselam. Hakk Teâlâ’nın izniyle konuşan Fahri Âlem Efendimiz de Allah sohbetinin yapıldığı meclisleri cennet bahçesine benzeterek bu meclislerde bulunmayı teşvik etmiş; “böyle yaparsanız cennet bahçesindeki meyvalardan yemiş olursunuz” ifadesiyle sohbetin ulviyetine işaret eylemişlerdir.

Sohbet aşinalığın, yakınlığın en güzel ifade şeklidir. Hatta âlimler birçok hayrı ve hasenatı anlatırken sohbet benzetmesi yapmışlardır. Meselâ “namaz Allah ile kulun sohbetidir” tâbiri gibi. Hatta namazdaki bu hâlimiz sohbeti o kadar çok andırır ki, namazın sonunda diz çökmüş hâlde en güzel selâmlama şekilleriyle tahiyyat okuruz. Tahiyyat, âlemlere rahmet Efendimizin, âlemlerin rabbiyle görüşüp sohbet ettiği Mîraç’taki selâmlama şeklidir. Niyet ve teslimiyetimizi gösteren Allahu Ekber sözüyle başlayan husûsi namaz sohbeti, selâm verilmesiyle tamam olur. Ancak Allah Teâlâ mü’minleri överken mü’minlerin namazlarında dâim olduklarını, namazdaki huşularını ve zevklerini diğer vakitlerde de muhafaza ettiklerini beyan eder.

İşte hakîki bir sohbet namazdaki Hakk ile olan beraberlik hâlinin, halk ile beraberken de devam etme şeklidir. Bu veçheden bakılırsa, avamın basit gördüğü sohbetin asla küçümsenmeyecek muazzam bir hâl olduğu idraklerden kaçmayacaktır.

Hazreti Şeyh Yahya bin Muaz; “Bana kötü dostun sıfatlarını sorarsan sana derim ki, sohbet ettiğin hâlde o dostuna ‘Allah’a dua ettiğinde beni de hatırla’ dersin. Çünkü o kişiyle yaptığın bir saatlik sohbetin hakkı, aralıksız olarak birbirine dua etmektir. Karşındaki kişi bunu bilmiyorsa o kötü bir arkadaştır. Karşındaki kişiye bunu hatırlatman eksiklikten kaynaklanır. Ve yine ne kötü arkadaştır o kimse ki, onunla bir saat sohbet ettiğin hâlde işlediğin hatadan dolayı seni özür dilemeye sevkeder. Çünkü özür dilemek bilmemekten kaynaklanır. Hâlbuki sohbette yabancılık ve birbirini tanımamazlık yoktur.” Hazreti Şeyh devamla şöyle, buyurmaktadır; “Şu üç zümrenin sohbetinden sakın: gafil âlimler, dalkavuk (yağcı) derviş kılıklılar, cahil mutasavvıflar. Gâfıl âlimler anlattıkları ilmin mâhiyetini bilmediklerinden senin yolunu sapa yerlere çıkartır. Dalkavuklar da sahte samimiyetleriyle senin gözünü boyar. Cahil mutasavvıflar, içinden çıkılmayacak sözlerle kendilerinin de bilmedikleri mânâları, manasızca ve çarpıtarak seni sapkınlığa çekerler.” İnsan sohbetle hamlıktan olgunluğa, nakışlıktan kemâle, bîganelikten aşinalığa erer. Bazen günlerce aylarca okuduğunu bir dakikalık sohbetle idrak edebilir. Tasavvufta yani İslâm ahlâkında sohbetin lüzumuna işaret eden büyüklerimiz en az sohbet kadar sohbetin edebine riâyet hakkında önemli ikaz ve tespitlerde bulunmuşlardır.