Sufi ve Tasavvuf

 

“Sufizm” ve “sufi” nedir?

Kelime anlamı, Ashab-ı suffa’dan geliyor. Aslında, iki anlamı var; suf giyen kişiye sufi denir. Yani, bir çeşit yünlü kumaş ki, son derece basit ve yani başka bir şey giymeyen, yeni kıyafet almayan, sadece onunla yetinen ve onu giyerek fakirliğini gösteren kişiye sufi denmiş bir zamanlar. Allah’ın varhğı karşısında kendi nefsini yoklukla bilen fakirlere de hoş bir işaret olmuş.

“Sufi”deyince, bir lokma bir hırka sözü geliyor aklımıza hemen…

Evet, orada suf giyen herkese denmiş fakat bu, Peygamber devrindeki Ashabı Sufa’nında, yaşayış olarak suf giymedikleri halde, onlar mutasavvıfların yaşantısına ilk örnek teşkil ettikleri için, o grup aslında, Peygamberin etrafında olup, kendini Peygambere rapt edip, Peygamber’i mürşit olarak gören ve dolayısıyla aşırı üzüntülerden ve aşırı mutluluklardan uzak olan, Allah’a kendilerini adamış olan gruba mutasavvıf denmiş. Mutasavvıfların en büyük özelligi; tasavvufu ilim olarak değil, yaşayarak, hal ederek göstermeleridir. O bakımdan tasavvuf, insan olma seviyesine çıkmak demektir. başka deyişle hayvanlıktan insanlık seviyesine çıkmış kişiye mutasavvuf denir. Tasavvuf kelimesi harf harf incelenirse, Abdülkadir Geylani’ye göre; T tövbe anlatır, S safa, arınma anlatır, V velayet anlatır, F fena anlatır. Yani, her harfinde bir mana ihtiva eder. Dolayısıyla, bütün bu seviyeleri aştıktan sonra ancak mutasavvuf olunabilir. Tasavvuf literatüründe de tövbeyle başlayıp, Allah’ta biten yolculuk olarak gösterilir. Tövbeyle başlar yani, tövbe, kendinde acz hissetmekle başlar ve o aczi hat safhaya çıkararak yok olup, Allah ile var olmakla biter. İşte buna da, tasavvufta süluk denir. Mutasavvuf bu süluğu bazen ilmen, bazen şeyhinin emriyle, zikirle yapar. Ama tasavvuftaki en büyük öğe, mürşid-i kamildir. Yani mutasavvuf, mutlaka bir mürşide rapt olmadan mutasavvuf sayılamaz.

Cüneydi Bağdadi Hz.leri, “Tasavvuf, Cenab-ı Hakkın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi bekasıyla diriltmesi, ihya ve ikba etmesidir” diyor. Kenan Er Rifai Hz. ise, “tasavvuf, birlik demektir” diyor. Sizin biraz önce anlattığınız şey bu değil mi?

Evet, biraz önce anlattığımın aynısı. Enteresan olan, her sufi, her mutasavvuf alim, mürşit kendine göre bir tasavvuf anlayışı tarif etmiştir. Demek ki; tasavvufu yaşama şekli bir değil, binlercedir. Kimisine göre kırmamak, kırılmamaktır, kimisine göre sıkıntı ve bela anında, kalpte huzur ve mutluluk hissetmektir. Binlerce tarif getirilebilir tasavvufla ilgili ama tasavvufun en son neticesi, mutasavvufun gönlünde huzuru bulması yani, her an Allah’ın huzurunda olmasıdır. Huzuru daim ve baki olan kişi ki “onla riçin havf ve hüzün yoktur” ayetinin (korku ve hüzün yoktur) muhatabıdır, işte o kişi, hakiki mutasavvıftır yani, onlar hadiselerden etkilenmezler, etkilenseler de bu etki son derece kısa sürer.

Din ve tasavvuf ayrı gibi algılanıyor…

Din zaten, Allah’a giden yol demektir. Tasavvuf da, bu yolun hakikatini anlamak ve idrak etmek demektir. Tasavvuf dinden ayrı birşey olmayıp dinin hakikatidir, iç yüzüdür, özüdür. Şeriat ile ayrı olarak anlatılıp, sanki iki farklı şeymiş gibi gösterilmek isteniyor. Bütün bir vücut nasıl ten ile korunursa, tasavvuf ta şeriatın koruması altındadır. Şeriatı olmayan tasavvuf sahibi olamaz, önce şeriata riayet edecek. Mutasavvuflar şeri kısımlar da azaltmak değil, bilakis hat safhada şeriata uymak şeklinde tasavvufta Allah ile ilişkilerini gösterirler. Yalnız, mutasavvıf Allah’ın emirlerini aşka yolculuk haline getirdiği için, onları bir mecburiyet ve sıkıntı olarak yapmaz, hakikatiyle ortaya çıkarır. İşte onun için,mutasavvuf için şeri kısımlar zevkten ibarettir. Dolayısıyla mutasavvıf, sanki ayetin ikinci kısmı gibidir, yani ayırımın birleşmiş halidir. Ayetin birinci kısmında Kuran-ı Kerim, Furkan olarak tecelli eder.Yani iyiyi ve kötüyü tarif eder ve onları birbirinden ayırır. İkinci kısımda, kötüyü affetmekle bizi karşılaştırır ve dolayısıyla işte buradan anlaşılıyor ki, af, sevgi ve kucaklama tasavvufun işidir. Bunun yanlışı görmemekle bir alakası yoktur. Mutasavvıf yanlışı, hatalıyı görür, uyarır ama kalbinde ona karşı bir kin hissetmez. Çünkü yapanın, yaptıranın yalnız Allah olduğunun idrakindedir.

Bütün dinlerde tasavvuf olduğunu biliyoruz. İslam tasavvufunun diğerlerinden farkı nedir?

İslam tasavvufunun en büyük farkı, Rabbü’l-âlemin fikrinin anlaşılmasıdır. Rabbü’l-alemin fikrini biz, dinimizin içinde devamlı tekrarlıyoruz ama yaşarken öyle yaşamıyoruz. Yani mesela, savaşacağımız insanı başka dinden seçiyoruz. Halbuki hepsinin Allah’ı aynı Allah’tır. Evet, bizim Peygamberimizin şeriatı farklıdır ve üst seviyede bir şeraittir. İlmi de üst seviyede bir ilimdir ama mücadele edeceğimiz kişi şekavettedir yani, iki görmektedir. Tek görebilen hıristiyan ya da musevi ile mücadele etmemek gerekir. O bakımdan tasavvuf, herşeyin hakikatini bize göstererek, yaptığımızı niçin yaptığımızı bize öğretir. İşte bu açıdan tasavvuf çok önemli.

“Ölümden bahsetmekten zevk alan gruptur” diyor, sufiler için İbn’i Arabi Hazretleri. Bu anlamda, sufilerin hayata bakış açıları da farklı mıdır, hocam?

Çünkü sufi, ölmeden önce ölmek seviyesine erişerek iç alemine geçmiştir. Dış alemi nasıl dünyaysa, insanın iç alemi de iç. İç alemi ile ilişki kuran insan, ölümden sonrası hakkında bilgi edinir ve kendi ahiretini idrak eder. Dolayısıyla o seviyedeki insan, içinde huzurlu ise, o zaman daima cenneti hak ediyor demektir. İçinde huzursuzsa, zaten cehennemdedir demektir.O yüzden de ölüm fikri ona yabancı gelmez çünkü o, içi ile aşinâdır ve ilişki halindedir.Ölmeden önce ölmeye yani, içini vücudu içinde hakim kılmaya yatkındır. Dolayısıyla sufi için ölüm, şeklen ayrılığında kalkıp bütünleşmenin tamamlanması gibi bişeydir. O yüzden ölüm lafzını duymaktan bile başka bir zevk alır. Ama ne enteresan ki ölüm lafzı, çağrıştırdıkları açısından pek çok kimse için korkunç bir kelimedir. Hatta mezarlıkların kapısına yazılan, ölümü hatırlatan cümleleri bile kaldırmak için mahkemeye giden dünya insanları gördük. Dolayısıyla bunlar, gelecek hakkında çok büyük korkular taşımaktadırlar. İşte,bu tür insanların zaten cehennemi o korkularıdır. Halbuki mutasavvuf, hepsi bir yana korku denen şeyden arîdir. Çünkü korku, nefse ait bir özelliktir. Mutasavvıf ise nefsinin hakimiyetinden kurtulmuş olandır.

Peki, Efendimiz “eğer sana hala aptal demiyorlarsa, sen derviş değilsin” diyorlar. Ne demek istemişler?

Burada demek istiyor ki; derviş, o kadar her şeyi hoş karşılar, hoş görür ve o kadar ütopik bir dünya kurar ki, aslında dervişin kurduğu dünya hakikat, dışarıdaki insanın ki ütopiktir. Ama insanlar çoğunluğa, kemiyete değer verdikleri için; genelde dervişin dünyası onlara çok değişik gelir. Dolayısıyla onu bizden değil diye değerlendirirler. İşte, bu bizden değil sözünü hatırlatmak için hocam, henüz sana aptal dememişler mi, diyor. Demek ki dışarıdaki insan için derviş, kabul edilmesi zor. Evet, çok zevkli fakat yaşaması zor bir hayat anlatır. Yoksa anlatılanlar herkesin hoşuna gider. Fakat insanlar, daha o seviyede olmadıkları için, karşısındakini anlamakta zorlanırlar. Onun için de aşağılarlar ve küçük görürler.

Günümüzde sufi biraz yanlış anlaşılıyor. Sufi, pasifleşmiş ve hayatın içinde olmayan, çalışmadan oturan insan gibi algılanıyor. Bir sufi nasıl yaşamahdır?

Sufi, dünya ile ahireti hiç birbirine geçirmeden, eşit şekilde götürebilmelidir. Sufi, illaki bir tek kıyafet giyip o tek kıyafet üzerine hareket eden kişi değildir…  Sufi, sufice yaşayan kişidir. Yani, bu alemde hiçbir hadiseden yıkılmayan, hiç kimseden aşırı etkilenmeyen insandır. Puta tapmaktan vazgeçmiş, hayatının merkezine Allah’ı koymuş, ailesini ve çevresini de onlara yakın yerlere yerleştirmiştir ama onların onu üzmesine izin vermez, sırf bu ilişkiden dolayı. Dolayısıyla sufi, denge insanıdır. Sıratı müstakim üzerindedir ve tevhide doğru gitmektedir. Onun tevhid anlayışı farklılıkları kabul etmektir yani, farklılık görmemek değil, farkı görüp o gördüğü farklılığı hoşgörüyle karşılayabilmektir “Yaradılmışı severim, yaradandan ötürü” anlayışı içerisinde hareket eder sufi. O yüzden mutasavvıflar bugün anlatıldığı gibi, hıristiyan mutasavvıfı değil, islam mutasavvıfı olmalıdır ve dünya ile ahirete eşit şekilde değer verip, uyuşukluğa düşmemeli ve hareket halinde olmalı. Hint felsefesinin uyuşturucu etkisinden kurtulmuş, namazı aktif ve hareketli kılan, manasını giyinmiş, daima uyanık ve daima Allah’ı ile irtibatlı, fakat Allah’ı ile irtibatlı olurken dünyadaki herkesin de hakkını verebilen insan haline gelirse ancak hakiki mutasavvıf oluruz . Her anını çalışmakla geçirmelidir. Boş kalan hiçbir dakikası olmamalıdır. Peygamber ahlakını giyinmelidir. Verdiği sözde durmalı, saate riayet etmeli, insanlara hürmet etmeli, kimseyi aşağı görmemeli, yanımızda çalışanları üstün tutmalı, dön geri borusu çaldığı anda nerede olacağını çok iyi bilip ona göre hareket etmelidir. Mutasavvıf, dünya insanıdır ama aynı zamanda ahiret insanıdır ve o, dünyada ahreti, ahrette dünyayı yaşar. Dolayısıyla mutasavvıf, Peygamberin tam manasıyla varisi olmalıdır. Aksi takdirde adına mutasavvıf denmez; derviş olma isteklisi denir, yahut biraz da latifeyle kendisine çerviş denir.

Teşekkürler Efendim.

Müge Doğan – Nefes Dergisi

cemalnur@cemalnur.org