SULTAN VELED’İN İBTİDÂ-NÂME’SİNE GÖRE İLK MEVLEVÎ HALÎFELERİ – Hülya Küçük

SULTAN VELED’İN İBTİDÂ-NÂME’SİNE GÖRE İLK MEVLEVÎ HALÎFELERİ*

Yrd. Doç. Dr. Hülya Küçük**

Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin oğlu Bahâeddin Muhammed Veled’in, daha yaygın olarak bilinen adıyla Sultan Veled (623/1226-712/1312)’in 25450 beyitlik üç ayrı ciltten müteşekkil Mesneviyât-ı Velediyye’sinin ilki olan İbtidâ-nâme[1] (diğer adlarıyla Veled- nâme, Mesnevî-i Veledî veya Mesnevî-i İbtidâ-yı Veledî), 8754 beyittir. Babası ve onun hemdemi olanlarla ilgili bilgi veren en eski ve en doğru kaynaktır. İbtidâ-nâme, Mevlevîliğe ait diğer eski kaynaklar olan Risâle-i Sipehsalar ve Menâkibu’l-Ârifîn’inin de yazılı kaynağıdır. Eser, 1355/1936’de Tahran’da İkbal kütüphanesi tarafından Mesnevî-i Veledî be bahr-i hafif, ma’ruf be Veled-nâme adıyla basılmıştır. Baskının editörü Celâleddin-i Humâî tarafından kaleme alınmış 128 sahifelik detaylı bir önsözü olan bu baskıda eski sufi isimleri, Mevlânâ, halifeleri gibi özel isimler bir punto büyük yazılmıştır. “Ne yazık ki eserdeki Türkçe beyitler çıkarıldığı gibi en eksiksiz nüsha olan Meclis Kütüphanesindeki nüsha da kullanılmamıştır.”[2] Türkçe tercümesi Gölpınarlı tarafından yapılan (Ankara, 1975) eserin tenkitli metni, İstanbul Üniversitesin’de Tahsin Yazıcı danışmanlığında çalışılmış olan  Sultan Valad: Hayatı, Eserleri ve Masnavi-i Valadî’nin Tenkitli Metni adlı doktora tezinin (Djamchid Garabeiglou, İst. Üniv. Ed. Fak., Fars Filolojisi, 1977) bir parçasını oluşturmuştur. Sultan Veled’in diğer eserleri arasında önemlileri, diğer mesnevîleri olan Rebâb- nâme ve  İntihâ-nâme ile Maârif ve Divân’dır.
İbtidâ-nâme’yi yazış sebebini Sultan Veled şöyle açıklamaktadır: “Allah sırrını kutlasın babam Hazret-i Mevlânâ, kardeşler, müridler ve alemde bulunanlar arasından “sen yaratılış ve huy bakımından insanların bana en benzeyenisin” mucebince, hıl’at ve taç giydirerek beni seçti.  Bu zayıf da, o hazretin emrine uyup “Allah kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmadı” muktezâsınca, gücü yettiği kadar, “Babasına en fazla benzeyen zulmetmemiştir” hükmüne uyup o hazrete tabi’ olmak, ona benzemek hususunda çalıştı. Kendileri, çeşitli vezinlerde dîvanlar meydana getirdiler, rubâîler düzdüler. Bu zayıf da ona uyup dîvan  meydana getirdi. Yanında dostlar, sevenler, uyanlar, değil mi ki Allah anılışını ululasın, Mevlânâ’ya uyup dîvan meydana getirdin;[3] mesnevîde de ona uymak gerek diye dilekte bulundular; bunun sonucu kendimi o hazrete benzetmek gayretiyle altıyüz doksan yılı Rabîulevvel ayının ilk günü, bu mesnevîyi yazmaya başladım.”[4] İbtidâ-nâme’de akıcılık, yoğunluk, yeni fikirler ve söyleyiş tarzlarının olmadığı, anlattığı pek çok hikâyenin Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki hikâyelerin değişik bir üslupla tekrarı olduğu[5] doğrudur. (Zaten Sultan Veled de babasının öğrettiğinden fazla bir ilmi olmadığını “Veled râ nîst ney ilm u ney velâyet, Cüz an ilm u velâyet keş peder dâd”[6] mısralarıyla belirtmektedir.)  Ama şunu da eklemek gerekir ki Sultan Veled bu hikâyeleri  yeniden yorumlanmış ve bir bakıma halkın daha iyi anlayacağı bir hale getirmiştir.[7]  Ayrıca İbtidâ-nâme söz konusu olduğunda akla ilk önce gelmesi gereken hususlardan birisi, onun Anadolu’da Türk dili ve edebiyatının ilk mahsulleri arasında olan Türkçe beyitler ihtiva etmesidir. (Bu beyitlerin sayısının bazı yerlerde 74,[8] bazı yerlerde  176[9] olduğu zikredilir.) Sultan Veled Batı Oğuz lehçesini biliyordu.[10]  Sultan Veled’in, eserlerinde Türkçe’yi kullanışı, Mevleviliğe olan ilgisini fazla saklamayan Mustafa Kemal Atatürk’ün[11] de dikkatini çekmiş ve  Türkçe yazması sebebi ile onun babası Mevlânâ’dan daha üstün olduğunu söylemiştir.[12] Sultan Veled’in Türkçe şiirleri Veled Çelebi İzbudak (1869–1953) tarafından Divan-ı Türki-i Sultan Veled  adıyla neşr ve şerh edilmiştir (Ankara, Maarif Vekâleti, 1923). Aynı konuda Mecdut Mansuroğlu’nun Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri (İstanbul, İÜEF, 1958) adlı eseri ve bunun dışında irili-ufaklı başka çalışmalar da vardır. Aynı asırda Türkçe yazan Yunus Emre ve Aşıkpaşa gibi şairlerin aksine Sultan Veled’in şiirlerinde hece vezni yoktur.[13] Onun eserlerinde Türklük de yüce değerlerle eş tutulmuştur. O “Bedenin çadırdır. Ondaki canınsa gizli olan ay gibi Türk’tür” demiştir.[14] Gibb, onun eserlerinde Türkçe’nin bulunmasının, müslüman bir topluluğun dili olması hasebiyle normal olduğunu, ama mesela Rebâb-nâme’de Yunanca beyitlerin de bulunuşunu sufilerin diğer din mensuplarına karşı tölaranslı oluşu ile açıklamaktadır.[15]
Şair olmaktan çok şiiri öğretim aracı olarak kullanan bir sûfî olan Sultan Veled,[16]eserinde dedesi Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Muhammed Veled’in Belh halkından  ve yönetici Muhammed Harzemşah’tan incindiği için, (616/1219 yılında) Belh’ten göçerek önce Larende (Karaman), sonra Konya’ya  yerleşmesinden ( 626/3 Mayıs 1228) başlayıp Çelebi Hüsâmeddîn’in vefatı ve sonrasına  kadarki dönem ve kendi  hayatına dair bazı bilgileri aktarır: Seyyid Burhaneddinin Konya’ya gelişinden, Mevlânâ ve Şems ilişkisinden, Kuyumcu Salâhaddîn’den, Çelebi Hüsâmeddîn’den, Mevlânâ’nın vefatı ve cenaze töreninden,  kendi şeyhliğinden ve şeyhliği sırasında yaptığı işlerden bahseder. Bu şekilde, bize ilk dönem Mevlevîliği ve Mevlevî halîfeleri hakkında da birinci el bilgi vermiş olur. Bu anlatıların arasına konuya uygun nasihat ve hikâyeler yerleştirir.
Ancak kitabı anlayabilmek için ilk dönem Mevlevîlik tarihi hakkında bir ön bilgi mutlaka gereklidir, zira Sultan Veled bütün bunları anlatırken tarih vermez ve kronolojik sırayı gözetmez.  Daha da önemlisi, ilerleyen satırlarda ele alacağımız üzere, bizi bazı kronolojik problemlerle karşı karşıya bırakır.
Mevlânâ’nın halîfeleri konusunda Sultan Veled epey iddialıdır ve kendi deyimiyle “Mevlânâ’nın Şemseddin, Şeyh Salâhaddîn, Hüsâmeddîn gibi halîfeleri vardı ama vilâyet, ululuk, bilgilerdeki güçlülük bakımından şöhret olmamışlardı. Veled’in anlatışıyla Mevlânâ gibi meşhur oldular. Vilâyetleri, ululukları pek büyüktü ama gizliydi: güneş gibi meydana çıktı.”[17] Burada dikkat edilecek önemli bir  husus, Şems-i Tebrizî’yi Mevlânâ’nın halîfesi olarak sunmasıdır. Diğer Mevlevî kaynaklarının da olaya bakış tarzı aynıdır.[18]
Eserde anlatıldığı üzere Mevlânâ’nın, babasından sonraki rehberi, Burhâneddin Tirmizî’dir. Burhâneddin Tirmizî, Sultanu’l-Ulema’nın Belh’de iken müridi idi. Onu aramak üzere Konya’ya geldiğinde _ ki bu 630/1232 yılına rastlar_  o Hakka’a kavuşmuştu (629/1231). Şeyhinin yerine Mevlânâ’yı bulan Burhâneddin Tirmizî, Mevlânâ’ya “(…..) babanda zâhir hallerden başka haller de vardı ki onlar, öğrenmekle elde edilmez, Allah vergisidir (…..) onları da benden elde et de her hususta zâhirde de bâtında da babana mirasçı ol, tıpkı ona dön” demiş, [19] Mevlânâ da  dokuz yıl onun sohbetinde bulunmuştur.[20]  Mevlânâ’nın Burhâneddin Tirmizî’den sonraki (v. 639 veya 640/ 1241 veya 1242) rehberi, hemdemi, ve artık “halîfem” diye nitelendireceği Şems-i Tebrizî’dir (1186-1250?). Sultan Veled’e göre, Mevlânâ, Hz. Musa’nın Hızır’a ihtiyaç duyuşu gibi Şems’e ihtiyaç duydu.  Mevlânâ, Allah katında, gerçeklik, üstünlük, safiyet bakımından herkesten ileriydi ama Allah, Şems’in ona yüz göstermesine, o suretle yakınlığını daha da artmasına sebep oldu.[21]Konya’daki ilk karşılaşmalarından (642/1244)  sonra, “iki yıl rahat ve huzura içinde hayatlarına devam ettiler”. Bundan sonra dedikodular başladı. Sultan Veled’in deyimiyle  “Sürüye benzeyen müridlerin hepsi bozuldu”. Şems’i öldürmeyi planladılar.  Bunlardan gönlü kırılan Şems  Konya’yı terkederek  Şam’a gitti (644/1246). Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i onu bulup tekrar Konya’ya davet etmesi için elçi olarak gönderdi. Sultan Veled bu işi başardığında Mevlânâ’nın sevincine diyecek yoktu artık.  Önce, eski yaptıklarından ötürü  tevbe dileyen müridler  yine küstahlaşınca,  Şems tekrar Şam’a döndü  (645/1247 veya 646/1248). Bu sefer onu aramaya Mevlânâ’nın kendisi gitti. Sultan Veled’in deyimiyle, Mevlânâ, “suret bakımından Şems’i bulamadı ama  onu kendinde buldu; çünkü Şemseddin’deki hal, onda meydana geldi.”[22] (Mevlânâ, Şems’i aramak için iki kere Şam’a gitmiştir[23] ama bunun tarihlerini tam bilemiyoruz. 646/1248 ile 648/1250 arasında  olduğu söylenebilir.)
Mevlânâ, Şems’den sonra on yıl boyunca Kuyumcu Salâhaddîn’i  sohbet arkadaşı,  “nâib ve halîfe” edinmiş,  onunla “sükûn bulmuş”, ama yine müridlerinin şiddetli kıskançlıklarına hedef olmuştu. Tanıdıkları, bildikleri ve görünüşte hiçbir olağanüstü hali  olmayan bir insana Mevlânâ’nın o kadar değer vermesine bir anlam verememişler, Sultan Veled’in  ifadesiyle “Allah azizini hor” görmüşler, “o cana balçık adını” takmışlardı.[24]Kuyumcu Salâhaddîn dünyadan göçünce (658/1259), Mevlânâ “ey Allah’nın yoluna-yordamına uyan Hüsâmeddîn, bundan böyle nâib ve halîfe sensin, çünkü arada ikilik yok” diyerek Çelebi Hüsâmeddîn İbn Ehī Türk’ü  (622/1225- 683/1284) – ki asıl adı Ahi Hüsâmeddîn Hasan’dır[25] – onun yerine geçirmiş, başına nurlar serpmiş, ashabına “ona baş eğin, önünde baş eğin, âcizcesine kanatlarınızı yere gerin” demiş,  Çelebi aralıksız on yıl Mevlânâ ile sohbette bulunmuş, ashab ve dostları onunla birlikte irşad etmişti.[26](Mevlânâ’nın  Mesnevî’sini dikte edenin Çelebi Hüsâmeddîn olduğu bilinen bir husustur.) Mevlânâ’nın dünyadan göçüşünden sonra Çelebi Hüsâmeddîn, Sultan Veled’e “Babanın makamına geç, otur” demiş ise de Sultan Veled bunu kabul etmemiş,[27] “Hayır” demiş, “Babam gerçekten de diridir, bedeni yıpranmıştı, ölen bedenidir. Ruhu Allah’da bâkiy, kavuşma şarabından da Hak ona sâkiylik etmede. “Müminler ölmezler demedi mi Mustafa; anlam incisini deme di mi? Babamın zamanında halîfeydin bize, değişen bir şey yok, öne geç. İmâm sendin, sana uyardık, padişahtan bunu bellemiştik biz. Önce de sonra da halîfemizsin; önderimizsin; iki alemde de şeyhsin” diyerek[28] hilâfete Çelebi Hüsâmeddîn’in devamının daha doğru olacağında ısrar etmişti.  Ancak on yıl sonra Çelebi Hüsâmeddîn ansızın hastalanmış ve Allah’ın huzuruna gitmişti (683/1284).  Sultan Veled bu durumu “ Veled,  yetim bir çocuk gibi tek başına kaldı, ağladıkça ağladı: korkudan arıklaştı. Çölde kalmış çocuk gibi sığınacak kimsesi yoktu, esirgeyecek kişiden mahrum bir halde şaşırıp kaldı. (….) Klavuzum  gitti, o olmadan şeytandan nasıl başçeker kurtulurum. Nereye yüz tutayım, kime sarılayım, çarem nedir, ne tedbirde bulunayım, diyordu”[29] Sözünü ettiğimiz kronolojik problemlerden birisi işte bundan, yani Çelebi Hüsâmeddîn’in ölümünden (683/1284) sonrasıyla ilgilidir. Sultan Veled, bundan sonrasını anlatırken, hem, Şeyh Kerîmeddîn’in Çelebi Hüsâmeddîn’den sonra onun mazharı olarak yedi yıl şeyhlik yaptığını ve zamanın eşsiz bir eri olan bu şeyhe kendisinin de tâbi olduğunu “Hüsâmeddîn’den sonra o server, yedi yıl müddet yol göstericilikte bulundu”[30] sözleri ile belirtmekte, hem de Çelebi Hüsâmeddîn’den sonra halkın  toplanıp “ babanın yerine otur, şeyhlik et; şimdiye dek, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Hazret-i Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn’i halîfe yapmıştı diye bahanelere giriştin; şimdiyse o da göçtü, bahane göstermemen, kabul etmen, dileğe uyman gerek” diye  ısrar ve yalvarmaları üzerine şeyhlik makamına kendisinin geçtiğini ve Mevlânâ yolunun muktedası olduğunu bildirmektedir.[31] Menâkıbnâmalerde önemsenmeyen bu durumu Gölpınarlı, Sultan Veled’in  ‘resmî’ şeyh olmasına rağmen, kendisini tam olgun görmemesi sebebiyle manevî şeyh olarak Şeyh Piser-i Bektemür (Bektemüroğlu) Kerîmeddîn’i tanıması ile açıklar.[32]
Bu açıklama, Sultan Veled’in  bir rehberi her şeyden daha üstün gören mistik ama temkinli yapısı göz önüne alındığında mantıklı görünmektedir. Şöyle ki eserde  okuyucunun dikkatini çeken  en önemli husus onun mahviyeti ve her fırsatta bir şeyhe, bir rehbere olan ihtiyacını vurgulamasıdır. Aslında genel olarak rehbere ihtiyaçtan söz eder gibi görünür ama satır aralarında kendisi saklıdır. Zira o ” Başımda şeyhlik sevdası yok benim. Hiçbir kuş benimle beraber uçamaz. Ben kendi kendime iyiyim. Kimseyi arkamda istemiyorum” diyen babası gibi[33] şeyhlikte gözü olmayan birisi idi. O, herkesin şeyh olmaktan hoşlandığı ve dervişliği beceremediği bir ortamda, derviş olmayı tercih etmişti. Bizi, “herkesin şeyh olmaktan hoşlandığı bir ortamda” hükmüne götüren, Menâkibu’l-Ârifîn’de Mevlânâ’ya nisbet edilen bir sözdür: Bir gün büyüklerden birisi Mevlânâ’dan “sohbet ve hemdemlik etmesi için bir derviş göndermesini” ister. Mevlânâ:  “Derviş nerede? O hiç bulunmaz. Fakat istediği kadar şeyh göndereyim” diye karşılık verir.[34] Sultan Veled’in dervişliği tercihi belki de bu sebepledir. Sultan Veled’in   “Gerçek [Doğru]  şeyh baş gibidir, başkası ise bedene benzer. Birisi başsız olabilir mi? Ayak, baş olmadıkça yolu nereden bilecek? (Râstîn şeyh hemçû ser bâşed. Ğayr-ı o kālıb-ı beşer bâşed. Zinde bîser kesi kocâ mâned, pâ bîser reh koca dâned) “[35],  “Şeyhle sohbet Hudâ ile sohbettir”[36], “Şeyhin çok yüce kerametleri vardır. Mürid onlardan faydalanır”[37],  “Şeyh ne yaparsa Allah’dan görmeli. O, ölmeden önce ölmüştür”[38],  “Yılan içimizdeki nefistir. Şeyh onu meydana çıkarır”[39] “Şeyh insanı çalışıp çabalamadan maksada erdirir”[40] gibi sözleri onun “bir şeyhe ihtiyaç” konusundaki düşüncelerini yansıtır.  Babasının yanı sıra Şems’e, ondan sonra Kuyumcu Salâhaddîn’e, ondan sonra da Çelebi Hüsâmeddîn’e bağlanan Sultan Veled, babasının göçüşünden sonra (672/1273), Çelebi Hüsâmeddîn’in “babanın makamına geç, otur, şeyhlik et, ben de hizmetinde bulunayım” teklifine rağmen şeyhliği  kabul etmemiş, ona tâbi olmayı yeğlemiştir.[41]  Bu tarihte Sultan Veled, kırk yedi yaşını bitirmiş, ihtiyarlık yaşına yaklaşmış bilgin bir zattı. Gösterdiği bu mahviyet, bir büyüğün karşısındaki bu küçülüş kelimelere sığmayacak kadar büyük bir olgudur.[42] Aynı teklif, Çelebi Hüsâmeddîn’in ölümü üzerine halk tarafından yapılmış, artık bahanesi kalmadığı için ısrarlar ve yalvarmalar üzerine bu teklifi mecburen kabul etmiş görünmüş,[43]  ama gerçekte “Klavuzum  gitti, o olmadan şeytandan nasıl başçeker kurtulurum. Nereye yüz tutayım, kime sarılayım, çarem nedir, ne tedbirde bulunayım” diye ağlamış[44] ve yine bir başkasını, Piser-i Bektemür Kerîmeddîn’i  şeyh olarak tanımıştır. Zira Sultan Veled’e göre o “öyle bir erdi ki onun gibi kerem sahibi bir padişah yoktu”, ” o huyları güzel, seçilşmiş veli”[45] idi. O zamanının seçilmiş bir velisi, gönül sahibi idi. Varlığından ölmüş, Allah’yla dirilmişti. Halkın elini tutan ancak o idi. Kim onu sever, ona dost olursa onun işi sonunda tamamlanırdı. Ve dahası, o, Hüsâmeddîn’in yadigârıydı. Sultan Veled,  Hz.İsa’yı,  Hz. Musa’yı, İmran’ı, Hallac-ı Mansur’u, İbrahim b. Edhem’i, Maruf el-Kerhî’yi, Zü’n-nun el- Mısrî’yi anışının, hep onun, yani Piser-i Bektemür Kerîmeddîn’in sıfatlarını anlatmak için olduğunu söyler.[46] Ancak Sultan Veled, Şems’in akibetini düşünerek uyanık hareket etmiş, babasındaki tedbiri yok edecek, düşünmeye yer bırakmayacak derecede kuvvetli aşk ve cezbeden uzak olarak Kerîmeddîn’i herkese duyurmamıştı.[47] Onun hakkında hemen hiç bilgimiz olmayışının[48] sebebi belki de budur.
Burada karşılaştığımız diğer bir problem, kitabın 690(1291) yılı Rebiu’l-evvel ayında başlayıp Cumade’l-âhira’nın dördünde, yani dört ay içinde, bittiğini söyleyen Sultan Veled’in, nasıl olup da 691 (1292) yılı Zilhicce’sinde vefat ettiğini sandukasından öğrendiğimiz şeyhi Piser-i Bektemür Kerîmeddîn’in vefatından bahsedebildiğidir.[49] Gölpınarlı’ya göre,  Sultan Veled gibi – birazdan üzerinde  duracağımız vechile– teşkilatçı bir kimse,  gönülden bağlı olduğu ve ‘şeyh’ diye tanıdığı bir kimsenin sandukasının üzerine yanlış tarih yazdırmaz. Bu durumda, sanduka üzerindeki tarih, Şeyh Kerîmeddîn’in ölüm tarihi değil, sandukanın yapıldığı tarihtir[50] veya onun ölümüyle ilgili paragraf, ona hürmeten, eser tamamlandıktan sonra araya sokulmuştur.[51]
Sultan Veled, şeyhlik makamına oturduktan sonra, Mevlevîliği teşkilatlandırma çalışmalarına devam etti. (“Devam etti” diyoruz, zira daha Mevlânâ zamanında, Emir Taceddin Mutez el-Horasânî, medresenin yanına birkaç oda, yani “Âşıklar Evi” yapmak istemiş, ancak Mevlânâ  “Ad ve Semud gibi binalar yaptırmak istemediğini” söyleyince onu ikna işi Sultan Veled’e kalmıştı.[52])  Tarikat, onun zamanında büyüyüp gelişmeye başladı.[53] Önce yoksulları tasaddukta bulunan (Çünki benişest ber makām-ı peder, dâd bâ her yekî defîne-i zer) Sultan Veled’in, kendi ifadesi  ile: “Bîaded merd ve zen mürîd şudend, Heme ender hüner ferîd şudend (Sayısız kadın-erkek müridi oldu; hepsi de hünerde tek kişi kesildi)”  “Hulefâ sâhet der tarîk-i Peder. Kerd der her mekām yek server (Babasının yolunda halîfeler dikti; her durağa bir ulu kişi atadı)” “Çünkü uzaktaki şehirlerin halkı da hep bu ırmağa susamıştı. Yurtlarında, tuzağa tutulmuş kuşlar gibi kala kalmışlardı.  Yakınları, çolukları-çocukları engel oluyordu da bu yana gitmeye imkan bulamıyorlardı”, “Hulefâ pür şudend ender Rûm, tâ nemâned kesi zemâ mahrûm (Hiçbir kimse bizden mahrum kalmasın diye Anadolu halîfelerle doldu)” .”Rûm çi! Bel heme cihân pür şud.Katre-i cümle zeîn ummân der şud (Hatta Anadolu’da ne! Bütün dünya halîfeyle doldu ; bu ummandan her yana bir katre yürüdü- gitti)”, “Heme geştend muktedâ besezâ. Her yeki şeyh ve pîşvâ besezâ Halîfelerin hepsi de uyulmaya lâyık oldu; her biri bir şeyh olmaya, kılavuzluk etmeye liyâkat kazandı)”, “Tâ nebiştîm beherşân şecere. (onlara icâzet-nâmeler yazdık)”. [54] Bilhassa bu son iki cümleden halîfelerin iyi bir eğitimden geçirildiklerini de çıkarıyoruz; zira “liyâkat kazanmak”tan ve bunun sonucu olarak icâzet-nâme verilmesinden bahsetmektedir. Bütün bunları yapmasında tek sâik, şüphesiz babasına olan bağlılığı ve onun yolunu unutulmaz kılma tutkusu idi. Ona göre “Dünyaya Mevlânâ gibisi, gizli-açık gelmemiştir. Mevlânâ gibisi, onun benzeri yoktur. (….) O yüce padişah, kutupların kutbuydu.”[55] Onun yolundan giden büyükleri meşhur eden de yine Sultan Veled idi.[56]
Burada akılda tutulması gerekir ki. ilk çelebiler döneminde Mevlânâ’ya ulaşanlara “Mevlevî”,  Sultan  Veled mensuplarına “Veledî”,  Ulu Ârif Çelebi mensuplarına “Ârifî”, Âbid Çelebi mensuplarına “Âbidî” denmiş, daha sonraki dönemlerde ise çelebilerin nüfuzları azaldığı için  artık bu tür bir ayrıma gerek kalmamış, sadece “Mevlevî” kelimesi kullanılır hale gelmiştir.[57]  Tarikatın kuruluş ve sistemi hakkında elimizde hemen hiçbir şey olmamakla birlikte[58] “teşkilatlanmaya Sultan Veled zamanında başlanılmış ve XVI. yüzyılda   kesin şeklini almıştıur” şeklindeki bir tesbit yanlış olmasa gerektir.[59] Sultan Veled, merâsime aşırı derecede bağlı mistik bir şahsiyetti.[60] Bu merâsimciliğini babasının yolunu öğreten halîfeler atayarak gösterdi ve böylece diğer sistemleştirmelerin de önünü açtı.  Temkinli, mantıklı ve bilhassa zamanın icaplarını görüp gözetir bir adam olduğu için, Mevlânâ’nın öğretisini biraz tebdil etmek pahasına da olsa, başka tarikatlardan ayrı, farklı bir tarikat kurma gayreti güttü.[61] Sultan Veled’in Mevlevî âyin ve erkânına olan katkısı ise tartışmalıdır ve rolü tam manasıyla bilinmemektedir.[62]  Öncelikle,  semanın önemli bir bölümü olan “Devr-i Veledî” ye kapılarak ve Mevlevi rivayetlerine inanarak semayı mukâbele şekline sokanın o olduğunu söylemek yanlış olur. Zira 760/1358’de biten ve dolayısı ile sadece Sultan Veled dönemini değil, Ulu Ârif Çelebi oğlu Emir Adil Çelebi  dönemini de içine alan bir kaynak olan  Menâkibu’l-Ârifîn’de böyle bir törenden söz edilmemektedir.[63]
KAYNAKÇA
el-Eflâkî el-Ârifî, Şemseddin Ahmed,  Menâkibu’l-Ârifîn (Metin), hazırlayan: Tahsin Yazıcı, 2c., Ankara, 1976 (ve tercümesi: Âriflerin Menkibeleri, tr. T. Yazıcı, 2c, İstanbul, 1973)
Egeli, M. H.,  Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, 2. Baskı, İst., 1959.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (dipnotlarda Mevlevilik olarak kısaltıldı), İstanbul, 1953.
Küçük, Hülya, The Role of the Bektashis in Turkey’s National Struggle, Leiden-Boston, 2002
Önder, Mehmet , ” Mevlânâ’nın Oğlu Sultan Veled’in eserlerinde Türkçe”, 3. Uluslararası Türk Dil Kurultayı, 1996, Ankara, 1999, ss.821-31.
“Mevlevîliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişînler”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya
Schubert,  G. “Sultān Walad,” EI2, c. IX, ss.858–9.
Sultan Veled,  Maârif , tr. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, 3.baskı, Ankara, 1974.
Mesnevî-i Veledî be bahr-i hafif, ma’ruf be Veled-nâme, ed. (tashih ve  mukaddime) Celâleddin Humâî, Tahran, 1355/1936.
İbtidâ-nâme, tr. A. Gölpınarlı, Konya, 2001.
Uluç, Sadettin,  “Sultan Veled’in Türkçe Şiirleri”, Mevlânâ (hazırlayan: Feyzi Halıcı), Konya, 1983, ss 109-113.
Mansuroğlu, Mecdut,  “Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatının İlk Mahsulleri”, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c.I (İstanbul, 1947-47), ss.9-17.
Walley, M.I., “Bahā’al-din Soltān Walad”, EI, c.III 1898), ss.435-6.
DİPNOTLAR
* III. Uluslar Arası Mevlânâ Kongresi, 5-6 Mayıs 2003, Konya’da sunulan tebliğin gözden geçirilmiş hâlidir.
** Yrd. Doç. Dr.,  Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi (Konya).
[1] Meliha Ü. Anbarcıoğlu, “Önsöz”, Maârif ( Sultan Veled) tercümesi, 3.baskı, Ankara, 1974, ss.XXVI-XXVII.
[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (buradan sonra Mevlevilik), İstanbul, 1953, s.49.
[3] Ancak bunun doğru olması edebiyat geleneği açısından mümkün değildir. Zira hiçbir şairin divanı ölümünden önce bitmez. Sultan Veled bu sözüyle divan yazmada da babasına benzediğini söylemek istemiş olabilir: Gölpınarlı, Mevlevilik, s.46.
[4] Sultan Veled, Veled-nâme. Mesnevi-i Veledî, ed. (ve mukaddime) Celâleddin Humâî (buradan sonra: Metin), Tahran, 1355/1936, s.3-4; Sultan Veled,  İbtidâ-nâme, tr. A. Gölpınarlı,  Konya, 2001, s.2.
[5] Krş. Gölpınarlı, Mevlevilik, 49; Sultan Veled, İbtidâ-nâme (Tercüme), s.VIII-IX (Gölpınarlı’nın Girişi).
[6]  İbtidâ-nâme (Tercüme),  s.IV, Gölpınarlı’nın Girişi (Divan, 10434. beyitten naklen)
[7] Bkz. M.I. Walley, “Bahā’al-din Soltān Walad”, EI, c.III(1898), ss.435-6: 436.
[8] Mecdut Mansuoğlu “Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatının İlk Mahsulleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c.I (İstanbul, 1947-47), ss.9-17.
[9] Sadettin Uluç, “Sultan Veled’in Türkçe Şiirleri”, Mevlânâ (Haz. Feyzi Halıcı), Konya, 1983, ss 109-113: 109. Konuyla ilgili detaylar için bkz.  E.J.W. Gibb, A History of Ottoman Poetry, c. I, London, 1958, ss.149vd.; G. Schubert, “Sulßān Walad,” EI2, c. IX, ss.858–9.; Mehmet Önder, ” Mevlânâ’nın Oğlu Sultan Veled’in eserlerinde Türkçe”, 3. Uluslararası Türk Dil Kurultayı, 1996, Ankara, 1999, ss.821-31.
[10] İbtidâ-nâme (Tercüme),  s. VI ( Gölpınarlı’nın Girişi)
[11] Detaylar için bkz. Hülya Küçük, The Role of the Bektashis in Turkey’s National Struggle, Leiden-Boston, 2002, ss. 262-4.
[12] Bkz. M. H. Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, 2. Baskı, İst., 1959, s.72.
[13] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.443.
[14] İbtidâ-nâme (Metin),  s.339/ (Tercüme),  s. 323.
[15] Gibb, A History of Ottoman Poetry, c. I, ss.152-3
[16] A.Y., s.153.
[17] İbtidâ-nâme, (Metin), ss.158/ (Tercüme), ss.157-8.
[18] İbtidâ-nâme (Tercüme), ss.XIV-XV (Gölpınarlı’nın Girişi).
[19] İbtidâ-nâme  (Metin),190-94/ (Tercüme), ss.186-94.
[20] İbtidâ-nâme (Metin), s.195/ (Tercüme), s.194.
[21] İbtidâ-nâme (Metin),61-2, 198/ (Tercüme), s.40.
[22] İbtidâ-nâme (Metin),31-64/ (Tercüme), s.40-60.
[23] İbtidâ-nâme (Metin), 57-63/ (Tercüme), ss. 57-62.
[24] İbtidâ-nâme (Metin),64-5, 108-112/ (Tercüme), ss. 70-6, 109-13, 279, 281.
[25] Mehmet Önder, “Mevlevîliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişînler”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya, 2002, ss.131-50:132.
[26] İbtidâ-nâme (Metin), 113-22/ (Tercüme), ss.114-23.
[27] İbtidâ-nâme (Metin),122/ (Tercüme), s.123.
[28] A.y..
[29]İbtidâ-nâme (Metin), s.123/ (Tercüme), s.124.
[30] İbtidâ-nâme (Metin), s.130/ (Tercüme), s.316.
[31] İbtidâ-nâme (Metin), s. 129-130, 155-7/ (Tercüme), ss. 129-30, 154-5.
[32] İbtidâ-nâme (Tercüme), ss. XVII-XVIII (Gölpınarlı’nın Girişi); Gölpınarlı, Mevlevilik, 31, 32.
[33]  İbtidâ-nâme  (Metin), s.64 / (Tercüme), s. 64.
[34] Şemseddin Ahmed el-Eflâkî el-Ârifî, Menâkibu’l-Ârifîn (Metin), hazırlayan: Tahsin Yazıcı, 2c., Ankara, 1976, I, 518 (3/502);  tercüme: Âriflerin Menkibeleri, tr. T. Yazıcı, 2c, İstanbul, 1973, I, 465 (3/505).
[35] İbtidâ-nâme (Metin), s.84/ (Tercüme), s.84
[36] İbtidâ-nâme (Metin), s.98/ (Tercüme), s. 98
[37] İbtidâ-nâme (Metin), s. 101/ (Tercüme), ss.101-2.
[38] İbtidâ-nâme  (Metin), s. 105/ (Tercüme), s.106.
[39] İbtidâ-nâme  (Metin), s. 185/ (Tercüme), s.184.
[40] İbtidâ-nâme (Metin), s.96 / (Tercüme), ss.98, 110.
[41] İbtidâ-nâme  (Metin), s.122-23 / (Tercüme), s.123-4.
[42] Gölpınarlı: “Bu tarihte Sultan Veled, ellidokuz yaşını bitirmiş, aşağı yukarı ihtiyarlık yaşına gelmiş bilgin bir zattı” demektedir (İbtidâ-nâme, s.XVI -Gölpınarlı’nın Girişi) bunun yanlış olduğu açıktır. Sultan Veled 1226 doğumlu olduğuna göre babasının Hakk’a kavuştuğu ve kendisine şeyhlik teklif edildiği 1273’te kırk yedi yaşında idi.
[43] İbtidâ-nâme (Metin), ss.129-30 / (Tercüme), ss.129, 154.
[44]İbtidâ-nâme (Metin), s.123 / (Tercüme), s.124.
[45] İbtidâ-nâm (Metin), s. 330 / (Tercüme), s.316.
[46] İbtidâ-nâme (Metin), s.325-6/ (Tercüme), s.311vd.
[47] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.34.
[48] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.32.
[49] Bkz. İbtidâ-nâme (Metin), s. 330/ (Tercüme), s.315-16.
[50] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.48.
[51] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.31; İbtidâ-nâme (Tercüme), s.XVII 8(Gölpınarlı’nın önsözü).
[52] Eflâkî (Metin), I, 242/ (Tercüme), I, 270-1 (3/152) .
[53] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.204.
[54] İbtidâ-nâme (Metin), ss.155-8/ (Tercüme), ss.154-8.
[55] İbtidâ-nâme (Metin), ss.254-5/ (Tercüme), s.249.
[56] İbtidâ-nâme (Metin), s.158 / (Tercüme), ss.157-8.
[57] Gölpınarlı, Mevlevilik, ss.151-2.
[58] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.18
[59] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.288.
[60] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.40.
[61] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.35.
[62] Krş. Walley, “Bahā’al-din Soltān Walad”, s.435.
[63] Gölpınarlı, Mevlevilik, s.282.