Suyun Sesini Dinleyen Adam

Suyun Sesini Dinleyen Adam

Irmak boyunca yüksek bir duvar
Üstünde gönlü dertli bir susuz var

Duvar yüksekti, susuza engeldi, perdeydi
Adam, susuz balık gibi ıstırap içindeydi

Hasret içindeydi, suya kerpiç parçası attı
Sudan çıkan ses sanki ona gaipten hitaptı

Suyun sesi sevgilinin seslenişiydi
Sarhoş oldu, hurma şarabı içmiş gibiydi

Suya sürekli kerpiç atmaya başladı
Adam, suyun sesinden zevk almadaydı

Kerpiç atarken sudan bir ses geldi susuza
“Bu kerpiç atmanın ne faydası var bana ve sana?”

Susuz adam suya şöyle bir cevap verdi
“Senin sesini duymak o kadar güzel ki

Faydanın birincisi şudur; su sesi
Susuzlar için dünyanın en güzel bestesi

O ses tıpkı İsrafil’in surunun sesidir
Ölüler o sesle kalkar dirilir

Ya da baharda gök gürültüsünden gelen sestir
Bahçeler o sesle canlanır, çiçeklenir, süslenir

Ya da fakire zekât dağıtma zamanını haber verir
Ya da mahpusa hapsinin bittiğini müjdeleyiştir

Ya da Yemen tarafından ağızsız gelen feyizdir
Hazreti peygambere ulaşan rahman nefesidir

Ya da asilerin günahkârların tam şefaat zamanı
Fahri âlemden gelip onlara ulaşan kokusu

Ya da Yusuf’un gömleğidir onun kokusunu taşıyan
Yakup Nebi’nin canına ulaşıp da gözlerini açan

İkinci faydası şudur; koparıp temiz suya
Attığım her kerpiç parçasında

Eksiliyor çevremdeki yüksek duvar
İyi oluyor alçaldıkça azaldıkça duvar

Suya hasret çeken bir susamışın ona ulaşamayıp da sesiyle teselli bulması bütün yoksunlukları ve yoksullukları kapsar. Her hasret bir acı her ses bir tesellidir. Acı çeken insanın hasretini çektiği şeye dair duyduğu, gördüğü, kokladığı, dokunduğu ne varsa bir taraftan hasretini ve acısını artırır
diğer taraftan acıyı ona kanıksatan bir teselli noktası verir. Bergüzar diyerek saklanan değersiz şeylerin –hatta bir tutam saçın- onu saklayan için anlamının büyüklüğünün sebebi bu olsa gerektir. Bu teselli noktası aynı zamanda bir yetinme duygusu da verir mi?

Eğer çektiği acı onu yücelten ve yükselten bir şey ise yetinme duygusu ile işi olmaz. Çünkü yetinme duygusu hasretini çekmediği sahip olduğu, elinin altında tuttuğu şeylerle ilgilidir. Yetinmesi gereken elinde olanlar ise ayrıca ona hasret çekilmemesi gerekir. Böylece “hasret çeken insan” tanımı aç gözlülüğü, hırsı ve tamahı dışarıda bırakmış olur. Elindekilerle yetinmesini bilmeyenlerin hasret çektiğinin bahsi de olmaz.

Suya hasret çeken susuz o suyun sesini sadece teselli noktası olarak görmemektedir. Aynı zamanda kendisini değiştiren, dönüştüren bir etken olduğunu söylemektedir.

Su sesi; susuzlar için dünyanın en güzel bestesidir.” “Tıpkı İsrafil’in suru gibi, ölüleri diriltecek” bir etkisi vardır. İsrafil’in surunun sesi birincisinde her şeyi öldürecektir. Öylesine bir öldürüş ki ölüm de ölecektir. Surun ikinci sesiyle ölenler dirilecek, mezarlarından kalkacaktır. Hayat bulacaktır. Sonsuz hayatın müjdecisi bir sese benzer susamış için suyun sesi. Susuz o sesle suyun orada olduğunu unutmayacak, ona ulaşmak için ümidini hep canlı tutacaktır. Ölüleri dirilten su, sesiyle gelir. “Baharda gök gürültüsünden gelen sesten” sonra yağan yağmurla “Bahçeler canlanır, çiçeklenir, süslenir” Su ölüleri diriltir. İşte bu yüzden suyun sesi susuzluk çeken bir insan için; “Fakire zekât dağıtma zamanını haber verilişi” veya “Mahpusa hapsinin bittiğini müjdelenişi” gibi sevinç ve mutluluk kaynağıdır. Hatta daha da fazlasıdır. “Günahkârların” cehenneme doğru yollandığı, bütün çarelerin tükendiği, günahların hesabının verilme vaktinin geldiği bir zamanda “Şefaat zamanını” müjdeleyen “Fahri âlemden gelip onlara ulaşan kokuyu” hissettikleri anın sevinci gibidir. Yusuf’un hasretiyle ağlamaktan gözlerini kaybeden Hazreti Yakup’un “Yusuf’un kokusunu taşıyan gömleği” kendisine yaklaştığında, o kokuyu duyup da gömleği gözlerine sürdüğünde “Gözlerinin açılışı” gibidir.

Susuzluk veya hasret çekmek insanoğlunun fıtratından getirdiği bir duygudur.

Bu duygunun adını bilemez. Çaresini hiç bilemez. Nereden geldiğini, nasıl biteceğini, nasıl sükûna kavuşacağını da bilemez. Bu duygunun verdiği acıyı nasıl dindireceği, neyin çare olacağı, nasıl kurtulacağı hakkında da genellikle hiçbir fikri yoktur. Bununla beraber bu duyguyu hissetmeyen, yaşamayan, acısıyla gözyaşı dökmeyen de yoktur.

Herkes kendince bir ad, kendince bir çare bulur.

Duygularını en kesif şekilde yaşayanlar şairler olduğu için en çok şairler uğraşmıştır bununla. Kimi “yalnızlık” der, kimi “can sıkıntısı”. Bazısı için “aşkın hüsranıdır”, diğer bazıları için “hayatın ağır yükünün omuzlarını çökertmesidir” Mesela, biri “içinde uluyan bir çakaldan” bahseder. Bir başkası “sürekli kıpırdayan bir şeytan” gibi görür. Bazıları bu acının şiddetinden canına kıyar. Birçoğu “beyninde kıpırdayan kurtçuğu uyutmak” için aklını uyuşturmayı çare gibi görür. Kimi melâmet tacını giyer, kimi ar u namus şişesini taşa çalar. Büyük bir çoğunluk bir faniye duyduğu meyli bu zanneder de “aşk” der sözün gelimi. Bir bakıma hepsi aynı dertten muzdarip hepsi aynı hasretin pençesinde biçaredir. Amma adını bilemediklerinden başka adlar takmışlardır.

İnsanoğlu ne kadar mutlu, mesrur, kadir, nimetlere gark olursa olsun içinde hep bir eksiklik duygusu ile yaşar. Neyi arzu etmiş ve neye sahip olmuşsa olsun gönlünün ücra köşesinde bir yerde mahiyetini bilemediği bir noksanlık hisseder. Eğer bu dünya hayatından gelen bir hayal kırıklığı yaşarsa o duygusuyla birleşir toplu hâlde hücum eder insan ruhuna. Böylece birçok acı, asıl acıyı ya tetikler, ya körükler, ya uykudan uyandırır, ya ikiye katlar, şiddetlendirir. Asıl acı fıtratından getirdiği “hasret” duygusudur.

“Mesnevinin ilk mısraı “dinle neyden nelerden hikâyet etmekte / ayrılıklardan şikâyet etmekte” şeklinde başlar. İlk on sekiz beyit “ney” ve “insan” arasındaki benzerliği simgesel bir dille anlatır. İnsan ve ney “ayrılıklardan” şikâyet eden, acıklı sesler çıkaran, acıları terennüm eden iki varlıktır. Bunun temel sebebi her ikisinin de ana yurdundan kopup gurbete düşmüş olmalarıdır. İnsan bu dünyaya ait değildir. Bu yüzden içinde, gönlünün ücra köşelerinden bir yerde ana yurdunun özlemini taşır. Oradan gelmiştir. Oraya dönecektir. Hayat bu dönüşün yolculuğundan ibarettir. Yolculuk ne kadar sürerse sürsün, hangi şartlarda olursa olsun nihayeti oraya dönüştür. Bu yüzden insan bilincinde olmasa da hep o dönüşün hasretinde, hep o hasretin acısındadır.

Eğer anlam arayışına çıkmaz, sorup soruşturmaz, merak etmez, hayret etmez de “eve dönüşü” unutursa, sokakta arkadaşlarıyla oyuna dalıp eve gitmeyi unutan çocuk gibi misketlerinin derdine düşer. O eksiklik duygusunu misket toplamakla gidereceğini zanneder. Artık o sahih hasret duygusu “bozunmuş” bu dünyaya ait şeylere yönelmiş, başkalaşım geçirmiştir. Hırs, açgözlülük, mal toplama tutkusu, yetinme duygusunun kaybı gibi eve dönüşü zorlaştıran, asıl vatana ulaşmayı engelleyen bir başka duyguya dönüşmüştür. Belki üstünü başını kirlettiği için annesinden işiteceği azardan korkan çocuğun eve gitmekten içtinap etmesine benzer bir karşı duruşa duçar olacaktır. Ama ne yaparsa yapsın çare yoktur. Dönüş onadır, gidiş orayadır.

Yapılması gereken tek şey suya kerpiç atmaktır.

Önce suya hasret çektiğinin yani “aslında ne istediğinin” farkına varmalıdır. Sonra o suya ulaşmasına engel olan yüksek duvarların. Eğer susamışken susuzluğunu giderecek başka şeylerin peşine düşerse sudan gittikçe daha çok uzaklaşacaktır. Eğer suya ulaşmasını engelleyen yüksek duvarların farkına varmazsa engeli aşmak için ne yapması gerektiğini, nasıl bir çaba harcaması gerektiğini bilemeyecektir. Bunlardan sonra sıra suya kerpiç parçaları atmaya gelir.

Her parçayı atınca suyun sesi gelir insanın kulağına. Adeta sevgilinin seslenişi gibi o sesi dinlemenin lezzetine kaptırırsa insan kendini hem suyu daha çok özleyecek hem suyu özlemenin tarif edilemez hazzına erecektir.

Su insanın dönüşü olan ana yurdudur.

Duvar ise insanın benliğidir.

Atılan her kerpiç parçası benliğiyle yaptığı savaştan kazandığı küçük zaferlerdir. Bu küçük zaferler ödülsüz kalmaz. Sudan bir karşılık gelir, suyun kendisine ulaşamasa da sesini duyar insan.

Kazancı bununla sınırlı da değildir.

Koparıp temiz suya, attığı her kerpiç parçasında, eksilir, iyi olur alçaldıkça azaldıkça çevresindeki yüksek duvar
***