Tasavvuf – Tarikat Çerçevesi
Tasavvuf, İslâm’daki manevî arınma; kalbî ve rûhânî hayatın genel adıdır.
Tarik, yol (çoğulu; turuk); tarîkat ise izlenen usul, yol ve metod (çoğulu: tarâik) demektir. Aslında “şeriat” da yol demektir. Ancak şeriat şâh-râh; yani anayol, tarîkat ise daha küçük tâlî yoldur. “Şeriat” otoban, “tarîkat” da onun üzerindeki şeritler; “hakikat” varılacak yer, “marifet” ise varılacak menzil ve gidilecek yol hakkındaki bilgidir.
Şeriat Hz. Peygamber (s.a.)’in getirdiği dinî kuralların tümü, tasavvuf ve tarîkat ise emir ve kuralların rûhâni ve manevi boyutudur. “Öyleyse daha açık bir ifadeyle tasavvuf ve tarîkat nedir?” diye sorulacak olursa deriz ki:
Tasavvuf, Cüneyd Bağdâdî’nin ifadesiyle asr-ı saâdette adı konmayan ama kendisi var olan; daha sonra ise adı konduğu halde kendisi pek kalmayan mânevi olgudur. Kur’an’daki tezkiye, rabbânilik, ihsan ve takvâ emirleriyle Hz Peygamber’in “üsve-i hasene” (model şahsiyet)i tasavvufun temel değerleridir. Hz. Peygamber’in siyasi, ilmi ve manevi otoritesinden her biri ayrı bir biçim ve şekilde devam edegelmiştir.
Siyasi otorite, devlet başkanlığı ve hilafet olarak devam etmiş, ilmi otorite medrese ve ilmiye sınıfı tarafından temsil edilerek sürdürülmüş, manevi otorite ise tasavvuf adıyla sistemleşmiş ve tarîkatlar halinde müesseseleşmiştir.
Tasavvuf insanın gerek Allah ile ilişkilerinde, gerek insanlarla münasebetlerinde, gerekse eşyaya, mâsivâya ve dünyaya karşı tavırlarında gündeme gelmektedir.
Allah ile ilişkilerde “ihsan” adı verilen Allah’ı görüyormuşçasına bir kalite ve kıvam ile insanlarla ilişkilerde rahmet ve şefkat temeline oturan sevgi ve hoşgörü, tasavvufun gerçekleştirmeyi hedeflediği gâyelerdendir.
Dünya nimetlerine bakış ve mâsivâya karşı tavır, zühd olarak değerlendirilmektedir. Bunun mânâsı dünyayı ve nimetlerini gâye değil, vesile görmektir. Dünya malı Kur’anî üslûpla: “İnsanların kendilerini ayakta tutmaya vesile” (en-Nisa 4/5) olarak değerlendirilmektedir.
Tasavvuf, fikrî temelini Kur’an ve sünnetten aldığı bu temaları hayata geçirmek için, silsile sahibi bir model insanı zaruri sayar. Model insan etrafında irşâd için tarîkat denilen mânevî eğitim müesseseleri kurar.
Tarîkat denilen tasavvufî müesseseler, insan ruhundaki aynîleşme ve içtimâîleşme temayülünün bir mahsûlüdür. Tarikatlar tekke ortamında şeyh-mürid ve mürid-mürid ilişkilerini düzenlemektedir.
Tarîkata giriş ve şeyhe intisâb tamamen bir hür irâde işidir. Hatta bazen, intisâb için bir dergâha başvuran kimse: “Evlad nasibiniz bizden değil, filan efendidendir.” cevabıyla da karşılaşabilir. İntisâb için sıkı bir talep ve arama devresinden sonra tâlib, istişâre ve istihâre ile şeyhin kapısına gelir. Aynı istişâre, istihâre ve araştırmayı şeyh de yapar, ondan sonra el verir. Bazen denemek için şeyhin adayı çeşitli imtihanlara tabi tuttuğu da olur.
Dergâhta tarik mensubu tâlib, gündelik hayatı itibariyle şeyhin gözetiminde ve gözü önündedir. Tâlip olarak bu yola giren ve kendi iradesiyle intisâb eden kişi (mürîd), artık mürşidinîn gözetiminde “seyr u sulûk” denilen eğitim sürecinden geçer ve sâlik iken vâsıl olur.
Dergâhlarda yapılan mânevî eğitimde müridlerin sayısı da dergahın sosyal ve fizîki durumu ile mütenasip olurdu. Seyr u sulûk sırasında sâlikten riyâzat ve mücâhede ile nefsin sivriliklerini törpülemesi, kulluğa alışması, insanî ilişkilerde leyyin; yani yumuşak davranması, dünya malına karşı müstağni olması beklenirdi. Dolayısıyla tarîkat eğitiminde sâliklerin gönlünden çıkarılacak ilk şey “hubb-ı dünyâ”dır.
Dünya iyi dengelenmezse, hem insanın Allah ile ilişkilerini zedelemekte, hem de insanlarla ilişkilerine gölge düşürmektedir. Bu yüzden bütün dinler, tasavvufî ve mistik sistemler, insanın dünyaya karşı tavrına önem vermektedir. Dünyayı gâye haline getirmeden ondan sadece kulluk yolunda yararlanabilmek, kutlu bir hedeftir. Çünkü dünya sevgisi gönle yerleşince orada bulunması gereken Allah sevgisine ve insan ilgisine pek yer bırakmamaktadır.
Dünya malının helâli, haramı ve mekrûh olanı vardır. Tasavvuf ehli, haram ve mekruhtan kaçındığı gibi, helâl ve mubah şeylerde bile belli bir sınırlama ile kendini frenlemeye alışmalıdır. Aslında zühd denilen şey de budur. Helâl ve meşrû olan dünya malı ile kifâf-ı nefs etmek. Dünya malının olmazsa olmazından fazlasıyla meşgul olmamak; kalbi mâsivâ meyil ve ilgisinden muhâfaza etmek.
Dünya ile ilişki noktasında üç şey öne çıkmaktadır: Servet, şöhret ve şehvet. “Servet denildiğinde tasavvufî ifadeyle, “hubb-i dünya” ile mal biriktirme arzusu hatıra gelmektedir. İnsanda fıtrî olarak bir “mal sevgisi” vardır. Türkçe’de “Mal canın yongasıdır.” şeklinde ifadesini bulan anlayış aslında insan-mal ilişkisini çok veciz bir biçimde özetlemektedir. “Mal canın yongasıdır.” Yonga düzeltilmesi için ağaçtan kesilen parçanın adıdır. Demek ki canın düzeltilmesi, mobilya ağacı gibi dosdoğru ve düzgün olabilmesi için mal yongasından kurtulması lâzımdır. Nitekim “Bir lokma, bir hırka” felsefesi de sahip olunması gereken malın değil, infak edilecek malın nihai ölçüsünü vermektedir.
Tarik erbâbı, tarih boyunca mürşidiyle, müridiyle mal canlısı olmak ve ekonomik bir güç oluşturmak gibi bir gayretin içinde olmamıştır. Elbette süreç içinde şeyhlerden zengin olanlar, müridlerden varlıklı insanlar olmuştur ama, tarîkatın felsefesine ekonomik bir güç oluşturma çabası asla hâkim olmamıştır. Nitekim Abdülkadir Geylânî hazretleri: “Altın, gümüş; yani dünyalık şeyler kasada, kesede ve masada olursa zararlı değil, faydalıdır. Bunların zararı kalbi işgal ettiği ve insanı Allah’a kulluktan aldığı zamandır.” buyurmuşladır.
Tarik erbâbı, mensuplarının dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak üzere el emeğiyle geçinmek için bir meslek sahibi olmaya yönlendirmişlerdir. Hatta belli meslek erbâbını eğitmek üzere özel dergâhların kurulduğu bile olmuştur. Özellikle Âhî zâviyeleri, meslekî ve ekonomik faaliyetlerde önemli hizmetler görmüşler, bununla birlikte müridânın dünya-perest olmasını önleyici tedbir ve nasihatlerden geri durmamışlardır. Tarik erbabı, bezzazlar (manifaturacılar), harrazlar (eskiciler), sarraflar ve debbağlar tekkeleri gibi tekkeler kurmanın yanı sıra meslekleri halk nezdinde daha itibarlı hale getirmek için her mesleğe pir ve üstad ihdas etmişlerdir. Nitekim terziler için İdris Nebi’yi, marangozlar için Nuh Peygamber’i, pehlivanlar için Hz. Hamza’yı pir saymışlardır. Ama celladlık, kasaplık ve tellaklık gibi mesleklere özendirmemek için pîr kabul etmemişlerdir.
Hz. Peygamber’in; “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır” (Tirmizi, zühd, 34; İbn Hanbel, IV,160) hadisiyle anlatılan mal sevgisi, mal ile imtihanın Kur’an’daki bir başka ifadesidir. (krş.el-Enfâl, 8/28; et-Teğâbun, 64/14-15)
Mal peşinde koşan, dünyalık derdine düşen sûfiler tasavvuf kültüründe hep zemmedilmiştir. Devlet idarecileriyle varlıklı insanların kapısında dolaşan alimler şerli olarak görülmüştür. (bkz. Mevlâna, Fihi mâ fih, trc. Ahmed Avni Konuk, İstanbul 1994, s. 5 vd.)
Sûfiler nezdinde insanın benliğini öne çıkarıp çıkar hesabı yapması, Kâbe’yi bile kirletir. Nitekim Mevlâna: “Sen zatında seninle oldukça (Hak ile olmadıkça) Kâbe, ibadetin ve taatın ile bile fücûr-hane haline gelir. Kâbe’nin Kâbeliği kalmaz.” (a.g.e. s.124) demektedir.
İnsana dünyanın kurduğu tuzaklardan biri de “şöhret”tir. Başkalarından takdir, itibar ve ilgi görme arzusu, insanın ibadet ve manevi hayatını bile kurban ettirebilecek bir zaaftır. İnsanoğlu genelde takdir görme temayülündedir. Bu yüzden de çoğu zaman olduğundan farklı ve fazla görünmek ister. Bu ise insanı nifak sınırına kadar götürür. Çünkü inançta riya, daha doğrusu olmayan bir imanı, maddi ve dünveyi hesaplarla var göstermek, nifak ve münafıklıktır. Amel ve davranışlarda riya ise onun bir küçüğü; yani şirk-i hafîdır. Takdir gördükçe insanın bu tür zaafları artmaktadır. İbadet, taat ve güzel hasletlerle meşhur olmak (şöhret), insanın kalbini ve gönül dünyasını karartabilir. Bu yüzden tasavvuf büyükleri çoğu zaman meçhul ve mestur kalmayı, halk içinde bilinip saygı görmeye tercih etmişlerdir. Herhalde bugün şöhretin en güçlü araçlarından biri sihirli kutu; televizyon ve medyadır. Kendilerine melâmî-meşrep denilen bir takım sûfiler halk arasında zındık sanılıp sıddık kalmayı, takva ile meşhur olup sıddık iken zındıklığa düşmeye tercih etmişlerdir. Nitekim Bursa Ulu Cami’nin açılışında manevi derecesi ve sırrı fâş oldu diye Somuncu Baba’nın ortadan kaybolup bulunduğu yöreyi terketmesi şöhrete karşı melâmî bir tavırdır.
Nefs eğitiminde sûfilerin “mezlaka-ı akdam” denilen ayak kaymasına vesile gördüğü hassas konulardan biri de “şehvet” meselesidir. Özellikle karşı cins ile ilişkilerde konulan şer’i sınırların aşılması, her zaman tehlikeli görülmüş, bu konuda hassas davranılması istenmiş ve töhmet menziline düşülmemesi tavsiye edilmiştir. Nitekim akşamın alacakaranlığında kendisini Hz. Safiye ile gören sahabîlere Allah Rasûlü’nün arkadan yetişip “Yanımda gördüğünüz kadın valideniz Safiye idi.” (Buhari, İtikâf, 8; Müslim, Selam, 24) buyurması çok ilgi çekicidir. Kadınlarla ihtilat ve irtibatta töhmetten sakınma ve kadınlarla birlikteliğe zaaf göstermemek konusunda sûfilerin önemli titizlik ve duyarlılıkları vardır.
Tarîkatlar, İslâm ülkelerinde İslâm’ın rûhi derinliği ile yaşanması, yayılması ile gayr-ı müslim diyarlara taşınması misyonunda önemli tebliğ hizmeti görmüşlerdir. Bu hizmetlerin îfâsında tekkelerine vakfedilen, ya da kendilerine tahsis edilen arazî ve gayr-i menkulleri işleterek iâşe ve ibâtelerini karşılamışlar ve böylece de hizmetin sürekliliğini sağlamışlardır.
Altınoluk Dergisi
#Hasan Kâmil YILMAZ