TASAVVUFTA GÜNCEL HASSASİYETLER
Prof. Dr. Abdullatif TÜZER
Önce şu soruyu sormamız gerekiyor? Tasavvuf mistik bir düşünce ve hayat tarzı mıdır? Batılı’nın mistisizme verdiği anlam dikkatlice incelenecek olursa, bu soruya olumlu cevap vermekten kaçınmak hepimiz için vacip olur.
Mistisizm konusunun önde gelen uzmanlarından Walter T. Stace’e göre, “Birlik, Bir, hangi türden olursa olsun her mistisizmin ana deneyimi ve ana kavramıdır.”1 Bu deneyim, insan ile Tanrı arasındaki mesafenin kalktığı, ikisinin gerçekte bir olduğu ve böyle bir birliğin bilincine varıldığı bir deneyimdir. Ve bu deneyim dinler üstü olup evrenseldir. Bir bakıma, farklı din mensupları bu evrensel birlik deneyimini kendi dinî öğretilerinin rengine boyayarak tahrip ve tahrif etmektedir. Bu demektir ki, tasavvufî tecrübe haddi zatında sadece İslâm’ı değil farklı kültürleri, zamanları ve mekânları kuşatacak kadar evrensel bir insanlık tecrübesidir. Bu iddiaya karşı peşinen şunu söylemeliyiz ki, tasavvufun İslâmî kimliği ve rengi asla yok edilemez. O İslâm’a özgü, İslâm’ın yoğurup biçimlendirdiği derûnî bir tecrübedir. Onun bağlamının dışına çıkarılması hem hayat damarlarının kesilmesi hem de yozlaştırılması anlamına gelecektir.
Öyleyse tasavvufun bir yandan kendi içindeki yozlaşmalarla bir yandan da Batı’nın seküler evrensel insanlık dini projesine alet edilişiyle hesaplaşması ve bunların yırtıcı pençelerinden kendisini koruması bugün aciliyet kesbetmiş vazifelerin başında gelmektedir. Bunun için tasavvufa yakın her müslümanın aşağıda sıralayacağım hususları aklından çıkarmaması gerektiği kanaatindeyim:
1. Zühd, takva, verâ, fakirlik, zevk ve Allah aşkını hayatın merkezine koyan tasavvuf İslâm’ın özü, kalbi ve ruhudur. Bu açıdan son derece öneme sahip Her şeyden önce tasavvuf güzel ahlâktır, ahlâkî ve manevî kemâli amaçlar. Kettânî’nin dediği gibi, “Tasavvuf ahlâktır, ahlâken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur.”2
2. “Hakikat tarafından teyit edilmeyen hiçbir şerîat makbul değildir. Şerîatla mukayyet olmayan hiçbir hakikat de makbul değildir.”3 Şerîatı aşılması gereken bir şey gibi telakkî eden ve hakikate erdikten sonra tüm dinî ve ahlâkî mükellefiyetlerden ârî olduğunu iddia eden birisi ya kelime oyunu yapmakta ya da düpedüz şarlatanlığa soyunmaktadır. Allah’a vasıl olan bir velî için dinin; Kur’an ve sünnetin hükmünün kalmadığını iddiâ etmek dini yozlaştırmaktan başka bir şey değildir.
3. Allah’ın varlığında fâni olma ya da Allah’la bir olma (fenâfillah) hâli asla Allah ile ontolojik mânâda bir ve özdeş olma biçiminde anlaşılmamalıdır. Fenâ ya da birlik, Allah’ın huzurunda hiçliğini ve acziyetini idrak etme, hep onunlaymış gibi bir his taşıma, Onun varlığının beşerî varlığımızı kuşatması ya da Onun varlığında kaybolma, Allah’ın sıfatlarına bezenmeye çalışma anlamında bir duygusal ve irâdî birliği ifade eder. “Fenâya işaret edenler, bununla tâat ve amelleri görmekten fâni olmayı, kulda ‘Hak ile kâim olma’ düşüncesinin bâkî kalmasını murat ederler.”4 Gazzâlî’nin sözleriyle, “ . . . Sekr halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada benzediğini anlarlar.”5 Cüneyd-i Bağdâdî, “Gaybdan gelen bir şeyle kendi beşerî varlığından yok olduğun zaman rûhî ferdiyetini kaybetmezsin.”6 derken, Ene’ l-Hak’ı ile meşhur Hallâc-ı Mansur da “Siz bilmeyenler, bir tutmayın ‘benim’ ile ‘Tanrısal ben’i (ne şimdi, ne geçmişte ne de gelecekte) . . . Ben, ondanım ama o değ i l i m .” 7 sözlerini sarfeder.
4. Aklın ve ahlâkın önemsizleştirildiği ya da bütünüyle iptal edildiği bir yerde mutlaka yanılmaz otorite hegemonyası, keyfilik ve istismar vardır. Bir şeyhin dürüstlüğünü ve güvenirliğini ancak aklın ilkeleri, ahlâkın genel geçer normları, yüzlerce alimin Kur’an, hadis, icma ve içtihat ile ilmek ilmek ördüğü sahih geleneğin otoritesiyle denetleyebiliriz. Bu denetimden kendini muaf sayan hiçbir şeyhin güvenilirliği yoktur. Gazzâlî’nin çok güzel ifade ettiği gibi, “Şeriat güneşe akıl da göze benzer. Güneş olmazsa göz görmez, göz olmazsa güneş bir anlam ifade etmez”. Yine Muhâsibî’nin sözleriyle, “Akıllar, Yüce Allah’ın kalplere koyduğu nurlardır. Kul içinden geçen bütün düşüncelerin, şeytanının telkinlerinin, nefsinin kuruntularının hepsinde ve kulluk içinde gözettiği her hususta doğruyu yanlıştan işte bu nur ile ayırır.”8
5. Kerametlere asla itibar edilmemelidir. Kerametler bir şeyhin ya da tarîkatın doğruluğunun ve güvenilirliğinin ölçüsü olarak değerlendirilmemelidir. Tasavvuf tarihinin büyük sûfîleri ya kerametlere itibar etmemişler ya da kerametleri kulu Allah’a ulaştıran yol üzerindeki tuzaklar olarak görmüşlerdir. Bu konuda en açık kuralı Musa b. İsa’nın anlattıklarından öğreniyoruz: “Bâyezid’in şunu söylediğini babam bana anlatmıştı. Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah’ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve şerîata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.”9
6. Allah’tan doğrudan bilgi alma kapısının açık olduğunu iddia etmek çok tehlikeli olduğu gibi dinen de hükümsüzdür. Tehlikelidir çünkü bilgi iddiasında bulunan kişiyi sorgulanamaz ve yanılmaz bir otoriteye dönüştürecektir. Bunun din içinde din (bâtınî din) ihdas etme gibi bir tehlikeyi de barındırdığını söylememiz Dinen hükümsüzdür çünkü din tamamlanmıştır ve Hz. Peygamber kendisinden sonra iki şeye sımsıkı tutunduğumuz sürece asla dalâlete düşmeyeceğimiz konusunda bizi temin etmiştir: Kur’an ve Sünnet.
7. Şeyhin her şeyi duyan ve gören, olağanüstü şeylere kudret yetiren, kulun imdadına her an yetişen vs. bir insanüstü varlığa dönüştürülmesi ya da ilahlaştı-rılması; her şeyin ondan dilenmesi, onun bir hidayete erdirici ve kurtarıcı olarak görülmesi ve kıble edinilmesi en büyük şirktir.
8. “Kişi bu dünyayı mal biriktirip yığma, böbürlenme, makam ve mevki peşinde koşma, yükselme ve şöhret olma ve yoksul düşerim korkusuyla zenginlik üstüne zenginlik katma şeklinde değerlendirirse, onun dünyası yerilecek bir dünya olur. Buna karşılık, kul bu dünyadan meşru yollarla gerekli olanı, haysiyetini ve dinini koruma için vazgeçilmez olanı edinirse, onun dünyası yerilecek değil, övülecek bir dünya olur.”10 Fakirlik sûfînin aslî halidir. Bişr b. Haris Hafî’nin sözleriyle, “Makamların en faziletlisi, mezara varıncaya kadar fakirlik için sabırlı olmaya azmetmektir.” Ve yine Ebu Derdâ’nın anlattığına göre, “Ölülerle düşüp kalkmaktan sakının!” diyen Resulullah’a “Ölüler kimlerdir?” diye sorulduğunda, “Zenginler.” cevabını vermiştir.11 Buraya kadar aktarılan sözlerin sebeb-i hikmetine gelince, her nerede para ve çıkar ilişkileri kurulmuş, dünyevî haz ve menfaat güdülmüş, lüks ve şatafata kaçılmış, mevkî, makam ve mal biriktirme sevdasına düşülmüş, zenginlerin eteğine yapışılmış ise orada gerçek irfan ve hakiki sûfîlikten eser yoktur.
9. İster Allah’ın rızasını gözetmeye isterse göz boyamaya, teşvike veya muhatapta hayranlık uyandırmaya hizmet etsin her tür itidalden sapmalara, sergilenen aşırılıklara dinen kıymet atfedilmemelidir. Bu konuda Osman ibn Maz’un’un anlattıkları hepimiz için ders niteliğindedir:
- Ya Resulallah! İçimden Havle’yi boşamak geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü evlenmek benim sünnetimdir.
- İçimden kendimi hadım etmek geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü benim ümmetimde hadımlık (ve böylelikle şehevî arzulardan kurtulmak) oruca devamla sağlanır.
- İçimden keşişler gibi yaşamak geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü onun yerine benim ümmetime yakışan hac ve cihattır.
- İçimden et yemeyi terk etmek geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü ben eti severim, bulabildiğimde de yerim. Onu Rabbim’den dilersem, beni onunla gıdalandırır.12
- Stace, Walter T., Mistisizm ve Felsefe, ç Abdüllatif Tüzer, İnsan Yay., İstanbul, 2004, s. 64-65.
- Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi: Tasavvuf İlmine Dair, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2014, s. 369.
- Kuşeyrî, g.e., s. 176.
- Ebu Nasr Serrac Tusi, El-Luma, haz. H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk, İstanbul, 1996, s. 431.
- Gazzâlî, Mişkatu’l-Envar: Nurlar Feneri, ç Süleyman Ateş, Bedir Yay., İstanbul, 1994, s. 31-32.
- Süleyman Ateş, Cüneydi Bağdadi, Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1970, s. 109.
- Hallâc-ı Mansur, Tavasin: Ene’l-Hak, ç Yaşar Günenç, Yaba Yay., İstanbul, 2002, s. 21, 69.
- Muhâsibî, Allah’a Dönüş, ç Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İstanbul, 2013, s. 45.
- Kuşeyrî, g.e., s. 108.
- Muhâsibî, g.e. s. 42.
- Kuşeyrî, g.e., s. 361.
- Muhâsibî, g.e., 105.