TASAVVUFUN İSLÂMÎLİĞİ MESELESİ
Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası ülkemizde cemaat, tarîkat ve tasavvuf konusunda kafalar çok karıştı. İnsanların güveni sarsıldı. At izi it izine karıştı. Bunun sonucu insanlar olaya genelleştirerek yaklaşmaya; her türlü cemaat, tarîkat, tasavvufî fikir ve hareketi aynı kefeye koymaya başladı.
Aslında bu tür genelleştirmeci yaklaşımlar tarih boyunca da var olagelmiştir. Bununla birlikte bizim tarihimizde tasavvufî kültür ve irfan geleneğinin ayrı bir yeri vardır. Bu yüzden Din ve Hayat dergisinin bu sayısında “tasavvuf” ya da “irfan” meselesini kapak konusu yaptık. Mes’eleyi ariz amik irdeleyelim istedik.
Tasavvufun en çok tartışılagelen yanlarından birisi “Kitap ve sünnetteki yeri”; yani İslâmîliği meselesidir. Farklı yaklaşım tarzları sebebiyle tasavvufa İslâmî ilimler arasında bir türlü yer ayırmayı içlerine sindiremeyenler, hep şu konuyu dillerine dolamaktadır: “Kitap ve sünnette tasavvuf var mıdır?”
Açıkça söylemek gerekirse bir ilim ya da müessesenin İslâmîliğini ya da Kitap ve sünnetteki yerini tesbit etmenin üç adımı vardır:
1- O ilim ya da müessesenin adının İslâmîliğine bakmak,
2- Muhtevasını ve kavramlarını İslâmî açıdan değerlendirmek,
3- Kurucu ve mensuplarının kendilerini dinî açıdan nasıl konumlandırdığını incelemek.
İlk adımda tasavvufun adına baktığımızda kökünün ashab-ı suffa, safâ/safvet ve sûf gibi İslâmî kökeni olan kelimelerden türediğini görürüz.
İkinci adımda muhtevasına baktığımızda tasavvufun muhtevasının tahalluk ve tahakkuk olduğunu görürüz. Tahalluk tasavvufun halka bakan, hulk/ahlâk cihetidir. Tahakkuk ise Hakk’a bakan, tev-hid, vahdet, marifet/bilgi ve aşk ile ilgili boyutudur.
Tahalluk boyutu Allah’a kulluk ve Allah’ın yaratıklarıyla ilişkisi ve ahlâk konularını kapsar. Burada takvâ, tezkiye, ihsan ve ihlâs hem Kur’an’ın hem tasavvufun insanın gönül dünyasına yerleştirmeyi gerekli gördüğü önemli kavram ve değerlerdir. Kur’an’da insanları takvaya çağıran (Bakara, 2/40, 41, 66; Âl-i İmrân, 3/75) ve ihsan duygusuna erenlerin, muhacir ve en-sardan sonra önde gelen müslümanlar arasında bulunacaklarını açıklayan ayetler (Tevbe, 9/100) vardır.
Kur’an’da oruç, hac ve kurban ibadetlerinin takvaya erdirici özelliklerine dikkat çekilmektedir. Zekâtın bizzat kendisinin taşıdığı “arınma ve arıtma” anlamı aslında insan nefsini cimrilik ve bencillik gibi kötü duygulardan arıtma anlamı taşımaktadır.
Kur’an’da namazın felâha erdirici özelliği adına “huşû” şartından bahsedilmektedir. Kurtuluşu hak eden mü’minlerin, ancak namazlarını huşû ile kılanlar oldukları ve onların da yararsız boş şeylerden yüz çevirdikleri (Mü’minûn, 23/1-3) anlatılmaktadır. Sûfîlerin anlayışına göre, bu ayette geçen lağv kelimesi “Allah’tan gayrı kalbe giren herşey” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla huşû için şart görülen lağvden uzak bir namaz, sadece Hakk ile huzur halinde bir kalp ile kılınacak namazdır. Sûfîlerin namazın şartı gördükleri huşû duygusu, Kur’an’da aslında namazın en erdirici vasfı olarak geçmektedir. Bu da sûfîlerin Kur’an ayetlerini hassas bir biçimde anlamaya çalıştıklarının göstergesidir. Kur’an’ın Allah ile ilişkilerde temel şart olarak gördüğü tezkiye, takva, ihsan ve huşû gibi vasıflar tasavvufun temel değerleri olduğuna göre tasavvuf ya da irfan geleneğinin asıl kaynağı Kur’an’dır denilebilir.
Tasavvufun telkin ettiği insanlarla ilişkinin manevî ve kalbî boyutu Kur’an’da Hz. Peygamber’in şahsında rahmet ve merhamet olarak sunulmuş ve nefsi aşmak suretiyle insanların diğergâmlık özelliklerine erebileceği anlatılmıştır. Aslında insanî ilişkileri gölgeleyen ve ayakları kaydıran en önemli engel, nefs ve şeytandır. Kötü huyların merkezi ve temel kaynağı bu ikisidir. Kur’an’da insanoğlu şeytan ve nefs konusunda uyarılmaktadır: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın.” (Fâtır, 35/6). “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (Câsiye, 45/23) “Nefs, şüphesiz kötülüğü çok emredicidir.” (Yûsuf, 12/53).
Kur’an, kötülüğün merkezi kabul edilen nefs ve hevânın tezkiye ile arıtılacağını (bkz. Şems, 91/9) itmînâna erdirileceğini (Fecr, 89/27) anlatmaktadır. Kur’an, tezkiye işini peygamberlere has kutlu bir görev olarak görmekle birlikte (Bakara, 2/129; Âl-i İmran, 3/164; Cum’a, 62/2), kalp tasfiyesinden de bahseder.
İnsanın manevî hayatına ait alanlardan biri de kalbin dünya ve mâsivâya olan meyli ile alâkalı konulardır. İçi çıfıt çarşısı gibi fânîlerin sevgi ve hazzı ile dolu bir kalp, Hakk’a açılamaz. Çünkü böyle bir kalp, selîm değildir. Kur’an ise ahirette evlâd ve malın
fayda vermediği sırada ancak selîm kalbin işe yarayacağını anlatır (Şuarâ, 26/88-89). Kalb-i selîm, içinde Allah’tan başkasına yer olmayan dünyaya ve fânî değerlere ait bir tutku taşımayan kalpdir. Bunun yolu dünya ilgi ve sevgisinden uzaklaşmadan geçer.
Kur’an’da dünya konusundaki duyarlılığı artıracak pek çok uyarı vardır:
“Dünya metâı önemsiz, ahiret ise takvâ ehli için daha hayırlıdır.” (Nisâ, 4/77). “Bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Hâlbuki varılacak yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14). “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” (En’âm, 6/32). “Bu dünya hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185). “Kim ahi-ret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz.” (Şûrâ, 42/20). “Azana ve dünya hayatını tercih edene cehennem tek barınaktır.” (Nâziât, 79/37-39).
Tasavvuf ve manevî hayatın temelini teşkil eden zühdün esası, dünyadan ve dünya nimetlerinin kalbi meşgul etmesinden kurtulmak için dünyayı küçümsemek ve ona değer vermemek; tam bir yönelişle Allah’a tebettül/yönelmektir (bkz. Müzzemmil, 73/8). Ahiretin dâimî ve ebedî olduğunu bilip dünyanın geçici cazibesine ve fânî nimetlerine aldanmamaktır.
Kur’an’da zikri geçen ıstıfâ veya tasfiye kavramını sûfîler, biri peygamberlere, diğeri müminlere ait olmak üzere iki tür olarak görürler. Peygamberlerin ıstıfâ veya tasfiyesi, ismet, vahiy ve teblîğ-i şerîatle olur. Müminlerin ıstıfâ veya tasfiyesi, hüsn-i muâmele, mücâhede ve hakîkate sarılmakla olur. Kalbin tasfiye ile safvet kazanması ve itmînâna ermesi Kur’an’ın beyanına göre zikirle olur:
“Dikkat edin, gözünüzü açın; kalpler ancak Allâh’ın zikri ile itmînâna erer.” (Ra’d, 13/28). Kur’an’da 250 küsûr yerde geçen zikir kelimesi, bu işin önemini göstermekte ve inanan kimsenin zikirsiz olamayacağını belirtmektedir. Kur’an göz ve kulak gibi kalbin de yaptığı işlerden sorumlu olduğunu haber vermektedir (İsrâ, 17/37).
Bunlardan başka kalp eylemi sayılan tevekkül, rıza, teslimiyyet, tevbe, inâbe, sıdk, sabır, şükür ve kanaat gibi konular Kur’an ve sünnetin talim ettiği ve dareyn saadeti için gerekli gördüğü kavramlardır.
Üçüncü adımda tasavvufun kurucu ve mensuplarının kendilerini Kitap ve sünnet çizgisi açısından nasıl konumlandırdığına baktığımızda onların kitap ve sünneti ilimlerinin temeli saydıklarını görürüz. Nitekim ilk devir sûfîlerinden bazılarının bu konudaki hassasiyetlerini gösteren sözlerini şöyle sıralayabiliriz:
Seriy Sakatî (ö. 251/865): “Tasavvuf üç mânâyı kapsayan bir kelimedir:
a- Marifetin nûru, verâın nûrunu söndüremez;
b- Tasavvuf, Kitap ve sünnetin zahirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez;
c- Kerametleri sûfîyi Allah’ın yasak bölgesine girmeye (haramlarını helâl sayıp onlara dalmaya) sevk etmez .”
Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 283/896): “Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah’ın kitabına sarılmak, Resûlüllah’ın sünnetine uymak, helâl lokma yemek, başkalarına yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riayet.”
Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909): “Tasavvuf toplu halde zikir, (Kur’an’ı) dinleyip vecde gelmek ve (Kitap ve sünnete) ittibâ ile amel etmektir.” “Tasavvuf bir evdir, kapısı şerîattır.”
İlk devir sûfîlerinden sonra eser kaleme alan tasavvuf klasiği müelliflerinin ilklerinden sayılan Ebu Nasr Serrâc, eseri el-Luma’da sûfîlerin Kur’an ve sünnete yaklaşımlarına genişçe bir bölüm hâlinde yer verir.1
Bu bölümde müellif, bizzat Kur’an’ın kendisini, mü’minlere şifa ve rahmet olarak takdim ettiğini (İsrâ, 17/82), hikmetlerle dolu bir kitap olduğunu söylemektedir (Yâsîn, 36/2). Kur’an’ın en uzun suresi Bakara’da Allâh Teâlâ, Kur’an’ı “kendisinde şüphe olmayan, gayba inanan takvâ ehli kişilere doğru yolu gösterici olarak” tanımlamaktadır (Bakara, 2/3). Kur’an’ın gösterdiği doğru yola (akvem) ulaşmanın en sağlam şekli, onu tedeb-bür, tefekkür, uyanık bir kalb ve diri bir gönülle okumaktır. Müellif bu cümleden olarak İlâhî Kitab’ın her harfinin altında ehli için kendilerine verilen kabiliyet ölçüsünde saklı pek çok mânâlar bulunduğuna işaret eder. Ayrıca insanların hitab-ı İlahî’yi, kabiliyetlerine göre dinleyip algıladıklarını belirtir. Kur’an’ı anlama kalitesinin, Kur’an’ı okuma ve dinleme sırasında ona karşı duyulan yöneliş ve heyecana göre değişeceğini söyler. Hattâ müellif bu bölümde bazı ayetlerin işârî yorumlarına da yer verir.
Ebu Nasr Serrac, “Sûfîlerin Hz. Peygamber’e Uymaları” başlığıyla verdiği uzunca bir bölümde tasavvuf ehlinin peygamber algısına vurgu yapar. Ardından da sûfîlerin Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarmaları bahsini inceleyerek tasavvuf erbabını adeta Kur’an ve sünnet merkezli düşünmeye ve yaşamaya yönlendirir. Sonraki kaynaklarda da gösterilen bu titizlik aslında tasavvuf erbabının ilimlerinin İslâmîliği ve Kur’anîliği konusundaki hassasiyetlerinin bir göstergesidir.
Netice itibarıyla tasavvuf hem bir ilim hem de bir müessesedir. Hata ve sevaplarıyla bütün diğer İslâmî ilim ve müesseseler gibi, müslümanların İslâmî algı ve yaşantılarına bir şekilde yön vermiş, yazılı ve sözlü bir külliyat oluşturmuştur. Bu külliyat, bütünüyle red düşüncesiyle “tasavvufla olmuyor” denilemez.
Aslında tasavvufun bütünüyle reddi de sıkıntıdır, bugün erbabınca güncellenmeden bütünüyle kabulü de. Dolayısıyla bütünüyle red ve inkâr yerine tasavvufî düşünce alanındaki literatür erbabınca güncellenerek bunlardan yararlanılması düşünülmelidir. Ayrıca 677 sayılı kanun sonrası toplumda farklı isim ve ünvan-larla kendine yer bulmuş tarîkat ve benzeri tasavvufî kurumlar, Diyanet eliyle denetlenmelidir. Nitekim Tanzimat sonrası Osmanlı idâresi tasavvufî kurumların, tekke, zâviye ve tarîkatlerin işleyişini idârî ve mâlî açıdan denetlemek ve yönetmek üzere “Meclis-i Meşâyıh” adıyla bir kurul oluşturmuştur. Bu meclis şeyh atama ve azillerinden vakıf mallarının kullanımına kadar bütün iş ve işlemleri meşîhat adına yürütmüştür. Meşîhat kaldırıldığında bu görev, 3 Mart 1924’ten 30 Kasım 1925’e kadar yaklaşık iki yıl Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmüştür.
Bu açıdan bugün cemaat ve tarîkat gibi tasavvufî kurumların yeni bir düzenleme ile Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından denetlenebileceği bir mekanizma oluşturulabilir. Bu mekanizma Başkanlık eliyle kamusal bir mekanizma olabileceği gibi, RTÜK benzeri yarı sivil bir yapıda da olabilir. Takdir devlet ricâlinindir.
1 Bkz. İslâm Tasavvufu, trc. H. Kâmil YILMAZ, İstanbul, 2012, s. 73-135.
DİN ve HAYAT Dergisi 37 – KIŞ 2019/1440
#Hasan Kâmil YILMAZ