Tevekkül
“Akıl sahibi bir adamın kalbinde, tarhlar ile ayrılmış sekiz bahçesi vardır. Bu bahçelerin ikincisi tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah’tan gayri fail olmadığını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de, ben Allah’a mütevekkilim demek doğru olmaz. Bu bahçede korku ve endişe dikenlerini koparıp atmak lâzım” diyor Ken ‘an Rifâî Hazretleri. Hocam sizin bu konuyla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Hocamın söylemiş olduğu gibi tevekkül etmek Allah ‘a güvenmek demektir. Tevekkül kelimesinin anlamına bakarsak vekillik vardır… Kendin yerine Allah’ı vekil tâyin ediyorsun. Yani “benim işimi ben yapmıyorum, benden Allah yapıyor, benim bu işte muvaffak olmamı ancak Allah sağlayabilir ve gerekli gücü ancak O verebilir. Onun için eğer ben muvaffak olamıyorsam da vekil olan Allah olduğu için muvaffak olmamam daha hayırlıdır” diye hâdise için yapılan büyük gayretten sonra sonucunu Allah’a teslim etmek tevekkül demektir. Buradaki en önemli nokta enerjiyi, gücü verenin Allah olduğunu idrak etmektir. Tabiî insan nefsiyle o gücü yanlış yerlere de kullanabilir, o zaman kendi sorumluluk taşır. Fakat sonuç için Allah’a teslim olmak insanı bu âlemde cennete sokar. Çünkü Carlyle’in bir sözü var: “İnsanın Allah’ın kararlarına karşı hareket etmesi akıntıya karşı kürek çekmeye benzer. Bunu da ancak aptallar yapar” diyor. Dolayısıyla bizi en mutsuz edecek hâdisede dahî, Allah’ın kararının hakkımızda hayırlı olduğunu düşünürsek hâdisenin önemi kalmaz ve netice bizi dâima huzurlu ve mutlu kılar. Demek ki insanın tevekkül hâline erişmesi onun kurtuluşu demektir. Ama tabiî bu hâle gelmek için de çok büyük çaba göstermek lâzım, yani insanın tevekküle ulaşması öyle kolay bir iş değil. Ancak birçok seviyeleri atladıktan sonra mümkün.
Ken’an Rifâî Hazretleri; “Tevekkül, sebebi terk etmek ve Allah’a güvenmektir” diyor. Buradaki güven, teslimiyet midir?
İşte orada sonuçta Allah’ın verdiği karârın benim karârımdan daha hayırlı olduğuna güvenmek demektir, hocamın söylemek istediği. O zaman neticeler hakkında tartışmıyoruz ve sebep de düşünmüyoruz. Meselâ başımıza bir sıkıntı geldiği zaman Ayşe, Fatma yaptı diye konuşuruz daima ama mütevekkil İnsan, yani Allah’ı vekil tâyin eden insan, başına gelen hâdisede gücün Allah’a ait olduğunu bildiğinden, sebebi görmez ve direkt Allah’a nazar eder. O zaman da “kızımın ölüme sebep olan doktordur” demez, “vakti geldiği için Allah ‘in emriyle vefat etti, sadece doktor da maalesef burada o emre uymakla günaha girdi” diye düşünür.
Hz. Ömer, çalışmayanlara “siz kimsiniz?” diye sormuş, “tevekkül edenleriz” diye cevaplamışlar… Bunun üzerine Hz. Ömer “siz tevekkül eden değil, teekül edenlersiniz, yani yiyici olanlarsınız; tevekkül edenler onlardır ki, önce tohumu toprağa eker, sonra tevekkül eder” buyurmuşlar… Peygamberimiz de “deveni bağla öyle tevekkül et” diyor. O hâlde önce tedbirimizi alıp çalışarak öyle tevekkül etmeliyiz değil mi hocam?
Demin de söylediğim gibi tevekkül sonuca âit bir şeydir, yani başta tevekkül edilmez. Çünkü Allah gayreti sever, Allah çalış dediği için İnsanlar çalışır. Sevgilinin en büyük emridir; çalış, gayret göster… Bakın, Kur’ân-ı Kerim bile “oku” emriyle başlar, yani hep bir fiil, hareket ve çalışmayla alâkalı.. Dolayısıyla bu bizi başta tevekkülden uzak tutar, yani ben hiç çalışmayayım Allah ‘tan ne gelirse razı olayım hâli doğru bir hâl değildir. Allah’ın emri, bütün gayretinle mücâdele ver, fakat sonuçta olana razı ol demektir. Çünkü tevekkülün bir üst safhası rızâ safhasıdır ki, artık o zaman tevekkül ettiğini bile fark etmeden insan tamamen her şeyden razı olur hâle geçer. Meselâ Peygamber Efendimiz bir gün yolda yürüyorlarmış, adamlar da hiç hareket etmeden el açmışlar para bekliyorlarmış. Vermeden geçmiş. Biraz sonra geçtiğinde yine fakir adam para bekliyormuş ama bir eliyle de elindeki sopayla yeri kazıyormuş.. O zaman para vermiş.. “Ama demin vermediniz efendim” denince “demin sende hiçbir çalışma ve hareket yoktu, onun için vermedim. Ama şimdi hiç değilse görüyorum ki hareket var.” O hâlde bakıyoruz ki hareket çok önemli bir şey; çünkü durmak insanın Ölüm hâlinde olduğunu gösterir ki hareket dâima insanın çalıştığını, işlev hâlinde olduğunu gösterir. İnsanın atomlarının her zerresi Allah demiyorsa ve çalışmıyorsa zaten o zaman beşerlikten insanlık makamına yükselememiş demektir. Onun için manevî kitaplar hep emirle başlar. Emir kipinde hep harekete yöneltiş vardır. Mesela “oku”, “dinle”, “dön, semâ et” gibi.. Bunların hepsi harekettir.
İnsân-ı kâmillerin tevekkülünün bizlerin tevekkülünden farkı nedir?
Onlar tefekkür ederek hareket ettikleri için ilk baştan itibaren Allah’a tam teslimiyet vardır. Yani ondan hareket eden direkt Allah olur, çünkü nefsini aradan çekmiştir. İşte bu tam teslimiyete biz İlâhî cebrîlik diyoruz. Yani o tevekkülü kendinden doğuran bir harekettir. Cebrîlik, malûm, yapan-yaptıran Allah’tır; yani benim hiçbir hareketime gerek yoktur, ben hiç çalışmayayım, der. Bu cebrîlik Allah indinde makbul değildir. Bir de kendinde hiçbir güç kalmayacak bir şekilde Allah ‘ta yok olan insan vardır ki onun cebrîliği Allah ‘tan gelen bir hâdisedir. İşte o cebrîlik tevekkülü başta taşır. Yani İnsân-ı kâmilin her anı tevekküldür. Ama bizim gibi beşerlerin sonu tevekkül olmalıdır. Yani onun çalışması da onun tevekkülü oluyor. Aslında her hareketi tevekkül, yani Allah’ı vekil tayin etmektir; ama biz onu hissedemiyoruz. O insân-ı kâmil onu hissediyor. Mesela sevgili Nazlı annemiz buyurmuşlardı ki: “Benim emânet edecek bir devem bile kalmadı, onun için bağlamama gerek yok.” Yani o kadar her şeyden geçip kendine âit hiçbir şey bırakmazsan o zaman koruyacak bir şey kalmaz. Koruyacak bir şeyin kalmayınca da onun sana âit olması ya da olmaması da bir mesele oluşturmaz. Dolayısıyla da her şeyini Allah’a teslim etmiş, hiçbir şeysiz bir insan hâline gelir. Bu tür insanlar “bugün mülk kimindir?” sorusuna bu âlemde cevap veren İnsanlardır. Biliyorsun ki kıyametteki tek soru “bugün mülk kimindir?” olacaktır ve Allah sonunda “benimdir, senin değil” diyecektir. Ama buna bu dünya âleminde cevap verenler, meselâ evlâdı var, ama benimsememiş, evi var ama benimsememiş (İbn-i Arabî gibi, ilk gelene teslim ediyor), kocası var ama benimsememiş, yarın gitse hiçbiri umurunda olmayanlardır. Yani her an Allah’ıyla beraber ama görünüşte hepsiyle beraber. İşte bu tür insanlardan bahsediyoruz.
O zaman bu tür insanları da Allah bu dünyada vekil tâyin ediyor aslında değil mi?
Evet onlar halîfe oluyorlar..
Burada çok ince bir sınır var çalışmayla teslim olma arasında… Bunu biz nasıl tâyin edeceğiz acaba?
Sen hiçbir şey düşünmeden gayretini göstereceksin ama üçe kadar karşından red cevabı alıyorsan o zaman orada tevekkül edeceksin. Çok net aslında. Bizim hatâmız, aşırıya kaçarak sıla-yı rahimle irtibatı koparmamız. İllâ ki bunu yapacağım demek de gücü kendinde görmek oluyor. Öbür türlü tamamen hiç gayret göstermeden teslim olursan, o zaman da Allah’ın verdiği gücü ihmâl etmiş oluyorsun. Demek ki hâdiseleri üçe kadar zorlayıp üçünde de negatif netice alırsak onu artık teslim etmek lâzım. Ama efendimiz bir iş bitmeden başka bir işe başlamazlarmış. Bir işi çok acele bitirirlermiş. Üçe kadar negatif cevap alırlarsa o zaman bırakırlarmış. Bir fıkra var. Sel olmuş ve adam ağaca çıkmış; Allah’ım beni kurtarır diye beklemeye başlamış.. Bir süre sonra bir bot gelmiş kurtarmaya… “Yok” demiş, “beni Allah kurtarır.” Ve binmemiş… Sonra helikopter gelmiş kurtarmaya ama ona da binmemiş Allah beni kurtarır diyerek… Bir süre daha beklemiş ve boğularak ölmüş. Sonra öbür âlemde Allah’a demiş ki: “Efendim beni neden kurtarmadınız, ben tevekkül etmiştim.” “Oğlum, ben sana bir bot yolladım, bir de helikopter yolladım; niçin sen binmedin?” demiş Allah. Yani biz tevekkülü de yanlış anlıyoruz. Orada gayret göstereceksin ki Allah vesîle ile sana yardım edecek. Allah bu âlemi vesîle üzere yaratmış. Demek ki bu âlemde her tür vesîleyi kullanarak tevekkül edeceksin, vesileleri redderek tevekkül etmeyeceksin.
Sabırla tevekkül arasındaki fark nedir?
Sabırda daha çok kendini zorlamak var. Tevekkül ise bir adım üstüdür. Tevekkülde artık Allah’tan olduğunu bildiğin için o sabır olmaktan çıkıyor. O yüzden tevekkül daha üst bir seviyedir.
İbn-i Arabî Hazretleri, “Tevekkül, Allah, suretine göre ve halîfesi olarak yaratıp güç vermesine rağmen, kulun âlemde tasarrufu terk etmesidir. İnsan ister fiili kendisine ait görerek Allah’a tevekkül etsin, ister halîfe olarak kendisinin de fail olduğunu düşünsün, her şeydeki gerçek fail, sebep perdelerinin ardından Hakk’tır. Bu bağlamda, gerçek bir tevekkül yoktur; çünkü varlık ve vakıa düzleminde fiil ve tasarruf, zaten Allah’a aittir” diyor. O halde tevekkül edecek edilecek, razı olunacak, sabır gösterilerek bir şey de yok… Yapan-yaptıran Allah. Tevekkül de bir makamdır ve çok üst bir seviyedir ve bu herkesin harcı değildir. İnsanın hoş zamanında Allah’ı çok seviyorum demesi kolay ama zor zamanında Allah’ı seviyorum demesidir önemli olan..
Allah idrâkini nasib etsin inşallah efendim..
Müge Doğan – Nefes Dergisi
#Cemalnur Sargut