Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 27
TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ
Birisi bir hileyle kuşun birini tuzağa düşürerek yakaladı. Kuş dile gelerek yalvardı:
“Ey ulu kişi sen bir çok öküzler, koyunlar yedin, develer kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doymadın, benimle mi doyacaksın. Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim ki bunlara uyarsan her müşkülün hallolur.
Birincisini elindeyken vereyim eğer beğenirsen beni bırakırsın. O zaman ikincisini şu dama konarken, üçüncüsünü de şu ulu ağaçta söylerim,” dedi.
Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak:
-Haydi söyle bakalım eğer beğenirsem seni bırakırım.
Kuşcağız ilk öğüdünü söyledi:
-Olmayacak söze kim söylerse söylesin, inanma.
Adam kuşu bıraktı kuş uçarak damın saçağına kondu. İkinci öğüdünü söyledi:
-Geçmiş gitmiş şey, kaçmış fırsat için üzülüp ah vah etme, dedi. Biraz daha geriye çekilerek orada bulunan ulu ağaca kondu:
-Benim karnımda on bir dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci vardı eğer beni elinden kaçırmasaydın o şimdi senin olacaktı, dedi.
Bunu duyan adam ağlayıp inlemeye, saçını başını yolmaya başladı. Bu saçmalık karşısında kuş seslendi:
-Ben sana geçmiş gitmiş fırsat için ah vah edip üzülme demedim mi? Madem fırsatı kaçırdın, neden üzülüp duruyorsun. Ya öğüdümü dinlemedin yahut da sağırsın. Ayrıca sana olmayacak şeye inanma demedim mi? Devam etti:
-Benim bütün ağırlığım üç dirhem, karnımda nasıl on bir dirhem ağırlığında inci bulunabilir!. Bunun üzerine adam kendine geldi:
-Tamam söylediklerini iyice anladım. Haydi şimdi de üçüncü öğüdünü söyle bakalım,” dedi. Kuş:
-Allah için o iki öğüdü güzelce tuttun da benden üçüncüsünü mü istiyorsun. Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmak gibidir. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama tutmaz, diyerek uçup gitti. (Mesnevî, c. IV, beyit: 2245-2265)
AÇIKLAMA
“Üç öğüt” hikâyesi oldukça yaygındır. Demek ki kökü çok eskilere dayanmaktadır.
Hikâyedeki kuşun birinci öğüdü “olmayacak söze inanma” şeklindedir. Dilimizde “Kabul olmayacak duâya âmin denmez” şeklinde bir deyim de vardır. İlk nazarda her iki söz, her ne kadar hepimizin katıldığı ifâdelerse de, biliriz ki, insanoğlu olağan üstü şeylere meraklıdır. Bu merak ve tecessüs makul seviyede kalırsa ne âlâ. Aşırılığa kaçtığı durumda ise; ayağı yere basmayan, hayal dünyasında gezen, irrasyonellikten kurtulamayan bir tip ortaya çıkabilir.
Tabiat kanunları genellikle değişmeksizin süre gelir. İnanmış insana göre bu kanunları koyan ve yürüten Yüce Allah’tır. Bunlara, Allah’ın koyduğu kanun ve nizam demek olan “sünnetullah” da denir.
Buna göre belli sebepler hep belli sonuçları doğurur. Tabiatta belli ölçüde bir determinizm vardır. Ateş yakar, su boğar. İnancımıza göre onlara yakma ve boğma özelliğini veren de Allah’tır. Allah dilerse özel bir sebeple, onların bu vasfını durdurabilir. Gazâlî peygamberlerin gösterdiği mûcizeleri bu anlayışla izah etmektedir. Velîlerin kevnî kerâmetlerini de buna dâhil edebiliriz.
Bize düşen epeyce bir yere kadar sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek, sünnetullaha uymaktır. Ama bu arada bunların hepsinin üstünde küllî irâdenin bulunduğunu; onun da “lâ yüs’el ammâ yef’al” (yaptığından dolayı sorgulanamaz) olduğunu hatırdan çıkarmamaktır.
*
Kuşun ikinci öğüdü “geçmişe gam yeme, fırsatı kaçırınca boş yere üzülme” idi. Tasavvuf düşüncesindeki “lâ fâile illallah”, “rızâ” ve “ibnü’l-vakt” gibi kavramlar bu konuya ışık tutar.
Evet fâil-i hakîkî, yâni gerçekte her şeyi yapan yaptıran Allah’tır. Olup bitenden şikâyet etmek, ah vah etmek O’ndan gafil olmak anlamına gelir. Bir isteğimizin gerçekleşmesi için elimizden gelen her şeyi yapmak görevimizdir. Daha ciddî bir görevimiz ise, sonuca râzı olmaktır. Bu sonuç bizim istemediğimiz yönde gelişse de şikâyet etmemek, hattâ hoşnutlukla karşılamaya çalışmak inanmış insanın özelliğidir.
Enes b. Mâlik anlatır: “On yıl Resûlüllah’a hizmet ettim, onun yanında bulundum. Hiçbir gün bana yaptığım bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de niçin yapmadın demedi.” (Tirmizî, birri 19) Ayrıca Peygamberimizin “Olan bir şey için keşke olmasaydı, olmayan bir şey için de keşke olsaydı demediği” ifâde edilir.
Tasavvufta derin anlamlı bir “zaman” anlayışı vardır. Bu konuda “ibnül-vakt” diye ilgi çekici bir kavram doğmuştur. Dikkatli ve bilinçli insan, ibnül-vakt yâni vaktin çocuğu olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Olgun insan vaktin çocuğudur, yâni geçmişi veya geleceği değil, sâdece içinde bulunduğu ânı düşünür ve onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Geçen geçmiştir, gelecekten emin olamayız. Tek sermayemiz, şu içinde bulunduğumuz andır. Onu iyi değerlendirirsek ve her ana bu gözle bakarsak, kendiliğinden bütün zamanları dolu geçireceğiz demektir.
Bu, dinamik bir zaman anlayışıdır.”Her nefes son nefes olabilir.” Böyle düşünen kimse aktif, hareketli, gafletten ve tembellikten uzak, yapıcı ve gayretli insan olacaktır.
Geçen geçmiştir ân-ı müstakbelse mübhemdir
Hayâtından nasîbin bir şu geçmek isteyen demdir
Geçmişteki bir takım olumsuzluklar için aşırı şekilde üzülen kimse, bu üzüntü anlarını da boşa geçirmiş olur. Bu demek değildir ki geçmişten ders almayacağız, hatalarımızı tekrarlayıp duracağız. Hayır, kasıt o değildir. Denmek istenen boş yere ah vah edip üzülerek verimsizliğe yol açmaktır.
#Mehmet DEMİRCİ