ÜÇ TİP: MUKALLİT, SUFİ VE AHMAK
Er çi merdüm miküned puzine hem
An küned k’ez-merd bined dembedem
İnsan her ne yaparsa maymun da takliden onu yapar. Peki bu ikisi yaptığında bir mi?
MUKALLİDİN HALLERİ
Mesnevî’de sık sık ele alınan konulardan biri de taklit ve taklitçilik meselesidir. Her meslekte taklitçilik olur da din mesleğinde olmaz mı? Tasavvuf yolunun hakiki yolcuları kadar kalpazanları da yok mudur? Buna ne şüphe. Hatta belki de her meslekten daha fazla. Hz. Mevlânâ sahte sofuları, kof iddia sahiplerini çeşitli benzetmelerle teşhir ediyor. Söz gelimi nefis cihadı da adı üzerinde bir cihaddır, insandan sağlam bilek ve sağlam yürek ister. Canları tatlı olanların, korkakların, heveskarların bu yolda nasibi yoktur. Mevlânâ bu tip insanları savaşa soyunan kadınlara benzetiyor. Nasıl ki kadınlar savaşta bulunsa bile işleri saldırmak değil ağlayıp feryat etmektir. Ve nasıl ki onların ellerine keskin kılıç verilse bile o titreyen ellerden iş bitmez. Bu iş bir görüntü, bir sakal bıyık meselesi de değildir. Askerin önünde yürüse bile yüreğinde korkaklık bulunduktan sonra sakal ve bıyık kişiyi gülünç düşürmekten başka neye yarar.! İşte mukallid sofunun, sahte şeyhin durumu da bundan farklı değildir. Mukallid dışından misk görünür ama gerçekte miske bulanmış pisliktir. Hakiki şeyh bulut yağmuruna, mukallit ise olukta biriken yağmura benzer. Oluktaki yağmur iğretidir, ama bulut ve denizdeki yağmur yaratılıştandır. Mukallidin fikir ve düşüncesi de oluğa benzer, bu bilgiler şurdan burdan toplanmıştır. Buna mukabil yüce insanlara mahsus olan ilham ve vahiy kaynaklı bilgi bulut ve sema gibidir. Bu bilgi yağmur suyu gibi bahçeleri yemyeşil eder, oluk suyuna benzeyen fikirler ise komşular arasında kavga çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. (1/100)
Kendisinde nur olmayanın başkalarını nurlandırması mümkün mü? Sahte şeyh kendi gözü hasta olduğu halde başkalarını gözünü tedavi etmek isteyen şarlatana benzer. (90) Mevlânâ’ya göre hakiki ile sahtenin farkı âdeta bir şeyin gerçeği ile resmi arasındaki fark gibidir:
“İnsanın duvara resmini yapsalar, onun gerçek insandan eksiği nedir? Ondaki eksiklik şüphesiz bir can incisi olmayışıdır. Yahut kağıda dertli bir adam resmi çizseler onun ne dertten ne neşeden bir haberi vardır.” (1/110) “Balık resmi için deniz de, kara da birdir.” (1/109)
İki Ağlama
Hz. Mevlânâ dışarıdan benzeyen iki davranışın özdeki farklılığına aşağıdaki ilginç örneği veriyor:
Bir mürit şeyhini ağlarken görünce kendisi de etkilenerek ağladı. Bu adam kapıdan çıkarken olaya şahit olan diğer bir mürit dedi ki:
– Sakın; şeyh ağladı ben de onunla ağladım, diye düşünme. Bu iki ağlayış görünüşte bir ise de hakikatte bir değil. Zira öyle bir ağlayışa ulaşman için senin de otuz yıl boyunca riyazet çekmen, kaplanlı dağlardan, timsahlı denizlerden geçmen gerekir. (5/53)Din yolunun yükünü çekmek güzel, ağlamak da pek değerli. Ama bunlar taklit olmamalı. Nasıl ki öküzün de ağır yükü var, ve kağnı da ağlıyor ama her ikisinin de bir değeri yok.
İki Gülme
Taklitçi bir nevi sağır gibidir. İki dost latife edince kulağı duyan bir kere gülerken sağır iki kere güler. Bu gülüşlerden birincisi taklittir; herkesi güler gördüğü içindir. Sağır etrafına sorup gülme sebebini öğrenince yeniden gülmeye başlar. Mukallid de böyledir. Şeyhin kalbine akseden ışığını kendisinden zanneder. Onun iğreti feyzi cama vuran ışığa ve sepetteki suya benzer. Ay batınca camdaki ışığın kaynağı anlaşılır. Sepet de sudan çıkarılınca içindeki suyun ırmaktan olduğu ortaya çıkar. Şekli benzese de somun ekmeği nerede ay yuvarlağı nerede!
Taklitçinin Sözü ve Ana Karnında Havlayan Köpek Yavruları
Mevlânâ’ya göre sözün de gerçeği ve taklidi vardır. O, taklitçilerin özsüz sözlerini aşağıdaki ilginç nükteyle açıklıyor:
Bir gece çiledeki bir derviş rüyasında gebe bir köpeğin karnındaki yavruların havladığını görüp hayrete düşer ve der ki:
– Bunlar ne kurt kovalayabilir, ne de hırsız!. Ne av avlayabilir, ne de bekçilik yapabilir! O halde bu havlama da ne oluyor? Hatiften ona şöyle dendi:
– İşte bu bilmeden söyleyen cahillerin lafına benzer. (5/59)
Taklitçinin sözleri başka bir benzetmeyle de papağan sözleri gibidir. Ustası papağanı konuşturmak için onu bir aynanın karşısına koyar ve kendisi de ayna arkasına geçerek bir şeyler söyler. Aynada kendisini seyreden zavallı kuş bu sözlerin kendisinden geldiğini sanır. Papağan konuşmayı öğrense bile konuştuğu şeyin manasından habersizdir. Onun insandan elde edebileceği şey ancak bu kadardır. Nitekim şair şöyle demiştir:
Etseler tûtiye talim-i edâ-yı kelimât
Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz
Papağana konuşma öğretseler, sözü görünüşte insan sözüdür ama kendisi insan olmaz.
Nice ham gönüllüler de dervişlerin sözlerini minber ve meclislerde tekrar eder dururlar. Onların bütün kısmetleri bu kuru sözlerden ibarettir. Tabiatıyla da çok geçmeden foyaları ortaya çıkar. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi:
Çakal Tavus Olur mu?
Çakalın biri bir boya küpüne düşmüştü. Çıkınca sarı kırmızı yeşil renklerle süslü postuna baktı ve:
– Ben makamı yüce bir tavusum, dedi. Güneş yükseldikçe üzerindeki boyaları kurutup daha çok parlattı. Çakal kurumlu kurumlu arkadaşlarının yanına gelince onlar:
– A çakalcık bu halin ne! Bu sevinç ve caka neyin nesi, dediler. Çakal kurumlanarak dedi ki:
– Nasıl kurumlanmam! Benim şu güzelliğime, alımlılığıma bakın; namım fahr-ı dünya olsa layık, tüm çakallar bana secde etse yeri. Hem artık beni çakal filan sanmayın; hangi çakalda bunca güzellik olur? Sordular:
– Çakal değilsen nesin peki? Seni hangi isimle çağıracağız?
– Namı yüce tavus!
– İyi ama buna delil gerek. Mesela tavuslar gül bahçesinde dolaşır, sen de orada mı dolaşırsın?
– Hayır.
– Peki tavus gibi ses çıkarabiliyor musun?
– Hayır!
– O halde sen tavus olamazsın. Tavusun güzelliği Hak’tandır. Hileyle iddiayla bu iş olmaz. (3/27)
Mevlânâ tanrılık iddia eden Firavunu tavusluk iddiasındaki çakala benzetiyor. Sahte şeyhler ve mukallitler de çakal gibidirler; nasıl konuşurlarsa konuşsunlar seslerinin tonundan iç halleri malum olur.
“Veletarifennehum fi lahni’l-kavli=Mutlaka sen onları lakırdıların edasından tanırsın.” ayeti bu durumun delilidir. Nitekim testinin bile sağlam ve kırık olanı sesinden belli olur. Bu yüzden iş bilen alıcı testi alırken parmağıyla tınlatıp sesinden sağlamlığını kontrol eder.
Naz Makamı ve Taklitçinin Hali
Mevlânâ’nın bu bâbda altını çizdiği hususlardan biri de niyaz makamındaki sufilerden sudur eden bazı şatahatları veya fevkalade halleri taklit etmekten kaçınma lüzumudur. Kâmil bir velinin bir hikmet gereğince yaptığı şeyi, müridin yapması küstahlıktır. Cenab-ı Hak nasıl peygamberinin geçmiş ve gelecek bütün kusurlarını peşinen affetmişse bazı has kullarıyla kendisi arasında da böyle sırlar mevcuttur. Onların hallerini ham kişilerin takliti kendilerine zarar verir. Nasıl ki helva, hekime zarar vermez ama, hastaya zarar verir. Olgun üzüme kar ve kıştan ziyan gelmez ama koruğa gelir. Müridin durumu da böyledir. Maddi manevi her imkan bir tehlikeyle birliktedir. Bu bakımdan Süleyman peygamber; “Ey Rabbim, benden başkasına bu saltanatı verme!” diye dua etmiştir. (1/103) Yukarıda şatahattan söz etmiştik. Şatahat, naz makamındaki sufilerin Cenab-ı Hak’la münasebetlerinde takındıkları teklifsiz hallere ve sözlere denir. Yolun başındaki birinin Cenab-ı Hak’la böyle teklifsiz olması tıpkı şu nüktedeki cahil köylünün haline benzer:
Aslanı Öküz Sanma
Bir köylü hayvanların durumunu kontrol için gece vakti ahıra gitti. Bu arada bir aslan ahıra girmiş köylünün öküzünü yiyip yerine oturmuştu. Köylü karanlıkta öküzü sandığı aslanı okşayıp sevmeye başladı. Aslan içinden; “A ahmak!” diyordu. “Gözün görseydi de neyi okşadığını bilseydin yüreğin o an korkudan çatlardı.” Bu benzetmeden hareketle Mevlânâ’ya göre Hak Teala da kendi adını ulu orta zikreden teklifsiz cahile der ki: “Ey mağrur kör, kimin adını andığının farkında mısın! Tur dağını işte o isim parçaladı… Sen kendini güvende mi sanıyorsun! Eğer biz itabımızı bir dağa indirseydik o bile parça parça olup dağılırdı. Nerede kalmış sen?” (2/20)
HİKAYE
Eşek Gitti, Eşek Gitti!
Demek ki mukallit ne yaptığının ve ne dediğinin farkında değildir. Şimdi bununla ilgili olarak Mesnevî’den seçtiğimiz hikâyemizi aktaralım. Efendim, eskiden tekkeler bir nevi otel gibi gelip geçen yolculara konaklama hizmeti de verirdi. Yolcu bir sofi de geceyi geçirmek üzere yolu üzerindeki bir tekkeye uğradı. O sırada içeride dervişler sema etmedeydi. Derviş eşeğini tekke hizmetçisine teslim edip hemen içerdeki semaya katıldı. Dervişler günlerdir açtı. Açlık ise her şeyi caiz kılar. Eşeği teslim alan derviş gidip eşeği sattı ve parasıyla güzel bir yemek hazırladı. Yemekten sonra dervişler tekrar semaya durdular ama semadaki sözler pek garipti. Hepsi semada aşkla ayaklarını yere vuruyor, el çırpıyor ve “Eşek gitti, eşek gitti!” diye tempo tutuyorlardı. Bu aşk şevk zavallı yolcunun çok hoşuna gitmişti. O hepsinden daha istekli bir şekilde çark çiziyor ve “Eşek gitti!” nakaratına katılıyordu… Nihayet seher vakti sofi yola çıkmak üzere kalktı. Eşyasının tozunu silkti hizmetkara:
– Şu eşeği getir de yükümü yükleyeyim, dedi. Adam:
– Şakayı bırak, dedi. Sen hangi eşekten bahsediyorsun? Eşek satıldı ve tekke yemeğine harcandı.
– Ama nasıl olur?
– Nasılı filan yok. Dervişler akşamdan beri zikirde “Eşek gitti, eşek gitti!” diye yeri göğü kaldırdı. Yoksa sen bu sözleri duymadın mı? Yolcu başına geleni anlayınca emanetçiye sitem etti:
– İyi ama eşeği ben sana teslim etmiştim. Niçin bana gelip olanı biteni haber vermedin?
– Gelmez olur muyum? Kaç kere geldim ama baktım ki sen hepsinden daha istekli bir şekilde “Eşek gitti!” diye el çırpıyor, seviniyorsun, ben de; demek biliyormuş, diye geri döndüm. Bunu üzerine sofi:
– Ben bilmeden onları taklit ettim, taklide lanet olsun dedi. (2/20)
Taklidçi Sağır Hasta Ziyaret Ediyor
Taklitçi çok zaman kaş yapayım derken göz çıkarır. Şimdiki ironik hikâyemiz de bunu anlatıyor:
Sağırın biri hasta komşusunu ziyaret edip hal hatır soracak olmuş. Ziyaret edecek ama ona ne söyleyecek, ondan ne cevap gelecek? Bütün bu soru ve cevapları da kendi kendine kurgulamış. Şöyle düşünmüş: “O dudaklarını oynattıkça ben anlamış gibi yapar uygun bir karşılık veririm. Mesela ben ona; “Nasılsın?” derim, o;
“Allaha hamd olsun, iyiyim” der. Bundan başka ne diyebilir ki! Sonra ne yiyip ne içtiğini sorarım. O ya mercimek çorbası yediğini ya da şerbet içtiğini söyler; ben de “Afiyet olsun” derim… Sonra ona hangi hekime muayene olduğunu sorarım, o da “Filancadır” diye cevap verir. Ben; “Onun ayağı mübarektir, nereye ayak basarsa orada maksat hasıl olur.” derim.” Böylece sağır bütün konuşmayı kendi zihninde tasarlayarak komşusunu ziyarete gitti ve halini sordu:
– Komşum, nasılsın, halin keyfin nasıl?
– Hiç sorma, ölü gibiyim.
– Oh, oh ne hoş, elhamdulillah.
Ziyaretçiden bu cevabı alan hastanın suratı asıldı ve içinden; bu ne biçim teselli, diye düşündü. Bu kızgınlıkla; “Ne yiyip ne içiyorsun?” diye soran komşuya:
– Yılan zehiri! diye karşılık verdi. Beriki yine mütebessim:
– Ne güzel! Afiyet şeker olsun, cevabını verdi. Hastanın morali iyice bozuldu ve, “Bu komşu anlaşılan benim iyiliğimi istemiyor.” diye düşünmeye başladı. Beriki yine:
– Tedavi için gelen hekim kimdir? diye sorunca hasta:
– Hekimim Azrail! A adam, var git beni kötü kötü söyletme, dedi. Bizimki yine:
– O ne iyi hekimdir, işini ne kadar iyi yapar, bir bilsen! karşılığını verdi.
Hasta içinden; “Meğer bu komşu benim dostum değil düşmanımmış, ölümümü istemedeymiş.” diyordu. Sağır ise hastanın yanından; “Bu gün ne iyi bir iş yaptım, ne büyük bir hayra girdim!” diye sevinerek çıktı. (1/132)
Kendi Aklınla Düşün, Kendi Kanadınla Uç
Sıradan insanların başkalarına ait sözleri yerli yersiz tekrar etmeleri bu sağırın davranışına benzer. O halde sözlerimiz ve fikirlerimiz ısmarlama değil bize ait olmalı. Kendi aklımızla düşünmeli kendi kanadımızla uçmalıyız.
Bi-zi-taklidi nazar-râ pişe kün
Hem berâ-yı akl-ı hod endişe kün (6/3371)
Yani: Bakacaksan taklitsiz bakmayı meslek edin… Düşüneceksen kendi aklınla düşün.
Ancak böyle olan bilgi bize ait bilgidir. Peki bu bilgi neye benzer?
Bu bilgi kesilmeyen çeşme suyuna benzer:
Yek çeşme-i âb ez-derûn-ı hâne
Bih z’an cûyi ki ân z’i birûn âyed (6/134)
Yani: Evin içindeki çeşme dışarıdaki ırmaktan daha iyidir.
Başkasına ait bilgi kaleye dışardan gelen suya benzer. Bu su sulh zamanı iyidir ama savaşta düşman kaleyi kuşattığında kesilir ve içeridekiler aciz kalır. Böyle zamanda içerideki acı bir kuyu bile dışarıdaki tatlı sudan daha iyidir. (6/134)
Taklitçinin Bilgisi Kaya Yankısı!
Hz. Mevlânâ aşağıdaki beyitlerde hem taklidi şeylerin insana fayda sağlamayacağına dair ilginç örnekler veriyor, hem de ilahi bir kaynaktan beslenmeyen bilginin taklidi olmaktan kurtulamayacağını belirtiyor:
Kuhrâ güftâr key bâşed zi-hod
Aks-i gayrest an sadâ ey mu’temed
Güft-i tu z’ân san ki aks-i diğerest
Cümle ahvâlet be-cüz hem aks neyest
Ta ki güftâret z’i hâl-i tu buved
Seyr-i tu bâ-perr ü bâl-i tu buved
Sayd gired tir hem bâ-perr-i gayr
Lâ-cerem bî-behre-est ez lahm-ı tayr
Bâz sayd âred be-hod ez-kuhsâr
Lâ-cerem şâheş hurâned kebk ü sâr
Mantıki k’ez vahy nebud ez-hevâst
Hemçü hâki der-hevâ vü der-hebâst
Ta ki mâ-yentık Muhammed an-hevâ
İn huve illâ yuhâ ihtivâ (6/175)
Dağın kendiliğinden ses vermesi ne mümkün, a saf gönüllü o sada başkasının sesinin aksi. Senin dağ yankısına benzeyen ödünç sözlerin de böylece başkasının sözünün aksinden ibaret; keza bütün hallerin de böyle ödünçleme. Ancak sözlerin kendi halinden çağlamaya başlarsa kendi kanadınla uçarsın. Bak, başkasının kanadıyla uçan oka avladığı kuş etinden bir nasib var mı? Doğan dağlarda avlanır ama, kendi iradesine malik olmadığı için, yakaladığı keklik ve sığırcığı sultan yer. Vahiyden olmayan söz de heva ve hevesten ibarettir. Toza toprağa benzer, havada yok olur gider… Hz. Muhammed’in sözleri yok olmuyor. Zira onun konuşması heva ve hevesten değildi, Hakk’ın vahyine tercüman olmadaydı.
İyiyi Telkin Et
Yukarıda Mevlânâ’nın; kendi gözünle gör, kendi aklınla düşün mealindeki:
Bi-zi-taklidi nazar-râ pişe kün
Hem berâ-yı akl-ı hod endişe kün (6/125)
beytini nakletmiştik. İyi güzel de her insan hiçbir telkin ve tesir altında kalmadan böyle yapabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu bir hakikat olduğuna göre başkalarına iyi telkinlerde bulunmalı ve onları hayra yönlendirmeliyiz. Mevlânâ iç içe başka mesajları da olan aşağıdaki hikâyede bunun ilginç bir örneğini veriyor:
Harzemşah komutanlarından birinin eşsiz güzellikte bir atı vardı. Bir geçit alayı esnasında sultanın gözü bu ata takıldı ve kalbi ona doğru aktı. Ne kadar çalıştı çabaladı ise atı aklından çıkaramadı. Kendi kendine hayret ediyor:
“Tavlamda yüzlerce soylu at bağlı iken bu hal de ne böyle!” diyordu. Sonunda sabredemedi ve çavuşlarına bu atı kendisine getirmelerini emretti. Görevliler durumu bildirince zavallı at sahibinin içine sanki bir ateş aktı, boğazı kurudu. Hemen sultanın yakını olan ve ona nazı geçen İmadülmülk’ün yanına koştu. Bu zatın bütün görevi, sultanın yanında zarar görenlere şefaatçi olmak, işlerini yoluna koymaktı. Kendisi sureta emir gibiydi ama hakikatte bir derviş gönüllüydü. At sahibi durumunu ona arzetti ve:
“Elimde her ne varsa vermeye razıyım, ama bu ata öyle gönül bağlamışım ki onsuz bir an bile yaşayamam, hemen ölürüm, bana medet…” dedi. Vezir at sahibinin çareyi Cenab-ı Hakk’a iltica yerine kendisinde aramasına şaşıyor ve:
“Ya Rabbi, sen bu yolunu şaşırmışın, çareyi başka yerde arayanın kusuruna bakma!” diyordu. Merhametli vezir sultanın huzuruna çıktığında çavuşlar da atı onun önüne çektiler. Atın endamı ve yürüyüşü göz kamaştırıcıydı. Sultan yanındaki vezire dönüp:
“A dostum, şu güzelliğe bak! Bu sanki dünyaya değil cennete ait bir at.” dedi. Vezir ise:
“Sultanım ona duyduğun meyil senin gözünü almış. İyi dikkat edersen onun başının öküz başı gibi biçimsiz olduğunu görürsün.” dedi. Bu söz sultana tesir etti ve ata karşı eski hevesi kalmadı. Bu böyledir. Tellalin anlatışı satışta aracıdır. Onun anlatmasına göre Yusuf bile çirkin görülür de ucuza gider. Böylece attan soğuyan padişah onu sahibine iade etti. (6/125)
GERÇEK VE SAHTE SUFİ
Madem ki her yolun gerçek ve sahte yolcuları var, bunları birbirinden nasıl ayırmalı? Peygamberlik iddiasında bulunan kişiyle gerçek peygamberi nasıl bilmeli? Hakiki şeyhle müteşeyyihi nasıl ayırmalı? Mevlânâ’ya göre gerçek bizatihi kendi kendisini isbat eder. Nasıl mı? Aşağıda örnekleri görelim:
“Bir Arap, Arapça olarak, “Ben Arapça bilirim!” dese bu sözü hem iddia olur hem de iddianın ispatı. Zira Arapça konuşması bizatihi ispattır. Bir katip de; “Ben katibim, işte bak!” diye yazsa, bu yazı hem iddiadır, hem de iddia edilen şeyin şahidi. Ya da bir derviş sana; “Rüyada gördüğün bendim, sana o zaman anlattıklarımı kulağına küpe yap!” dese, o rüyayı hatırlarsın ve canın buna “evet” der. Susamış birine “Kadehte su var al.” desen o hiç; “Var git! Bu manasız bir iddiadır, şahidin delilin var mı, bu gerçek su mudur, sahte midir?” diye sorar mı! Annesi süt emen yavrusuna; “Ey annesinin canı, beri gel em!” dese o çocuk; “Ey anne, bana bir delil göster, ancak o zaman senden süt emerim!” der mi? (2/131) İşte Mevlânâ’ya göre ümmetin gönlüne de aziz peygamberin ve gerçek velilerin yüzleri ve sesleri mucizedir, ümmetin kalp gözü o yüzü görür ve kalp kulağı o sesi işitir.
Sufi Kimdir?
Mevlânâ sufiliğin bir imaj meselesi değil bir öz meselesi olduğunu şu beyitle ortaya koyuyor.
Hest sûfi an ki şüd safvet taleb
N’ez libâs u sûf u hayyâti vü deb (5/364)
Sufi saflığı talep eden, kendisini iç kirlerinden arındırandır. Sof giymek, terzilik etmek veya vakarla ağır ağır yürümek değil.
Sufilik yokluk yoludur; iddialardan, namdan, şandan geçmektir. Oysa bazı sahte sufiler bu yokluk yolunu bile şöhret yoluna çevirmişlerdir. Aşağıdaki hikâyede buna ilginç bir örnek veriliyor:
Ben Yokum Diye Davul Çalmak!
Tirmiz padişahı Seyyid’in Semerkant’ta yapılacak mühim bir işi çıktı. Tellaller çıkarıp: “Kim beş gün içinde Semenkand’a gidip bana oradan haber getirecek olursa ona büyük ihsanda bulunacağım.” diye nida ettirdi. Sultanın maskarası olan Delkak bu haberi duyunca hemen köyünden kalkıp aceleyle Tirmiz’e doğru yola koyuldu. Yolda o kadar telaş ediyordu ki bindiği iki at sakatlandı. O kendisine bir şey soranlara da sus işareti yapıyor ve bu hareketiyle vehimleri daha da büyütüyordu. Şehirde onun gidişini gören herkes; “Kimbilir nasıl bir felaket haberi getiriyor ki böyle acele ediyor.” diye endişeleniyor, ellerini dizlerine vurup ah vah ediyordu…Delkak böylece paldır küldür sultanın sarayına vardı ve huzura girdi. Ancak orada da bir şey söylemiyor, soranlara sus işareti yapıyordu. Nihayet sultan sabredemeyip; “En kötü haberi işitmek bile böyle beklemekten daha iyi. Şimdi çabuk söyle! Bu telaş ve sıkıntının sebebi nedir. Kötü bir haber mi getirdin?” dedi. Bunun üzerine Delkak; “Telaşlı gelişimini sebebi şu, dedi. İşittim ki, Semerbizkant’a üç günde gidecek bir adama ihtiyacım var, diye tellallar çıkarmışsın. Bunu duyunca sana şunu bildirmek için hemen koşarak geldim: Şunu bil ki benim oraya üç günde gitmeme imkan yok. Zira buna gücüm kuvvetim yetmez. İşte söyleyeceğim budur!”
Bunun üzerine Sultan:
“A boyu devrilesice! Buncacık şey için mi bütün şehri böyle telaşa saldın korkuya düşürdün? Bir hiç için mi ortalığı velveleye verdin?” dedi. (6/94)
Mevlânâ’ya göre bazı sufilerin durumu böyledir. Sufilik yokluk yoludur, addan sandan geçmedir. Ama onlar Delkak gibi bayrak açıp, davul çalıp yokluk yolcusu olduklarını dört bir yana ilan ederler. Bunlar kendi kendilerine derviş ve şeyh olmuş, meclis kurmuşlardır. Bunların hali damat eviyle kız evinin haline benzer: Damat evi telaşa düşmüştür ama kız evinin bundan haberi bile yoktur. Damat tarafı; “Evi barkı süsledik, yapmamız gereken her şeyi yaptık!” diye kendi kendine gelin güvey olmuştur ama kız evinden ne bir haber gelmiş, ne bir kuş uçmuştur. Harputlu Hazmi’nin şu beyitleri böylelerin durumunu özetliyor:
Bu rütbe şarlatanlık etme vaiz
Özün yok sözünden nesne gelmez
Söze istersen bin türlü düzen ver
Buruşmuş çehre düzgünle düzelmez
Yunus Emre de yukarıdaki fikirleri kendisine mahsus mucizeli lisanıyla şöyle ifade ediyor:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan
Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç değil
Sufi Vaktin Oğludur
İn yekdem ömrra ganimet midân
Ez-refte meyendiş ü z’âyende metürs (82)
Şu içinde bulunduğun tek anlık ömrü bir fırsat bil ve onunla meşgul ol. Ne geçmişle üzül, ne gelecekten kork!
Efendim, İslam hayat dinidir. Hayat ise bir andır. İslam yaşar ve yaşatır. Bugün dururken dünle ve yarınla, gerçek dururken hayalle uğraşmaz. İnsana yaşadığı anın kıymetini ihtar eder ve ona bir sorumluluk yükler. Esasen her bir ibadetinin bir zaman dilimiyle sınırlı olduğu bu din bütün müntesiplerine hiçbir dinde bulunmayan bir zaman hassasiyeti kazandırmak ister. İslamın zaman anlayışı diğer kültürlerden farklıdır. Aslında zaman an dediğimiz halkaların bir toplamıdır ama biz onu bir bütün gibi algılarız. Mevlânâ bunu şu örnekle açıklıyor: İnsan eline bir meşale alıp çevirdiğinde meşale yarım bir daire şeklinde görünür. Aynı şekilde su devamlı aktığı için hep aynı suyun yerinde durduğu zannedilir. Netice şu: Madem ki zaman bir an, onu sakın fevt etme! Zaman konusundaki bu hassasiyetin tasavvuftaki karşılığı ibn-i vakt yani vaktin oğlu olmaktır. Şimdi Hz. Mevlânâ’nın bu vadideki bir beytini aktaralım:
Sûfi ibnü’l-vakt bâşed ey refik
Nist ferdâ güften ez-şart-ı tarik (3/1431)
Ey kardeş! Sufi vaktin oğlu olmalı. Yarın yarın demek tarikatın adabına aykırıdır!
Peki vaktin oğlu ne yapmalı, nasıl davranmalı? Bunu da Nahifi merhumun tercümesinden nakledelim:
Sufi ibnü’l-vakt olup ârâm ider
Vakte mânend-i peder ikram eder
Saf olanlar gark-ı aşkullah olur
Vakt u halden fâriğ olup şâh olur (3/54)
Şimdi de bu beyitlerin meali üzerinde düşünelim. Oğul babasına hizmetle yükümlüdür. Madem ki sufi vaktin oğludur o da kendi babasına yani vakte hizmet etmeli. Peki ama vakte hizmet etmek ne demek! Efendim, bizim anladığımız şu: Her zaman diliminin bize yüklediği vazifeler var. Nasıl baba kendisine yapılması gereken hizmetleri görmezse evladına küserse, vakit de böylece bizden görev bekler. Yani vakit hal diliyle bize seslenir ve der ki: Ey insan! Ömür dediğin zincir an halkalarından meydana gelir. Sen eline verilen bu an emanetlerini zayi etme. Her ana hakkını ver. Geçmişle oyalanma ve gelecek hayalleri kurma. Elindeki biricik zaman dilimi işte bu zamandır. Her ne yapacaksan işte şimdi yap.
Peşin mi Veresiye mi?
Cömert bir zat bir dervişe sordu:
“Bugün sana bir dirhem vermem mi hoşuna gider, yarın sabah üç dirhem vermem mi?” Derviş dedi ki:
“Dün yarım dirhem verseydin bugünkü bir dirhemden de yarınki 100 dirhemden de iyiydi. Peşin sille veresiye ihsandan iyidir.” (6/102) Peki zaman idrakinin en üst hali böylece her anın tam olarak farkında olmak mıdır? Hayır, tam tersi. Mevlânâ ikinci beyitte bu idrakin bir üst basamağından bize sesleniyor ve şöyle diyor: Geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulan ve gönül aynasını saflaştıranlar için zaman filan kalmaz. Zira onlar Cenab-ı Hakk’ın aşkında boğulmuşlar, hem dünyevi hem uhrevi endişelerden kurtulmuşlardır. Cenab-ı Hak için geçmiş ve gelecek diye bir şey var mı! O denizde boğulanlar da bu yüzden zamanın dışına çıkmıştır. Fuzulinin söylediği gibi:
Hikmet-i-dünya ve mâ-fiha bilen arif değil
Arif oldur bilmeye dünya ve-mâfiha nedir.
Arif olan, dünyayı ve içindeki her şeyi bilen değildir. Hakiki arif varlığını Hakk’ın varlığında ifna ettiği için bütün bunları bilgi defterinden silebilendir.
Enerjini Topla
İbn-i vakt olmanın bir anlamı da insanın bütün enerjisini bir ana toplaması, yoğunlaşmasıdır. Tıpkı start anında koşucuların dertop olmaları, nefeslerini tutup bütün enerjileriyle ileriye fırlamaları gibi. Mevlânâ bu fikre dini bir referans olarak şu hadis-i şerifi naklediyor: “Kim himmetini bir yöne tevcih ederse Allah onu diğer güçlüklerden korur. Kim de gayretini bir yöne yöneltmez, Allah’a sımsıkı yapışmazsa o helak olur.” Demek ki insan ilgi ve dikkatini asıl o ilgi ve dikkate layık olan merciye ve merkeze yöneltmelidir. Bu hadiste bahsedilen dağılmayı her türlü bedeni ve zihni faaliyetimize teşmil edebiliriz. Mevlânâ zihni dağılmayla ilgili olarak bizi uyarıyor ve şöyle diyor: “Aklını sen her tarafa dağıttın. Akıl suyunla her dikenin kökünü sularsan mana fidanı nasıl meyve verebilir?” (5/44) Diğer taraftan ibn-i vaktin bir özelliği de pratik olması, görevlerini hemen yerine getirmesi, lugatinde eğer ve şayet gibi kelimelere yer vermemesidir. İşi eğer ve şayete kalan kişinin örneği şudur:
Eğer Demek Ne Demek
Bir yabancıya gurbette ev lazım oldu. Biri onu kandırmak niyetiyle bir harabeye götürdü ve dedi ki: “Bak tavanı olsaydı şu ev ne güzel bir ev olurdu. Bir odası daha bulunsaydı çoluk çocuğuna ne güzel yeterdi. Ve sen burayı satın almış olsaydın ne güzel komşuluk ederdik.” Böyle “eğer”ler çoğalınca beriki sabredemedi ve; “Dosta yakın olmak güzeldir ama eğer’de oturmak ne mümkün!” dedi. (2/28)
Helvayı Kim Yer
Bir Müslüman, bir Yahudi ve bir Hıristiyan yoldaş olmuştu. Bu nasıl olur deme! Doğan da karga ve baykuşla aynı kafese düşebilir. Ama kafes kalkınca her biri kendi yoluna gider. Hasılı bu üç yoldaş yolda dinlenmek için durduklarında biri onlara biraz helva getirdi.
Müslüman oruçtu, diğerlerininse karnı toktu. Akşam olunca Müslüman, arkadaşlarına helvayı yemeyi teklif etti, ama berikiler;
“Bu gece tokuz, yarın yeriz.” dediler.
Müslüman ısrar edince:
“Galiba sen bu helvayı tek başına yemek istiyorsun!” ithamında bulundular. O da:
“Öyle düşünüyorsanız, bari paylaşalım da herkes kendi hissesini yesin.” dedi. Ama diğer ikisinin amacı Müslümanı aç yatırmak olduğu için paylaşmaya da razı olmadılar. Dediler ki:
“Bu gece uykuya yatalım, herkes uyanınca gördüğü rüyayı anlatsın. Rüyadaki işarete göre kim hak ediyorsa helvayı o yesin.” Böylece Yahudi ve Hıristiyan yatıp uyudu. Müslüman ise onların uyumasını bekledi ve oturup bütün helvayı tek başına yedi. Sabah olunca önce Musevi anlatmaya başladı:
“Ben rüyamda kendimi Hz. Musa’nın yanında gördüm. O ve ben birlikte Tur dağına yöneldik ve orada büyük bir nur bizi yuttu. O öyle bir nurdu ki şiddetinden dağ parçalandı ve biz de bayılıp yere düştük. Sonra diğer peygamberler de toplu halde geldiler ve Hakk’ı görmek için niyaza başladılar. Ancak onlardan hiçbiri bu devlete nail olamadı. Allah ile konuşan tek peygamber Hz. Musa olduğuna ve ben de onun ümmeti olduğuma göre bu helvayı yemek bana düşer.”
Yahudiden sonra Hıristiyan söz aldı:
“Ben de rüyamda kendimi göğün 4. katında Hz. İsa’nın yanında buldum. Gök elbette yerden üstündür. O halde bu helvayı benim yemem münasiptir.”
Sonra her ikisi ne anlatacak diye Müslümana baktılar. O da dedi ki:
“Ben de rüyamda efendimizi gördüm o bana:
“Yoldaşlarından biri Tur dağına diğeri ise 4. kat göğe gitti, böylece her biri kendi muradına erdi. Haydi sen de bari kalk da şu helvayı yiyiver. ” dedi. Müslüman bunu anlatınca diğer ikisi telaşla:
“A aç gözlü, yoksa helvayı yedin mi?” dediler. O da dedi ki:
“Kendi peygamberleriniz size emretseydi siz yemez miydiniz? Elbette bana da bu emri tutmak yakışırdı. Bunun üzerine her ikisi:
“El-hak, senin rüyan da meğer uyanıklıkmış ve senin gördüğün bizimkinden hayırlıymış. Helvayı hak ettin, afiyet olsun.” dediler. (6/89)
Hikâyede hüner davasındaki diğer iki din mensubu geçmişte kalmış. Oysa Müslüman bugünü temsil etmekte. Hak daima boş iddiadan güçlüdür. Hikâyenin içinde Mevlânâ benzer bir tartışma daha naklediyor. O da şu:
Koç, Deve ve Öküz: Bunlar arkadaş olmuşlar. Yolda giderken bir deste ot bulmuşlar. Koç uyanık davranarak:
“Bu tutamı bölsek hiçbirimize yetmez. Onu en yaşlımızın yesin. Değil mi ki yaşlılara hürmet Mustafa sünnetidir, demiş.” Mevlânâ bu bahse gelince toplumsal bir tenkitte bulunarak şöyle diyor:
“Yaşlıya saygı göstermek ve onu öne geçirmek sünnettir ya, bu devirde halk yaşlıyı ancak iki yerde öne geçirir: Ya çorba içmede ya yıkılacak köprüyü geçmede! Halkın saygısı böyle olursa saygısızlığı nasıl olur, sen düşün!”
Koçun teklifi üzerine üç hayvan arasında bir yaş tartışması başlamış. Koç demiş ki:
“Herhalde en yaşlınız benim. Hz. İbrahim’in İsmail için kestiği koç var ya! İşte ben onunla birlikte aynı merada otladım!” Öküz düşünmüş ve demiş ki:
“O da bir şey mi! Ben de Hz. Adem’in öküzüyle çift sürdüğünü görmüş kişiyim…” Bu iki palavra üzerine deve hiçbir şey demeden otu alıp yemeye başlamış ve:
-Benim delil getirmeme hiç lüzum yok. Siz buncacık bedeninizle bu kadar yaşlı olduğunuza göre benim sizden çok daha yaşlı olduğum ortada.” demiş. (6/92)
Yarına Bırakma
Adamın biri yol üzerine diken ekti. Dikenler büyüdükçe yolcuların ayağını kanatmakta, elbiselerini parçalamaktaydı. Şehrin valisi ona; “Halka eziyet veren şu dikenleri sök!” dedikçe beriki; bugün yarın diye erteliyor ve; önümüzde gün mü yok diyordu. Böylece yıllar geçti. Bir gün vali ona şöyle dedi:
“İyi ama gün geçtikçe dikenler güçleniyor sense takattan düşüyorsun. Onları şimdi sökemezken ileride nasıl sökeceksin?” (2/45)
Ne kadar manidar değil mi? Bizdeki her kötü huy, insanları inciten bir diken gibi. Bunları sökmekte hiç vakit kaybetmemeli. Şeyh Sadi de bu mealde ne güzel söylemiştir:
Dirahtî ki eknûn giriftest pay
Be-nirû-yi şahsi berayed zi-cay
Vereş hemçünan ruzgari heli
Be-gerdûneş ez-bih ber-nek(ü)seli
Ser-i çeşme şâyed giriften be-bil
Çü pür şüd neşâyed güzeşten be-pil
Yeni dikilmiş bir fidanı bir adamın gücüyle kökünden sökmek mümkündür. Ama üzerinden bir müddet geçip de fidan kök saldığında onu artık fille bile sökmek imkansızdır. Küçük bir pınarı da çıktığı yerde elindeki kürekle kesebilirsin ama o pınar aşağılarda gürleşip ırmak olduğunda onu fil üstünde bile geçemez olursun.
AHMAKLARIN HALLERİ
Pend güften bâ-cuhûl-i hâbnâk
Tohm efkenden buved der-şûre-hâk (4/2285)
Ahmak cahile nasihat etmek, çorak yere tohum saçmak gibidir.
İnsanlık merdiveninin sakinleri arasında ilginç bir tip de ahmak tipidir. Şimdi Mesnevî’den alıntılarla bu tipi tanımaya çalışalım. Ahmaklığın belirtilerinden ilkini aşağıdaki bilge kuşumuz söylesin:
Kuşun Üç Nasihati
Bir avcı tuzakla bir kuş yakalamış. Kuş dile gelip demiş ki:
“Efendi, sen şimdiye kadar nice sığırlar, koyunlar ve develer yemiş doymamışsın, şimdi benim gibi üç dirhemlik bir kuşun etiyle mi doyacaksın? Beni serbest bırak ki işine yarayacak üç nasihatte bulunayım. Yalnız bu üç nasihat için üç de şartım var; birini elindeyken, öbürünü salıverince, üçüncüyü ise ağacın dalına konunca söylerim.”
Adam şartları kabul edince kuş ilk nasihat olarak:
“Biri sana aklının kabul etmeyeceği bir şey söylerse sakın inanma.” demiş.
Sonra adam ikinci nasihatın şartı olarak kuşu serbest bırakmış. Kuş uçup giderken tavsiyesini yapmış:
“Sakın geçmiş şeye üzülüp hayıflanma!”
Fakat ağaca konduğunda ilginç bir şey söylemiş:
“Biliyor musun, ne büyük bir servet kaçırdın. Benim kursağımda on dirhem ağırlığında bir inci var. Eğer beni bırakmasaydın bu inci sadece seni değil çocuklarını bile zengin etmeye yeterdi!”
Avcı bu sözleri duyunca; eyvahlar olsun diye dövünmeye, çırpınmaya başlamış. Daha sonra kuşa:
“Bari üçüncü nasihatını de söyle.”” diye seslenmiş. Ama kuş:
“A nadan! Sanki evvelki tavsiyelerimi tuttun da şimdi de üçüncüyü mü istiyorsun! Ben ilk nasihat olarak sana; “Aklın kabul etmeyeceği şeye inanma.” demedim mi? Oysa sen benim gibi üç dirhemlik bir kuşun kursağında 10 dirhemlik inci olduğuna hemen inandın. İkinci olarak sana; “Geçmiş şeye üzülme!” dedim, ama sen saçını sakalını yoldun. O halde üçüncü nasihatı duymasan da olur, deyip uçmuş gitmiş. (4/87)
Demek ki ahmağa yapılan nasihat yerini bulmuyor, hemen buharlaşıyor. İşte yukarıya aldığımız beyit, bu hakikati ifade etmekte. Beyitte, Mevlânâ ahmağa yapılan nasihatleri tohumun kötü toprakta çürümesine benzetiyor. Cahil bütün faydalı tavsiyeleri kendi içinde çürütür, işe yaramaz hale getirir. Diğer bir benzetişle de ahmak pervane gibidir; pervane mumda kanadını yakar ama ders almaz, aynı ateşe tekrar tekrar düşer.
Ahmağa bir şey anlatmak mümkün olsa bunu en iyi kimler yapardı? Şüphesiz mucize sahibi peygamberler. Mevlânâ onların bile ahmaklık karşısındaki aczini şu örnekle anlatıyor:
Ahmaktan Kaçıyorum
Adamın biri bir gün Hz. İsa’nın hızla dağa doğru kaçtığını görüp sebebini merak etti ve ardından seslendi:
“Ardında kimse görmüyorum, bu kaçışın da kimden?”
Hz. İsa ona cevap vermek için bile durmadı ve koşmasını sürdürdü…
Beriki iyice merak etmişti; o da Hz. İsanın peşine takıldı:
“Allah rızası için söyle,” dedi. “Senin gibi korunmuş bir insanı bu kadar korkutan şey ne olabilir, kimden kaçıyorsun?”
Hz. İsa:
“Bir ahmaktan kaçıyorum.” cevabını verdi. Adam şaşırdı:
“Allah Allah. Sen kutlu nefesinle körleri ve sağırları iyileştiren, ölüleri dirilten İsa değil misin?” Çamurdan kuşlar bile senin elinde can bulup uçmuşken bir ahmaktan kaçmak da neyin nesi!
“Bütün bu söylediklerin doğru ama iş senin bildiğin gibi değil. Okuduğum ism-i azam duası köre ve sağıra tesir eder, ölüyü diriltir. Hatta dağa üflesem dağ bile parçalanır. Ama ahmağa yüzbinlerce defa okudum yine de nefesim çare olmadı. Kuma ekilmiş tohum gibi emeğimden bir mahsul alamadım.”
“Peki ama bunun sebebi nedir? Niçin ahmak diğer dertliler gibi şifaya kavuşmuyor?”
“Çünkü ahmaklık Hakk’ın bir kahrıdır. Halbuki diğer bütün hastalıklar kahır değil bir iptila ve imtihandır. Hastalara ve dertlilere acınır; ahmaklıksa düşmanın ta kendisidir. Ezelde vurulan o mühre çare eli ulaşmaz.” (3/98)
Ahmak Remizden Anlamaz
Arife bir işaret kafidir. Ahmak ise ne kinayeden anlar ne mecazdan. Mesnevî de bir üst dil olan mecaz ve kinayeye sık sık başvurur, anlatacağını remizlerle anlatır. Bazan hayali bir kahraman bazan bürtü böcek Mevlânâ’nın sözcüsü olur, onun fikirlerini bize taşır. Aslında bu yöntem bütün şark hikâyelerinin ortak özelliğidir. Fabl türü Şarkta doğmuş daha sonra Batıya intikal etmiş, özellikle de La Fontaine’den sonra yaygınlık kazanmıştır. Şarktaki hayvan hikâyelerinin en tanınmışı ise Kelile ve Dimne’dir. Bu sembolik dilden anlamayanlar, hayvan hikâyelerini yadırgar ve küçümserler. Bu da anlayış kıtlığının eseridir. Aşağıdaki parçada Mevlânâ önce niçin bu metodu benimsediğini açıklıyor sonra da durumu bir gramer örneğiyle açıklıyor.
Nüktenin anlaşılması için peşinen şu kısa açıklamayı yapalım: Arapça öğrenmeye başlayan müptedilere ilk öğretilen cümle: Daraba Zeydu Amrun = Zeyd Amr’ı dövdü, cümlesidir. Cümlenin ögeleri bu örnek üzerinde gösterilir. Zeyd ve Amr tabiatıyla birer sembolik isimdir. Amr kelimesi Ömer kelimesi gibi yazılır, fakat iki kelimenin karışmaması için Amr’a hiçbir fonksiyonu olmayan bir vav eklenir. Şimdi bu bilgiler çerçevesinde parçamızı nakledelim:
“Bu Dimne ile Kelile tamamen yalan, hiç karga ile leylek dost olur mu deme. Ey kardeş hikâye bir ölçektir, ondaki her mana bir tane gibidir. Akıllı kişi mana tanesini alır, asla ölçeğe aldırmaz. Nitekim nahivciler Zeyd Amr’ı dövdü derler. Birisi; bu kavga dövüş niçin? Amr’ın bir suçu var mı ki Zeyd yok yere bir köle gibi ona vuruyor, dedi. Ona dediler ki: Bu söz mana içindir, maksat buğdaydır, kap sanma. Zeyd ve Amr irab mevzuudur, ona yalan hamletmek olmaz. O yine dedi ki: Ben onu bunu bilmem, Amr’a bu hile bu zulum neden? Zeyd onu niçin suçsuz yere dövdü? Nahivciler çaresiz alayla cevap vererek: “Zavallı Amr bir vav-ı zait (yukarıda gerekçesinden bahsettiğimiz fazla bir vav) çalmıştı Zeyd bunu öğrendi ve onu cezalandırdı, çünkü haddini aşmıştı, haddini bildirmek gerekti dediler. O zaman; “İşte şimdi candan kabul ettim.” dedi. (2/132) Eğri anlayışa eğri doğru görünür.”
Demek ki ahmaklığın bir alameti sadece şekle bakmak, özü, manayı anlamamaktır. Mevlânâ bu özellikleriyle ahmağın gözlerini ölü gözüne benzetiyor:
Minümâyed sûret ey sûretperest
K’an dü çeşm-i mürdei o nâzırest
Ey şekle bağlanmış ahmak! Sen de gözleri bakar görünen ama hiçbir şey görmeyen ölü gibisin!
Yani bilirken de bilmez gibisin… Aşağıdaki adam gibi bilgini kullanmaktan acizsin.
Ahmakın Abdest Duası
Efendim iki türlü abdest duası var. Burna su çekilirken; “Allah’ım bana cennet kokusunu nasip et!” denir. Abdest bozunca da;
“Allah’ım ben elden geldiğince bedenen temizlendim, sen de beni günah pisliğinden temizlenenlerden eyle.” diye dua edilir. Ahmağın biri bunları ezberlemiş ama sırasını şaşırmış. Bir gün abdest bozduktan sonra yüksek sesle; “Ya Rab bana cennet kokusunu nasip et!”demiş. Bunu işiten biri demiş ki;
“Duan güzel ama deliğini şaşırmışsın. Cennet kokusu burunla duyulur; sen kokuyu tersinden mi alıyorsun.? Gül kokusu burundaki delik içindir, öbür deliğin gülden haberi olur mu? A nasipsiz onu yerinde ara.” (4/86)
Ahmak Kaş Yaparken Göz Çıkarır
“Ahmak dostun olacağına akıllı düşmanın olsun.” der bir atasözümüz. Aşağıdaki nükte bunun güzel bir örneği:
Kafir diyarında ezan okuyan çirkin sesli bir müezzin vardı. Ona birçok kereler;
– Burada ezan okuma, arada düşmanlığa sebep olur, dedilerse de aldırmadı. Halk kafirlerin bir karışıklık çıkarmasından çekinirken bir gün o taraftan bir adam elinde çeşitli hediyelerle çıkageldi ve dedi ki:
– Burada hoş sesli bir müezzin varmış, bu hediyeleri ona getirdim, kendisi nerede?
– Evet bir müezzin var ama senin aradığın değil. Zira onun sesi o kadar beddir ki halkta rahat huzur bırakmadı.
– İyi ya, ben de o sese zaten çirkinliği için hoş diyorum ya!. Benim gönlünü İslama kaptıran yeni yetme bir kızım var. Ne kadar dil döktüm, nasihat ettim onu bu hevesinden vazgeçiremedim. Çaresiz kalmış ne yapacağımı şaşırmıştım ki bir gün sizin müezzinin sesi bizim havraya kadar geldi. Kızım:
– Aman bu çirkin ses de nedir, bende huzur bırakmadı, dedi. Kızkardeşi:
– Bu Müslümanları namaza çağıran ezan sesidir deyince şaşırdı, inanmadı. Başkalarına da sorup hepsinden aynı cevabı alınca içindeki İslam sevgisi birden soğudu. Ben de ne zamandır ilk defa dün huzurla bir uyku uyudum ve bu gün o müezzini ödüllendirmeye geldim. Sonra o müezzini buldu ve dedi ki:
– Şu hediyemi kabul et. Aslında imkanım olsa ağzını altınla doldurmak isterdim. Çünkü ben senin sayende rahat ve huzura kavuştum.
Mevlânâ daha sonra hikâyeye bir başka kapı daha açarak şöyle diyor:
“İşte sizin de riya ve yalandan ibaret imanınız da o ezan gibi yol kesici. Oysa Hz. Peygamberde o nur zuhur edince kafirlerin küfrü yok oldu gitti. Kimsede evvelki halis küfrü kalmadı. Ya Müslüman oldular ya da din korkusuyla doldular.” (5/136)
İyiliğin Böyleyse
Ahmak iyilik yolunda bile ziyan edendir. “Nitekim bir sultan namaza niyet edip camiye yönelmiş. Önündeki muhafızlar yolu açmak için halkı itip kakıyor, kırbaçlıyormuş. Askerlerden kaçamayan biri sırtına on değnek yiyince şöyle demiş:
-Yahu cami yolunda yaptığın işe bak!. Hayrın böyle olursa kimbilir şerrin nasıl olur!”
Yukarıdan beri zavallı ahmağa çatıp durduk. Ama şöyle düşünmek lazım: Saydığımız özelliklerden bir kısmı acaba bizde de mevcut mu değil mi? Aşağıdaki hikâyeyi bu gözle incelemeli:
Hz. İsa ve Fırsatı Kaçıran Ahmak
Bir gün Hz. İsa cahil biriyle yol arkadaşı olmuş. /Nasıl öyle biri bir cahille yol arkadaşı olur, deme. Kâmil insanlar düşük insanlarla bir araya geliyorsa bil ki onlara insanlık öğretmek içindir, yoksa kendi ihtiyaçlarından değil/ Bunlar giderken yolda kemikler görmüşler. Hz. İsa’nın ism-i azam duasıyla ölüleri dirilttiğini bilen o ahmak:
– Ne olur bildiğin ism-i azam duasını bana da öğret de şu kemikleri diriltip kaldırayım, diye yalvarmış. Hz. İsa:
– Sus, bu iş senin haddin değil. Ancak içi dışı her türlü kirden arınmış olanlar o duayı bilmeye layık olur ve dua edince de geri çevrilmez. / Mevlânâ araya girerek diyor ki: Ey, dualar ezberleyip de bunlardan fayda görmedim diyen! Sende İsa’nın nefesi yok ki o duaların tesiri olsun./
Bunun üzerine o ahmak:
– Madem bende bu kabiliyet yok. O halde bari o kemiklere sen oku da dirildiğini görebileyim.
Hz. İsa bu işe şaştı ve:
– Ya Rabbi bu işin hikmeti nedir? Bu ahmağa düşen önce kendi ölü nefsini diriltmek iken niye başkalarını diriltmeye bu kadar hevesli, diye yakardı.
Ne kadar şaşılacak şey ki birçok kimse tıpkı bu ahmak gibi kendi kalbinin ıslahını unutur da başkalarını ihyaya kalkar. Hz. İsa gibi bir mürşit bulmuşken bu altın fırsatı nefsani isteklerle harcar. Kimisi böyle bir fırsatı hiç bulamaz ama her bulan da ondan istifade etmeyi bilmez.
Hasılı adamın ısrarı üzerine Hz. İsa kemiklere ism-i azam duasını okudu. Kemiklerden siyah bir arslan dirildi ve bir pençede o adamı öldürüp beynini yere döktü. Meğer adam kendi eceline susamış da ısarla onu çağırmakta imiş. Mevlânâ daha sonra bu benzetmeden hepimizi kapsayacak bir netice çıkarıyor: Bu aslan nedir? O senin kendi nefsindir. O halde uyanık ol! Nefs köpeğinin diriltilmesini isteme. Çünkü ilk avı yine sen olursun. (2/7)
Netice: İsmimizi Hak Ediyor muyuz?
Efendim, yukarıdan beri insanlık merdiveni sakinlerini ve onların temel özelliklerini tanımaya çalıştık. Bu merdivendeki derecemiz ne olursa olsun hepimiz şerefli “insanlık camiası”na dahiliz. Bu genel ismimizden başka özenilerek seçilmiş şahsi isimlerimiz de var. Ama bunları ne kadar hak edip etmediğimizi hiç düşündük mü? İşte bu bahsi Mevlânâ’nın bu konudaki fikirlerine ayıralım. Hz. Pir iki türlü isimden söz ediyor ve bunların farkları üzerinde duruyor. Bunların biri halkın verdiği eğreti isimdir; diğeri Hakk’ın verdiği gerçek isim. Doğduğumuzda anne babamız ileride ne olup ne olmayacağımızı bilmeden baştan bir isim verir. Allahın verdiği isim ise işin sonuna göredir. Onun için Hz. Mevlânâ şöyle der: “Tanrı, insana sonuna göre bir ad takar; halkın taktığı eğreti ad gibi değildir o.” Aslında bu durumu anlayabilmek için günümüze kadar gelen eski bir Türk geleneği olan göbek adı verme adetinden söz edebiliriz. Ta Oğuz Kağan destanından Dede Korkut hikâyelerine kadar sık sık karşımıza çıkan bu adete göre çocuğa önce basit bir göbek adı, geçici bir isim verilirdi… Bu isim geçiciydi, çünkü çocuğun büyüyünce yapacağı işe ve başarısına göre hak ederek yeni ve gerçek bir isim kazanması esastı… Oğuz’un karlı dağa kaçan atını tutup getiren kişiye üstü başı kara bulandığı için Karluk denmesi, yahut bir seferde kazanılan bol ganimeti taşımada kolaylık sağlamak üzere tekerli bir araç -kağnı- icat eden kişiye, aletin çıkardığı sese izafeten Kanglı adı verilmesi, keza Dede Korkut’ta boğayı alt eden delikanlıya Boğaç adının uygun görülmesi vs. bu tür örneklerdendir. Günümüzdeyse çocuğun ismini hak edip etmemesi üzerinde pek düşünmüyoruz. Daha çocuk doğmadan günlerce önce vereceğimiz ad için isim kataloglarını tarıyor ve kendimizce en güzel bir ismi seçiyoruz. Esasen evladın anne baba üzerindeki haklarından birinin de güzel bir isim olduğu malum. Biz de birçoğu peygamberlerden yahut büyük velilerden alınmış isimlerle çocuğumuza karşı görevimizi yerine getiriyoruz. Gerçekten yapılan araştırmalarda Türk toplumunda en sık rastlanan isimlerin Mehmet, Ahmet, Mustafa, Ali, Hasan gibi din ulularının isimleri olduğu tespit edilmiş. Bütün bunlar iyi güzel de isimlerimiz müsemmamıza ne kadar uygun? Eğer taşıdığımız ismi hak edebilecek işler yapabilmişsek ne mutlu bize. Yoksa ismimizle işimiz arasında Hz. Mevlânâ’nın parmak bastığı şu çelişki doğacaktır: “Yeni doğan çocuğa gazi ya da hacı gibi isimler verirler. Daha onun gazi veya hacı olduğu yok. Sahibinde bu sıfatlar yoksa o gerçek olmaz.” (4/10) Mehmet ve Ahmet, hamd/beğenilen, övülen kökünden geliyor. Bu adı taşıyanların ne kadar beğenilip beğenilmediği ancak hesap gününde ortaya çıkacak. Mustafa’nın ne kadar arı olup olmadığı, Ali’nin ne kadar bu ismi hak ettiği hep son güne kalmıştır. Ahirette insanlar, ya said ismiyle anılacak ya şaki, onlara ya mücrim denecek ya mümin. Kısacası oradaki ismimiz hak ettiğimiz bir isim olacak. Ne mutlu dünyadaki ismini ahirette de hak edenlere. Şimdi de ismini hak edip etmemeyle ilgili olarak Mesnevî’de yer alan hikâyelerden birini aktaralım:
İkisinin de Adı Hasan Ama…
“Şairin biri dönemin adetine uyarak şiirle padişahı methetti. Sultan da ona bin altınlık bir caizeyle mukabelede bulundu. Ancak iyi huylu vezir araya girdi ve evvelki sultanların ihsanlarını anarak rakamı 10 bin altına çıkardı. Şair önceden ihsan edilen miktarın arttırılma sebebini sordu ve o vezirin adını öğrendi. Vezirin adı Hasan’dı. Bir kaç yıl sonra parayı tüketen şair yeni bir kasideyle tekrar huzura geldi ve sultana sundu. Şairin saraydaki değişikliklerden haberi yoktu ve evvelkine benzer bir ihsan ummaktaydı. Oysa bu sırada eski vezir ölmüş ve yerine cimri bir vezir atanmıştı. Sultan adeti üzere bin altın verilmesini emredince yeni vezir araya girerek bunun azaltılmasını talep etti… Saray erkanı evvelki ihsanı hatırlatarak daha az bir caizenin sultanın şerefine yakışmayacağını söylediler. Ancak cimri vezir; “Görürsünüz, ben ona öyle bir tuzak kuracağım ki değil bin altını beğenmemek, bunun kırkta birine bile razı olacak.” dedi. Bundan sonra uzun müddet şairi kapıda bekletti. Bekleme o kadar uzadı ki zavallı şair tam ümidini kesip kapıdan ayrılacakken kendisine o küçük parayı uzattılar. Şair evvelki ihsanla şimdiki arasındaki büyük fark karşısında hayretlere düştü ve sebebini sorunca aradakiler:
-Durum senin bildiğin gibi değil. Eski iyi vezir öldü ve yerine bu cimri vezir geldi. Şimdi bunu al ve hemen uzaklaş, yoksa fikrini değiştirir de verdiğini de geri almaya kalkar, dediler. Şair yeni vezirin ismini merak etti. Ona; adı Hasan, dediler. Şair:
“Aman Allahım ikisinin de adı bir ama yaptıkları iş birbirinden ne kadar uzak!” dedi. (4/46vd) Demek oluyor ki ismin Hasan olması huyun da hasen (iyi) olmasını sağlamıyor. Tıpkı adı insan olan herkesin hakiki insan olamayacağı gibi. Bu yazımızı Mesnevî’nin bu mealdeki bir nüktesiyle bitirelim:
İnsan Arıyorum
Bir rahip güpegündüz elinde bir kandille çarşı pazar dolaşıp dururdu. Bir ahmak ona sordu:
-Böyle güpegündüz elinde bu kandille çarşı çarşı, dükkan dükkan dolaşmaktan maksatın ne?
-Bir insan arıyorum.
-Allah, Allah. İşte çarşı pazar insan dolu ya.
-Hayır hayır. Öyle değil. Ben gerçek bir insan arıyorum. Onu bulsam da ayaklarına toprak olsam. (5/118)
CEVHER BEYİTLER
13
Ucuz alan ucuz verir:
Her ki o erzân hared erzân dehed
Gevherî tıflî be-kurs-ı nân dehed 1/1824
Her şeyin değeri ödenen bedel kadardır. Atadan dededen kalan, yolda belde bulunan şeyin değeri olmaz. Zira bir şeyi ucuza alan ucuza verir. Cahil çocuk yolda bulduğu incinin kıymetini ne bilsin. Bu yüzden bir hazine değerindeki o inciyi gider de bir somun ekmeğe değişir. İncinin kıymetini denizin dibine dalan dalgıça, ya da inci satıcısına sor sen. Aslında o çocuk sensin; inci de ata mirası olan dinin. Sen o hazineyi beşiğinde hazır buldun, sahip olduğun şeyin farkında olmayışın bundan.
14
Gerçek altın güneşi özler:
Kalb pehlû mîzened bâ-zer be-şeb
İntizâr-ı rûz mîdâred zeheb 1/3399
Gece kalpazanın bahtı sahihin bahtsızlığıdır. Karanlıkta iyiyle kötü, kalp altınla sahici olan kucak kucağadır. Kalp altın ister ki bu gece hiç bitmesin ve foyası ortaya çıkmasın. Saf altınsa gündüze âşıktır.Ta ki bulaşıklık töhmetinden kurtulsun, kadri kıymeti belli olsun. O gece dünyadır gündüzse ahiret. Bu âlemde hakla haksızlık, iyilikle kötülük, zulümle adalet iç içe kucak kucağadır. Ama hesap günü kurulacak terazi kimin kaç ayar olduğunu tek tek açıklayacak. O gün altın gibi bir gönül götürenlerin günüdür, gönül kalpazanlarının değil.
15
Senin ilmin boyadır:
İlmin olmazsa eger bî-vasıta
Pâyidâr olmaz çü reng-i mâşıta 1/3355
İki süs ve iki ilim var. Makyajcının bezediği yüzün boyası ilk yıkamada gelip geçer, Allahın süslediği yüzlerin güzelliği ise kalıcıdır. İlmin de sahici olanı ve makyaj olanı var. İlahi bir kaynaktan aracısız olarak gelen vehbi ilim gerçek ve kalıcı ilimdir. Kitap ve hocadan öğrenilen ama hazmedilmeyen ilim ise makyajcının boyası gibi bu gün vardır yarın yok. O halde..O halde kalıcı güzelliği iste ve gerçek ilme talip ol.
16-17
Ayna yalan söyler mi:
Oldu mîzân ile âyine mehek
Anları hizmette çeksen bin emek 1/3654
Ger terazide olaydı meyl-i mâl
Müstakim olamazdı anda vasf-ı hâl 2/579
Bin türlü emek harcasan, diller döksen, iltifatlar etsen ne teraziyi ne de aynayı doğruyu söylemekten vazgeçiremezsin. Çirkinsen ayna sana çirkinsin demekten utanmaz. Terazi kaç paralık bir adam olduğunu söylemekten vazgeçmez. Çünkü ne ayna ne de terazi kendisi için tartmaz. Eğer terazide mal sevgisi olsaydı doğru tartamazdı. Sen Peygamber ve veliler de hizmetleri karşısında ücret istemedikleri için o ayna ve o terazi bil. Sana ne söylerlerse candan kabul et.
18
Sufi durduğu yerde koşar:
Dâhil-i keştî olup azm et devân
Cânib-i maşûka çün rûh-ı revân 4/567
Kimi koşar görünür ama yerinde durmadadır. Kimisiyse dururken de koşmadadır. Gemideki adam yerinde durmada ama gemi onu menzili maksuduna uçurmada. Gemiyi rüzgar götürür, sen de gönül yelkenlisini aşkın rüzgarlarıyla doldur ve durduğun yerde sevgiliye doğru koş. Diğer taraftan mürşidin seni sevdiğine götüren bir gemidir. Sen de böyle bir gemiye binmişsen yerinde saymaktan ve yolda kalmaktan korkma.
19
Kasap koyundan korkmaz:
Bî-şümâr u bî-hisâb olsa ganem
Merd-i kassaba o kesretten ne gam 3/4176
Koyunun kasaba rakip olması ne mümkün. Kasap, korkmak bir yana koyunun çokluğuna sevinir. Önemli olan yetki ve yetenektir, sayı değil. Yıldız sayısız da olsa güneşin karşısında duramaz. Hak ve Hak erlerinin karşısında da başkalarının gücü koyunun kasap karşısındaki gücü kadardır.