YANMIŞ BİR MEVLEVÎ’DİR YANAN DEDE
“50. Ölüm yıldönümünde Onu rahmetle anıyoruz.”
“İnanmanın tadını gel de onu fark edende gör. O zaman anlarsın, aşk nedir, teslimiyet nedir, yanmak nedir? O zaman kucaklar kâinat birden seni. Dünyaya sahip olmak istersen o seni peşinden koşturur durur. Bir dolap beygiri gibi neye koştuğunu, nereye koştuğunu bilmeden döner durursun. Ama ona arkanı dön de gör bir kere yaşamanın tadını…”
Bir ruhban okulunda ders veren, Türkçe dersi veren Diyamandi böyle diyordu öğrencilerine. Öğrenci ne bilsin, nereden bilsin karşılarındaki şahsın iki ayrı kimlikle evinde, sokakta ve okulda dolaşıp durduğunu…
Adı Diyamandi idi. Herkes, hatta eşi ve kızı da onu Kayserili İplik Tüccarı Yuvan ustanın oğlu diye biliyordu. Rum’du, Hıristiyan’dı. Kanun gereği ruhban okulunda Türkçe dersini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı verecekti. Aranan vasıf, Türk Vatandaşı olmaktı. Rum olmuş, Hıristiyan olmuş o kimseyi ilgilendirmiyordu. Ruhban okulu kendini şanslı görüyordu bu yüzden. Çünkü ders veren kendilerinden biriydi. Dönemin iktidarı da kendini talihli sayıyordu. Rum görünen bu adam, ayağından başına kadar, Türk kimliğine sahip olduğuna inanan birisiydi. Kendi soyunu sopunu araştırmak için yollara düşmüş ve bunu da başarmıştı. Niğde’nin Bor ilçesindeki Halil Nuri Kütüphanesinde Şer’iyye sicillerini inceleyerek atalarının şeceresine ulaşmış ve Türk olduğunun belgesini bulmuştu: Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelen Karaman Türklerindendi. Ataları Kayseri’ye yerleşmiş, burada Hıristiyanlaşarak öylece kalmışlardı. Bunu öğrenmişti, içi rahattı, ama onu da gizli tutuyordu. Bunu, 31.12.1946’da, öğrencisi Fazilet’e yazdığı mektubunda açıklar:
“Sınıfta 300 numaralı Diyamandi’yi görüyoruz. Rum Ortodoks camiasından bir Anadolu çocuğu. Bu camianın ırken su katılmamış bir Türk camiası olduğu tamamıyla tahakkuk etmiş bulunuyor. Ben tarih ile hiç de meşgul olmamış olduğum halde, Bor kazasında Halil Nuri Kütüphanesinde bu meseleye dair çok mühim vesikalar da bulmuş ve resimlerini çektirmiştim.”
Daha İdadi (Lise) öğrencisi iken Mevlana’yı tanımış, ona âşık olmuş, ona bağlanıp o yolla İslam’a ulaşmıştı. İnanmış iyi bir Müslüman’dı ama onu da gizli tutuyordu.
Hukuk mektebini okumuştu. Önce Osmanlı döneminde Gassam (Miras) dairesinde avukatlık görevi almış, sonra bunu bırakarak öğretmenliğe geçmişti.
Aslında onun bütün sırları, bu geçiş koridorunda saklıdır. Niye avukatlık gibi dönemin en cazip mesleğinde para kazanmaz da gider azınlık okullarında, yabancıların okullarında “Türkçe Öğretmenliği” yapar? Bunu kimseye açıklamamıştır. Ülkesine, insanına karşı duyarlılığın bir bedeli gerekiyorsa, onu vermenin erdemine sahip birisiydi. Kimseyle de bölüşmedi bu fedakârlığını. Sadece bir öğrencisine, 1.9.1946’ da talebesi Melahat’a yazdığı mektubunda bunları anlatır:
“Bizler orada devletin bekçileriyiz; tabii, uyumuyoruz ve uyumamaklığımız lazımdır. Bizler ve sizler düşmanın karargâhına kadar sokulmuş fedailer gibiyiz. Vazifemiz onların zehirlerini önlemektir. Biz onlara karşı düşman değiliz, onlar bize düşman. Bizim onlardan bir istediğimiz yok; onlar bizi kalbimizden vurmak, dini ve milli duyguları zayıflatarak çocuklarımıza Katoliklik ve rahibelik ruhu aşılamak isteyen engizisyon kalıntılarıdır. Mektepte onları incitmemek için adeta hızlı nefes almamaya dikkat ederim. Bizim şiarımız şudur; bir Türk hanımı kadar nazik ve ince ruhlu olmak, fakat aynı zamanda en mühim bir yerde nöbet bekleyen süngülü Mehmetçik kadar sarih ve kat’i olmak. Onlara karşı bu kadar nazik davrandığım hamle, ellerinden gelse onlar beni bir damla suda boğmak isterler; sebebini yukarıda anlattım. Onlar isterler ki öğretmende dinî ve millî hassasiyet olmasın, hele talebeye kendini hiç sevdirmesin. Bunu bilmekle beraber nezakette asla kusur etmek istemem. Orada yalnız Türk kültürünün değil, aynı zamanda ve çok daha evvel Türk asalet ve necabetinin mümessili olduğumu bir an hatırdan çıkarmaya hakkım yoktur. ”
Daha açık söylemiyor ama anlaşılan Rum kimliği ile Türk milletine hizmet etmenin ağır yükünü omuzlamıştır. Böylece milletine ve devletine kırk yıla yakın hizmet eder. Sonra vaktin geldiğini düşünür ve bu iki şahsiyetli olmaktan sıyrılmaya karar verir. Aslında o başından beri tek kimlikliydi, ama öbür sun’i kimlik de yakasından düşmeliydi artık.
Diyamandi, 1942 Yılında Müslümanlığını açıklayıp “Mehmet Abdülkadir” adını alarak yeni bir hayata yönelince, önce bir kaos çemberinden geçer: Müslümanlığını açıkladığı günü, Fener Rum Patrikhanesi, evine adamlarını gönderir. Bir papaz kızı olan eşine, Mehmet Abdülkadir’i eve almamaları talimatını verir. 15 Şubat akşamı eve gelip kapılar yüzüne kapatılınca, kendi ifadesiyle “
31.12.1946’da öğrencisi Fazilete şunları yazar:
“Nihayet bir hale geldim ki, Fazilet; diri diri yakacaklarını bilseydim artık kendimi tutacak halim kalmamıştı. Resmen İslamiyet camiasına girdim.
Bana çok bağlı olan refikam ve kızım bu vaziyeti hazmedemediler. Patrikhane bu haberi alınca altüst olmuş, refikama telefon ederek bildirmişler ki, kendi dinleri, bir Müslüman ile bir tavan altında yaşamaya müsait değildir. Bunu bana söyledikleri zaman; dinleri aynı şehirde bulunmamıza da müsait değilse onlar üzülmesin diye İstanbul’dan ayrılabileceğimi, Erzurum’a kadar yolumun açık olduğunu söyledim. Karlı bir kış gecesi (15 Şubat 1942) koltuğumda birkaç paketle Selamsız yokuşundan Üsküdar iskelesine indim. 9.30 vapuruyla köprüye geldim. Allah’ın ezeli takdiri imiş, hiç kimseye söylenecek tek bir kelime yok. “Hal-i sekrim zail olmaz tarumar olsam da ben (Paramparça olsam da ben sarhoş halim ortadan kalkmaz)” gazelini şimdi daha iyi anlayacaksınız.”
18.6.1947 tarihinde de Nevvare isimli öğrencisine yazdığı mektubunda kendi iç gurbetini anlatır:
“Yuvamda 20 sene gurbet hayatı yaşadım. Sonra yuvamdan ayrıldım, mesafeler silindi. Ezici ıstıraplardan sonra bu saadete erdim. Sanki ruh, kalıbını attı. Istıraplar beni öldürdü; saadetin kendisi oldum. Istırap da benden başkası değil: bütün zerrelerimde kainat kadar saadetin alevleri yanıyor.
Yirmi yılın gurbet acıları… Bu muazzam saadetin yoğurduğu yıllar. Yirmi yıl garip ve melül girip çıktığım kapının eşiğini şimdi öpmek istiyorum. Yanımdakiler beni anlasalardı o zaman kendimi bahtiyar sanacaktım. Asıl bahtiyarlığın ne olduğunu bilmeden geçip gidecektim.”
Kolay mıydı? 13 yaşında İslam’ı tanıyacak, ama onu tam 42 yıl içinde saklamak zorunda kalacaktı. İçiyle Türk dışıyla Rum, içiyle Müslüman dışıyla Hıristiyan. İçiyle Mevlevi dışıyla öğretmen: Ezan okunur, eşi ve kızı görmesin diye kapısını sıkı sıkıya kilitleyip namazını kılar. Ramazan gelir, sahursuz oruç tutar, akşam yemeklerini hep dışarıda yer. Kahvaltısı getirilice pencereyi açar sütü ya da çayı dışarı döker, ekmekleri doğrayıp kuşlara serper…
Kendisine hem özel de, hem de genele farklı roller verilmiş bir adamdır Mehmet Abdülkadir. Ama rolünü kusursuz oynar. Hiç ipleri birbirine dolaştırmaz. Günü gelir bunun mükâfatını görür. Çileli bir başlangıç da yapsa, Müslüman olduktan sonraki hayatı düzene girer. Daha sakin, teslimiyet içinde, huşu halinde bir ömür sürer.
Artık Mevlana’nın peşindedir, Konya yollarındadır.” Mevlana’yı sevenler bana öz evladımdan daha yakındır”, demektedir. Mevlana ile Allah’a ve Resulüne ulaştığı için ona şükran borcunu ödemek için hep dergâhının etrafında dolanır. Bir ayağı İstanbul’da öbürü Konya’dadır.
Diyamandi’den kaynaklanan bir ad verilmiştir ona: Öğrencilik döneminde öğretmenleri ona “Yamandi Molla” demektedirler. Hayata atılır, “Yamandi Efendi” olur. Yaşı ilerler “Yamandi’nin ‘di’sini atarlar. Geride “Yaman” kalır. Mevlevi olduğu için de “Dede’yi eklerler böylece “Yaman Dede” çıkar ortaya. Ancak o bunu bir türlü kabullenemez: “Bana, ‘Yanan Dede’ veya ‘Yanar Dede’ deyiniz lütfen. Ben Yaman adam değilim. Yanan adamım ben…” Oturur yanmayı istediği Münacaatı’nı yazar:
Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma;
Ruhumda Yanan âteşe, nîrânıma bakma;
Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma;
Ağlatma da yak, hâl-i perişânıma bakma.
Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar;
Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna yaşlar;
Ağlatma da yak, hâl-ı perişanıma bakma.
Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın;
Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın;
Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma…
“METİNDE GEÇEN KELİMELER: Efgân: Feryat, Nirân: Ateş, Cehennem, Âlâm: Elemler, Üzüntüler, Tahfif: Hafifletme, Zerre: En küçük parça, Yâre: Yara, Rahmetmek: Acımak”
İşte bu alevdir ki, onun yüreğinde ölesiye kadar bir iman meşalesi gibi yanıp durmuştur.
Kur’an okunurken, Allah ve Resulü anılırken ağlayan, Mehmet Abdülkadir, soyadı Kanunundan sonra Keçeoğlu’nu benimsedi. Müslüman kimliği ve adıyla yirmi yıl boyunca, hizmetine ara vermeden devam etti. Çok sayıda talebe yetiştirdi. Talebelerine bilgiden önce imanı ve aşkı öğretti. Sevmenin bedeline hazırlıklı olma fedakârlığını öğretti… Onun imanı tahkiki idi, taklidi değildi. Tutuşması, yanması da bu yüzdendi… Onun sohbetleri bir aşk bahçesidir. Onun talebelerine mektupları, ömür boyu saklanacak birer gönül çiçeğidir. Mektuplarında uyarır, ısrar eder hatta yalvarır… Zor kazanılan ama hemen kaybedilmesi mümkün olan imanı muhafaza için birer öğüt buketidir…
Yanan Dede, sağlam bir iman, derin bir vecd, kararlı bir irade ile 1887’de Kayseri’nin Talas ilçesinde doğarak başladığı hayat yolculuğunu 3 Mayıs 1962’de İstanbul’da tamamladı… O bağlandığı, sevdiği, uğruna her türlü çileyi göğüslediği Rabbine ulaşırken, azığında geçmişin o mücadeleli ama onurlu hayatının dükümü ile dostları götürüp ebedî istirahatgahına koydular. Bize bıraktığı en iyi miraslarından birisi de “Dahilek Ya Resülallah” isimli Nât’ı oldu. Bu Nâtında da “Yanmak” bir teslimiyet işareti olarak ön plana çıkar. Mevlana “Hamdım, piştim, yandım” der. Yanan Dede de, dünyaya Hıristiyan bir aileden ham olarak geldi, sonra hayatın farkına vardı: Kırk iki yıl boyunca pişti. Daha sonra da, Müslüman oldu bir gönül alevi içinde yaşayıp ve sonsuza yürüdü. Bu yıl onun 50. Ölüm yıldönümüdür. Sessiz, sedasız aramızdan çekildi ve o çok sevdiği Rabbine vasıl oldu. Ruhu şâd olsun.
#Muhsin İlyas Subaşı