ZAMANDA YOLCULUK – Bilal Kemikli

ZAMANDA YOLCULUK

Tarih nedir? Elbette bu soruyu tarih felsefecileri sormuş, cevaplar da aramışlardır. Bendeniz bir cevap arama niyetiyle bu soruyu sormadım; peki neden sordum? Değerli bir büyüğümüzün evinde, yılların izini taşıyan eşyalara bakarken, zamana düşülmüş birer dipnot olan fotoğrafları incelerken ve ev sahibimizin hatıralarını dinlerken sordum bu soruyu: Tarih nedir? Zamanda geriye doğru yolculuk mu?

Daha başka sorular da sordum, siyah beyaz fotoğraflara dokunurken. Sonra söz imzalı kitaplara geldi… Ev sahibimiz, heyecanla kalktı kitapların bulunduğu odadan bir imzalı kitap getirdi. Tabi, kitapla birlikte yakın tarihimizden yeni bir sahife açtı.

Siz hele o imzalı kitabı düşüne durun… Hele o açılan tarih sahifesini tahayyül ediniz. Bendeniz önce bu büyüğümüzü arzetmek isterim. Kimdir bizi zamanda yolculuğa çıkaran bu dost? Bu dost, değerli büyüğümüz, ev sahibimiz bir dönem Bursa’da Milli Eğitim Müdürlüğü de yapan şair Ertuğrul Seyhan Bey… Sadece Müdür değil, Bursa’nın ilim ve kültür tarihine damgasını vuran mümtaz bir şahsiyet. Daveti üzerine, değerli üstadım Mustafa Kara ve tamburi dostumuz Cüneyt Beyle birlikte Setbaşı Cami’inde buluşup, İpekçilik Caddesi’ndeki huzur hanesine ulaştık.

Huzur haneleri Pınar Apartmanı’nda… Bunu biliyorum. Bu benim ikinci ziyaretim. Şunu da biliyorum, kesinlikle Ertuğrul Bey, bizi eğer o gençlik günlerinde olsa kesinlikle kapıda karşılayacak; ama şimdi biliyorum ki, salonun penceresinden buyur edecek. Gerçekten de sokağı döndüğümüzde, bizi pencereden seyrettiğini görüyorum. Yahya Kemal’in dediği “devr-i kadim efendileri”ndendir Ertuğrul Seyhan; misafirlerini bekliyor… El ettim, selamladım. Tebessüm etti… Yağmurlu bir Bursa gününde bütün bir sokak, İpekçilik Caddesin’e dikey inen 12 Bahçe Sokağı, o tebessüme tanıklık etti. İnanın bütün o evler, bu tebessüme eşlik etti.

İkinci kata çıktığımızda, o kapıda bekliyordu. Bizi içeri buyur etti. O, altmışlı yılların izleriyle dolu salona. Sohbet birden bire başlayıverdi… Ertuğrul Bey, bir sohbet adamı olan Mustafa Hocamın açtığı yolda nice güzel konulara temas etti. Akademi’nin açılışı, Uludağ Üniversitesi’nin kuruluş süreci, Eğitim Araçları Salonu’nun kuruluşu, çıkartılan dergiler, sinema çalışmaları vs. Neler neler konuşuldu; ama hepsini kayda geçmek mümkün mü?

Bir ara kitapların bulunduğu odaya davet etti bizleri. Divanlar, edebiyat tarihleri ve tasavvufa dair kitaplar… Divanları incelerken, merhum Mehmet Çavuşoğlu’nu konuştuk. Geçtiğimiz haftalarda, Çavuşoğlu’nun anısına Ordu Üniversitesi’nin bir sempozyum düzenlediğini söyledim. Ertuğrul Bey, genel müdürlük görevi esnasında o vakit henüz genç bir doçent olan merhum Çavuşoğlu’nun yurtdışına gitmek için bir burs talebinde bulunduğunu ve bunu karşılayamadığı için hala mahcup olduğunu söyledi… Nereden nereye? Dokunduğunuz her kitap, sizi bir hatıraya götürüyor. İşte tarih bu, diyorsunuz.

Salona döndüğümüzde, oğlunun kitaplara beklenmedik bir ilgisinin olduğunu sevinçle söylüyor. Eskiden pek merak etmezdi, ama şimdi okuyor diyor. Ben, babamın zamanında sahip çıkamadığımdan kaybolan bazı kitaplarını hatırlıyorum. Ertuğrul Bey adına ben de seviniyorum… Bu kitapları okuyacak bir evlada sahip olma fikri, tarihi yarına taşıma çabası değil midir? Tarihi yarına taşımak, köprü şahsiyet olmak…

Söz dönüp dolaşıyor, imzalı kitaplara geliyor. Mustafa Hocam, Muhammed Hamidullah’ın imzalı kitabını görmek istedi. Belli ki, Hocam bu hatırayı birkaç defa dinlemiş, ancak imzalı kitabı görmemiş. Bu yüzden Hamidullah’ın imzasını merak ediyor… Hocamın Hamidullah’a olan sevgisi malumumdu; lakin zaman zaman sohbet ettiğimiz Ertuğrul Beyin bu denli muhabbetinin olacağını bilemezdim. Hemen, büyük bir heyecanla kalktı, kitap odasında mutena bir yerde itinayla sakladığı bu hazineyi getirdi. Bu kitap, merhum Hamidullah’ın Türkçeye ilk çevrilen eserlerinden olan, İslam’a Giriş’ten başkası değildi. Elbette, hepimiz o kitabı biliyorduk. Ama mesele, imzaydı, hatıraydı.

Hocamın bu kitabı alışı, imzalı sayfayı heyecanla açışı ayrı bir yazı konusu… Muhabbet, muhabbet. Bu ne yüce bir duygu! Bendeniz kitap hastalarını bilirim; çok az bir zamanda fakir de bu hastalığa düşmüştür. Fakat Hocamınki esere takılıp kalan bir sevgi değil, ondan çok öte, müellife olan muhabbet. Elbette eser de önemli, ama o eseri zaten biliyor. Asıl olan merhum Hamidullah’ın imzası, bunu heyecanla okuyor; “Türkçe yazmış!” diyor. O eski günlerimden kalma küllenmiş duygularımın esiri olup heyecanlanıyorum ve hemencecik ilk fırsatta Hoca’dan kitabı alıyorum. Ben kitabın sayfaları arasında seyrederken, Ertuğrul Bey bu imza meselsini hikâye ediyor.

Milli Eğitim Müdürlüğü döneminde, Merhum Hamidullah’ı Prof. Adbdulkadir Karahan’ın delaletiyle Bursa’ya davet etmiş. Yıl 1969… Eğitim Araçları’nda güzel bir konferans; daha sonra şehrin münevverleriyle Çelik Palas’ta bitmeyen bir sohbet. Ertuğrul Bey, anlatırken sanki yeniden o sohbet meclisini kurmuş gibiydi. İşte o vakit, kendi kendime, “tarih, hatıralar yaşandıkça, an olarak kalıyor olmalı” dedim. Dedim, ama doğrusu ne dediğimi ben de tam anlamadım. Oracıkta şunu da merak etmedim değil: Şimdi değerli üstadım Şahin Uçar burada olsaydı, acaba bu kendi kendime söylediğim cümleye ne derdi? Her halde hikmetli bir izaha girişirdi; kim bilir…

Velhasıl İpekçilik Caddesi’nde an içinde gidiş gelişler devam ederken, Pınar Apartmanı’ndaki o salonda birkaç saatliğine de olsa zaman adeta dondu; kitapların, fotoğrafların, eşyanın ve hatıraların eşliğinde, daha çok altmışlı yıllarda seyre çıkıp “şirin” Bursa’nın sokaklarında yol aldık. Anladım ki, tarih zamanda yolculukmuş. Ama kendi başına değil; tarihe tanıklık eden bir bilgenin kılavuzluğunda yapılan bir yolculuk.

bkemikli@gmail.com