ÇOBAN VE HZ. MUSA – Mehmet Demirci

ÇOBAN VE HZ. MUSA

Hz. Mûsa bir gün giderken bir çobana rastladı. Çoban hafif yüksek sesle şu şekilde kendi kendine konuşuyordu:

-Ey kerem sâhibi olan Tanrım, neredesin ki sana kul kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Yüce Rabbim sana taze süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun, deyip duruyordu.

Hz. Mûsa sordu:

-Kiminle konuşuyorsun? dedi.

Çoban: “Yeri göğü yaratan Allah”ımla konuşuyorum” dedi.

Mûsa çobanı azarladı:

Yaptıkların yanlıştır! Allah haşa insan mıdır k!. O”na bu şekilde hitap etmek doğru değildir! dedi.

Çobanın dünyası yıkılmıştı. Ne yapacağını bilemeden başını alıp gitti, çöllere doğru koşmaya başladı.

Biraz sonra Hz. Mûsa“ya Cenab-ı Hak”tan şöyle bir hitap geldi:

-Ey Mûsa senin görevin insanları benden uzaklaştırmak mı yoksa bana yaklaştırmak mı? Neden o saf kulumuzu bizden ayırdın? Biz söze, dile bakmayız; gönüle ve hâle bakarız!” diyordu.

Hz. Mûsa çölün yolunu tutarak çobanı buldu ve müjdeyi verdi. Dilediği gibi Rabbine seslenebileceğini bildirdi. (Bk. Mesnevî, C. II, beyit: 1720 vd. )

AÇIKLAMA:

Müslümanlıkta Allah telâkkisinin nasıl olduğu sorusu farklı ifâdelerle cevap bulur. İnsan-Allah ilişkileri bir bakıma buna göre şekillenir. Allah nasıl bir varlıktır? O, her şeyden yüce, ötelerde, erişilmez bir varlık mıdır? Yoksa yanımızda, yakınımızda, hattâ içimizde midir? Kur”an-ı Kerim”de bu her iki anlayışa uygun âyetler vardır. Bunlardan birincisine “tenzîhî”, ikincisine “teşbîhî” görüş denir. Tenzihçi anlayışa göre Allah müteâl (aşkın) bir varlıktır. Mekândan münezzehtir. O, hatırımıza gelebilecek her şeyden başkadır. Şu âyetler bu görüşü destekler: ‘Leyse kemislihî şey” “O”nun benzeri yoktur” (Şûrâ, 44/11).

‘Velem yekün lehü küfüven ehad’, “Hiçbir şey O”na denk değildir”(İhlâs 112/4).

Teşbihî bakış açısı ise bize daha yakın, bizimle daha içli dışlı bir Allah tasviri sergiler. O, her yerdedir, bizimle berâberdir. Hadid suresi 4. Âyette ‘ve hüve meaküm eynema küntüm’,

Nerede olursanız olun O sizinle berâberdir” buyrulur.

Ayrıca “Ey Muhanmmed, kullarım beni sorarlarsa bilsinler ki, ben şüphesiz onlara çok yakınım” (Bakara, 2/186) buyrulur.

Allah”ın insana “şah damarından daha yakın” olduğu ifâde edilir (Kaf, 50/16). Ayette şöyle denir:

‘Fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah’, “Nereye dönerseniz Allah oradadır.” (Bakara, 2/115) denir.

Gönül adamları daha çok ikinci anlayışa yakın olmuşlardır. Onlar teneffüs ettikleri havada, kokladıkları çiçekte, içinde dolaştıkları tabiatta hep Allah”ın bir biçimde tecellîlerini görmüşlerdir. Bu durum Allah”la içili dışlı ve barışık olmayı doğurur. O”nu daima yanında, içinde hissetmeyi sağlar. Meselâ Yûnus Emre ve onun gibi düşünenler bu duygularla dolup taşmaktadır, o şöyle der:

Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni / Seherlerde kuşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni.”

Böyle bir anlayış aynı zamanda Allah”a karşı saygılı olmayı gerektirir. Çünkü O uludur, yücedir.

Bu berâberlik ahlâklı davranmayı doğuracaktır. Her yerde ve her şeyde Allah”ın bir eserini, bir tecellîsini gören insan, Allah”a olan sevgi ve saygısından dolayı, eşyaya ve varlıklara da sevgi ve şefkatle yaklaşacaktır. Aynı zamanda edepli ve ahlâklı davranacaktır. Bazı büyük zatların, ayaklarını uzatıp sere serpe oturmaktan kaçındıkları hikâye edilir. Bunu, Allah”ın huzûrunda bulunmanın bilinciyle yaptıkları söylenir. Bütün bunlar elbette saygıdeğer davranışlardır.

Bir de coşkun taşkın ruh haline sâhip olanlar vardır. Onlar bazen zâhir ölçüleri kaçırabilirler. Ama içlerinde taşıdıkları sonsuz aşk ve muhabbet dolayısıyla onların ufak tefek kusurlarına bakılmaz. Nitekim bizim kültürümüzde sıradan meczuplara bile saygı duyulur. Onların gönülleri hoş tutulmak istenir.

Hikâyedeki çoban gibi Allah”ın muhabbetiyle dolup taşanlar, cezbeleri dolayısıyla âdetâ mecnun gibidirler. Harap bir köyden vergi alınmadığı gibi, Hak meczûbundan da öyle inceden inceye dînî gereklere uyması beklenmez. Onlar hatalı konuşsalar bile hoş görülmelidir. Şehîdin cesedi kanlı da olsa yıkanmaz. Çobanın bu yanlışı yüzlerce doğrudan yeğdir. Kâbe”nin içinde kıbleye dönüş söz konusu olmaz.

Din insan içindir. İnsanın hem aklı hem de rûhu ve duyguları vardır. Dînin de hem dış çerçevesi, zâhiri yâni bir takım hüküm ve kuralları; hem de iç yüzü, bâtını, vecd ve zevk yönü bulunmaktadır. Bunlardan zâhirî kısmına kısaca “şerîat” denir. Bu mânâsıyla şerîat bir bakıma akla hitab etmektedir; belli sınırları, kaideleri vardır. Aklî ölçüler içinde kalındığı müddetçe bir problem çıkmaz. Fakat rûhî yön ve duygular söz konusu olduğu zaman durum değişir. “Hakîkat” denen bu sonuncular daha ziyâde dînin bâtınî cephesi ve zevk tarafıyla ilgilenir.

İnsanda aklî yön ne kadar ölçülü ve kuralcı ise, rûhî ve mânevî yön o kadar coşkuludur, sınırsız ufuklara doğru kanat açmak ister. Ne var ki, bu iki yön arasında imkân nisbetinde bir denge kurmaya çalışmak gerekir.