Şem'(s) yakar yanar pervane
Melâhat Ürkmez
Bir şûlesi var ki şem’-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın
Şeyh Gâlip
ŞEMS-İ TEBRİZÎ VE MEVLÂNA BULUŞTU BİR GÜN KONYA’DA. EN BÜYÜK GEZEGENLER ÇARPIŞTI SANKİ UZAYDA. O AN YOKLAR OLDU VAR, VARLAR OLDU YOK. AYRI İKİ İNSANDILAR SURETTE AMA TEKTİ RUHLARI VE TEK RUH BULUŞTURDU AYRI BEDENLERİ… ŞEMS-İ TEBRİZÎ OLDU MEVLÂNA, MEVLÂNA OLDU ŞEMS-İ TEBRİZÎ. BULUŞTULAR… ÖYLE BİR BULUŞTULAR Kİ, BEDENLERİNDEN SIYRILIP; ONLARI DÜNYAYA BAĞLAYAN, ONLARI BU PLANETİN BİR PARÇASI YAPAN, ONLARI AYIRAN, ÇÜRÜK TENDEN İBARET DÜNYEVİ BEDENLERİNDEN ÖYLE BİR KURTULDULAR Kİ, İLÂHİ AŞKIN UMMANINA DALDILAR. BU UMMANDA ERİDİLER, KAYNADILAR VE OLDULAR ŞEMSTE ŞEMS. İŞTE BU YAŞANAN, YARATILMIŞLARIN YAŞAYABİLECEĞİ EN YÜCE OLAYDIR. AŞKLARIN AŞKI, ÂŞIKLARIN AŞKI, İLÂHİ AŞKIN KAPISINI AÇMANIN AŞKIDIR YAŞADIKLARI… VE AÇILAN KAPIDAN GEÇİŞİN, CANDA CAN OLMANIN, CEMDE CEM OLMANIN İLÂHİLİĞİDİR YAŞANAN. SEMADA SEMANIN, VAHDET-İ VÜCUTTA FENAFİLLAH DEMENİN ISRARIDIR BU YAŞANAN. NE MUTLU ONLARA Kİ, AŞKLARI CEMÂLULLAH OLABİLDİ, NE MUTLU BİZLERE Kİ, BU AŞKI RUHLARIMIZA REHBER EDİNİYORUZ ASIRLARDIR… SELÂM YÂ HÛ! SELÂM YÂ HÛ! SELAM YÂ HÛ!
Hz.Mevlâna’yı Mevlâna yapan, Şems-i Tebrizî; Şems-i Tebrizî’yi de Şems yapan, Hz.Mevlâna’dır. Mevlâna, Şems ile tanışmasaydı, Şems’in şem'(s)’inde yanmasaydı, belki de babası gibi ikinci bir Sultanü’l-Ulema ve medrese hocası olarak kalacak, dar bir coğrafyada tanınıp bilinecekti. Aynı durum Şems için de geçerlidir. Mevlâna olmasaydı, Şems de Horasan’daki zaviyelerde bir gönül dostu arayarak dolanıp duracak ve bulamadan göçüp gidecek, bilinmeyecek, tanınmayacak, anılmayacaktı. Ancak şu da bir gerçektir ki, Şems-i Tebrizî ne hak ettiği ölçüde biliniyor, ne de mevkî ve makamına uygun anılıyor. Diğer taraftan da sır olmak, sır kalmak Şems’in doğasında mevcuttu. Tanınmayı ve şöhreti hiçbir zaman istememişti. Kendisinin de Mevlâna’ya, “Sen eğer bâtına bağlı isen, ben bâtının bâtınıyım, iyi dinle! Sırların sırrı, nurların nuruyum. Evliyalar benim sırrıma eremezler. Aşk bile benim yolumda bir engeldir. Yaşayan aşk benim katımda ölüdür” dediği gibi onun aşkınlığı bir sırdı, sır geldi, sır gitti…
Şems ile Mevlâna’nın buluşması, sıradan bir karşılaşma ya da tesadüfi bir olay gibi düşünülemez. Onların buluşması, yakınlaşması ve nihai aşamada, vahdet’te ‘Bir’ olması, hem maddi hem de gönül cihanında ender gerçekleşmiş hadiselerden birisidir. Her ne kadar başlangıçta Mevlâna Şems’e karşı bir derviş gibi davranmış olsa da aralarındaki ilişki bir dervişle şeyhi arasındaki veya bir çırakla üstadı arasındaki ilişkiyi akla getirmez. Bu bağlantı, iki dostun zaman zaman birbirinin yerine geçerek rollerini değiştirdikleri bir muhabbet çemberi şeklinde tezahür eder. Her ikisi de seyr-i sülûk sürecinde hem âşık, hem maşuktular. Mevlâna âşıktı Şems’e, Şems âşıktı Mevlâna’ya. İlâhi aşka ulaşınca, ne Şems kaldı, ne de Mevlâna. Her ikisi de o Işk’da benliksizleştiler. Dolayısıyla bu sevginin, bu denli yüceltilmesinin tek sebebi, Şems-Mevlâna-Mâşuk üçgenindeki vuslatın sonuçları itibarıyladır. Bu aşk üçgeninin açıklaması ne dünya ve dünyevilikle, ne kâinat ve kâinat kavramlarıyla yapılabilir. Tek ve mutlak açıklaması Yaratanın yaratılmışa verdiği İlâhi aşktır. Netice dostluğun, muhabbetin, birleşmenin, arınmanın ve aşkın zirvesidir. Kısacası iki ayrı bedende şekillenen “ikiz ruhlar”ın iki ayrı bedende ama tek bir ruhta bilişmesi, buluşması, ilâhileşmesidir.
Her ikisi de birbirlerine ayna olmuşlar, baktıkları aynada kendi suretlerini görmüşler, kendilerindeki İlâhi aşka âşık olmuşlardır. Her ikisi de birbirlerini hakiki veli, hakiki dost olarak nitelemişler, birbirlerine methiyeler söylemişler, kendilerini birbirlerinin karşısında hiçliğe indirmişlerdir:
Şems, Makalât’da [2] Mevlâna için söyle der, “… belki yüz kere söylemişimdir. Bende Mevlâna’yı görebilecek kuvvet yoktur. Mevlâna’da benim için böyle söyler. Ama bana göre dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha bulamadık, öldü desinler”
Mevlâna, Dîvan-ı Kebîr’de [3], “Ey Hakk’ın ve dinin Şems’i, ey varlık mülkünün sahibi, aşk dünya kuruldu kurulalı senin gibi bir pâdişah görmedi” der.
Mevlâna Şems’e öylesine mutlak bir itaatte bulunmuştur ki, son Mesnevihan rahmetli Şefik Can’ın tabiriyle, Mevlâna Şems’in elinde “gassâl elinde meyyit gibi” olmuştur. Zâhiri ilimlerde zirveye ulaşmış bir müderris, bilginler bilgini olan Hz.Mevlâna nasıl oluyor da, Şems’i Tebrizî’nin önünde diz çöküp öğrenci oluyor? Nasıl oluyor da, sakin yaşantısını alt üst eden, sahip olduğu her şeyini elinin tersiyle ittiren bu yabancıya deliler gibi bağlanıyor? Mevlâna’nın tek eksiği olan ve kendisindeki eksiği Şems’te bulup gördüğü; içindeki volkanı ateşleyebilecek bir kıvılcımdı. Zira Şems’in ruhunda debisi çok yüksek aşk ırmakları akıyordu. Aşk kudretine sahip çağlayanlar sınır çizgisini tanımayacak kadar ufuk çizgisini aşmıştı. Şems, İlâhi aşkın ateşli bir remziydi. Coşturan, dalgalandıran, kor ateşi sönmeyen, fırtınalı bir ateş yalımıydı. Bu yalımla Mevlâna’nın gönül âleminde büyük devrimler meydana getirdi. Zaten memuriyeti, tutuşmaya hazır olan, bir kıvılcım bekleyen Mevlâna volkanını aşkla tutuşturarak veliliğin en yüksek makamına hazırlamaktı. Yanmaya teşne Mevlâna gönlünü tutuşturan İlâhi Ulak Şems-i Tebrizî’nin ortadan kaybolması ise, ilâhi memuriyetin son görev merhalesiydi. Kaybolması ile meydana gelecek volkanik duyguları daha da coşturmaktı. Öyle de oldu. Mevlâna’nın aşk barajının savaklarını bir düzeye getirip kontrol altında tutan Şems, ortadan kaybolunca, taşacak noktaya gelmiş olan dolu baraj kontrolden çıkmıştı. Barajın savakları sonuna kadar açılmıştı, ne var ki, savaklar kâfi gelmeyince, coşkun sular, aşk dolu gazeller barajın gövdesini aşıp, şelâleler, çağlayanlar oldu dökülüp saçılmaya başladı. Coştukça coştu, taştıkça taştı. Yüzyılları aşarak bugünlere ulaştı, sonsuzluğa kadar uzanmaya namzetleşti.
Kaybolan Şems’in, Şems ışıkları güzelliğin her teline değiyor, şiir oluyor, sükûtun çığlıklarında semaya kanatlanıyordu. Mevlâna’nın çalkantılı hasret ve aşk denizinde vücuda gelen koca koca dalgalar yeni yeni şekiller alıyor, beyitlerin vezinlerinde çıldırıyordu. Artık onun ruhunda dinginlik yoktu. Sözler her an ironi değiştiriyor, sırlı mecralara, esrarlı âlemlere doğru dalgalanıyordu. Gördüğü her nesnede Şems’ten nefha nefha kokuların yayıldığını duyuyor, her şeyde onu görüyor, onu hatırlıyordu. Onun simasında, Yaratan’ın güzelliğini aşkla seyrediyordu. Aslında Şems ismi bir semboldü. İlâhi aşk coşkunluğunu, vahdet-i vücut anlamı içinde yaşıyor, hasret çeken ruhunun duygularını dile getiriyordu.
Mevlâna, en içli ve hazin şiirlerini Şems’in kaybolmasından sonra söylerken, şiirlerinin birçoğunun sonunda “Şems” mahlası kullanıyor, Şems’in adını anıyor, Şems’e duyduğu iştiyaktan bahsediyordu. “Sen aşkın ta kendisisin” dediği, dünyalara sığamayan hâlini beyan eden beyitleri belki de onun aşkını en güzel terennüm eden beyitlerdi “Ey güzel varlık! Yüzünü gördüğüm günden beri can da gönül de mest oldu. Akıl da sevdalara düştü”
Şems’in kaybolmasıyla deliye dönen Mevlâna, oğlu Sultan Veled’in deyimiyle, onu ay gibi içinde parlar buldu ve “Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve cansız ikimiz de bir nur’uz” dedi. Daha sonra kendisinin yeniden doğacağı aşk dünyasının farkına vardı. Şems ortadan kaybolmamış olsaydı Şems’in varlığı da Mevlâna’ya perde, engel olacaktı. Zira o aşkta doğmaya namzetti. Bir şiirinde Mevlâna, ‘O, sen ve ben’ diyor. Bu şiirinden de anlaşılan bir kesinlik mevcut. Şems’te temsil edilen ve birleşen iki ruh, aşkın menbaı olan Allah’ta bütünleşmiştir ve içi huzurla dolmuştur. Divân-ı Şems’te şöyle der;
Onda(Şems’te) doğma sona erdi
Şimdi aşkta doğdum
Ben kendimden daha fazlayım
Çünkü ben iki defa doğdum
Bir defa Şems’te, bir defa aşkta
Şems kaybolmasaydı ne olurdu? Mevlâna bu denli gönül yakıcı gazeller söyleyemez, ehadiyet denizinin nurlarından oluşan, gayb okyanusunun derinliklerinde bekleyen iri, deliksiz, nadide inciler su yüzüne çıkamazdı. Mesnevî, Divan-ı Kebîr, Mecâlis-i Seb-a, Fî, Hi Mâ Fih, Mektûbât gibi insanı maddi dünyadan alıp ruhanî âleme götüren, ilhamların hoş esintileriyle gönülleri mest eden, aşk, heyecan yüklü eserler vücuda gelemezdi. Ve bütün dünyada sekiz yüz yıldır anılmaya devam etmezdi. Sonsuzluğa namzetleşemezdi…
Şem'(s) yaktı, yandı pervane… Bu yakış ve yanış, sırrına erebilenlere bahşedilen en yüce hediyelerdendir. Özellikle dünyaya gelirken geçtiğimiz ve giderken de geçeceğimiz iki kapıdan ibaret olan bu dünyayı mutlak sanarak yaratılış gayemizin unutulduğu ve gitgide maddeden ibaretmiş gibi yaşanmaya başlanılan bir dünyada O aşk yüceliğine her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var.
AŞKINIZ CEMÂL OLSUN!
O AŞKLA GÖNÜLLERİNİZ DOLSUN!
EYVALLAH YÂ! HÛ!
Şems-i Tebrizî’nin dışarıya çağrılması, ortadan kaybolması ya da şehitlik mertebesine ulaşmasının minyatürü. [Minyatürün dijital kopyası Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Dijital Arşivi’nde bulunmaktadır. (Ahmed Eflâkî’nin Sevâkıbü’l Menâkıb adlı el yazması eserinden)
Şem: Mum, Şems: Güneş (Mevlâna’nın Mesnevî’deki sembol ve metaforlarında sık sık kullandığı kelimeler)
Makalât, Şems-i Tebrizî’nin vaazlarını, sohbetlerini dinleyenler tarafından tutulan notların toplamından oluşan kitap
Dîvan-ı Kebîr, Mevlâna’nın Mesnevî’den sonra en ünlü eseri
İpek Yolu Dergisi
#Melâhat Ürkmez