Mevlevîlik Yolu ve Çile Âdabı
Yakup Şafak
Tasavvuf Ekolleri ve Mevlevîlik İslâm’ın bir tür yorumu ve uygulanışı demek olan tasavvufun yakın ve uzak hedefleri vardır. Yakın hedefi iyi, ahlâklı, temiz ye şahsiyetli insanlar yetiştirmek; uzak hedefi ise insanoğlunu var olduğu günden beri meşgul eden temel meselelere ve sorulara cevap vermek, yani mensuplarım Hakk’a ve hakikate ulaştırmaktır.
Bilindiği üzere sûfîler iki büyük zümreye ayrılmışlardır. Birincisi “esma” yolunu tutanlardır. Bunlar, dinin emir ve yasaklarına titizlikle -uymayı (takva), dünya nimetlerinden yüz çevirmeyi (zühd), maddî ve nefsânî zevklerden kaçınmayı (riyazet), farzların yamsıra nafile ibadetleri çokça yapmayı ve bunun için genellikle 40 gün süren inziva hayatım (halvet, çile) ve bunlarla birlikte Allah’ın isimlerini -belirli sayıda ve manevî yolculuğun her aşamasında bir diğerini telaffuz etmek suretiyle- anmayı (zikir) ilke edinmişlerdir. Ayrıca rüyayı, keşif ve kerameti önemser; bunlardan fikir edinip işaret alarak yollarım tanzime çalışırlar.
İkinci zümre ise “melâmet” ehlidir. Bunlar halvet, riyazet, zikir, hatta tekke ve husûsî giyim tarzı gibi şeylerle halktan ayrılmayı uygun görmezler. Onlara göre Allah’a ulaşmak aşk ve cezbeyle mümkündür. Bu zümre halkan kınamasına aldırış etmediklerinden, hatta kınanacak hareketlerde bulunduklarından ve kendi nefislerini kınayıp hor gördüklerinden dolayı, melâmet ehli veya melâmetîler diye adlandırılmışlardır.1
“Hicrî ikinci asırda ortaya çıkan zühd ve tasavvuf hareketi, aradan bir asır geçmeden şekillenmiş, müesseseleşmiş, bunlara bağlı olarak âdâb-erkân, seyr u sülük, halvet-uzlet belirli hale gelmiş, sûfilere mahsus kıyafetler, davranış tarzları ortaya çıkmış, dergâh ve tekkeler yapılmaya başlanmıştır. İlk şekliyle melâmetiye, bu müesseseleşmeye karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.”2
Basra zühd ekolü ile Bağdat tasavvuf ekolünden oluşan birinci zümre Irak’ta temerküz ettiklerinden “Irâkîler”; ikinci zümre ise İran’ın Horasan bölgesinde temerküz ettiğinden “Horasânîler” (Horasan erleri, Horasan erenleri) diye şöhret bulmuşlardır. Bağdat ekolü, Haris el-Muhâsibî (öl.857); Horasan ekolü ise Hamdûn el-Kassâr (Öİ.884) tarafından temsil ediliyordu. Horasan bölgesinin özellikle tasavvufî açıdan en önemli şehri Nişâbur’du. Mevlâna ailesinin memleketi olan Belh şehri ile Merv ve Herat da bu bölgenin diğer önemli şehirleriydi.3
Fütüvvet cereyanının ve kalenderiliğin de melâmetiye içinde önemli bir yeri vardır. Kalenderîlikten ayrılan Hayderîlik, Câmîlik (Kur. Ahmed Nâmıkî-i Câmî, öl. 1141), Edhemîlik (İbrâhîm-i Edhem adına, Öİ.777) Kübrevuik (Kur. Necmeddîn-i Kübrâ, öl. 1221), Babaîlik (Kur. Baba llyas, öl. 1240), Bektaşîlik (Kur. Hacı Bektaş, öl. 1270), Mevlevîlik (Kur. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, öl. 1273), Şeyh Bedreddin (öl. 1421) sûfileri, Melâmiyye-i Bayramiyye (Kur. Dede Ûmer Sikkînî, öl. 1475, Melâmiyye-i Nûriyye (Kur. Muhammed Nûru’l-Arabî, öl. 1887) bu ekolün içinde yer alan tarikatlerdendir.4 Bu noktada Bahâeddin Veled’in şeyhi olduğu rivayet edilen ve dolayısıyla Mevlâna düşüncesini besleyen önemli şahıslardan biri olan Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasavvuf ekollerine dair meşhur tasnifinden söz etmek uygun olacaktır.
Hârizm doğumlu olan ve orada halkı irşad etmekteyken Moğollar tarafından şehid edilen Necmeddîn-i Kübrâ’mn tasnifine göre yukarıda zikredilen hedeflere doğru yürüyen mutasavvıflar üç kısımdır. Birinci grup Hz. Peygamberin sünnetine sarılıp nafile ibadetlere devam etmeyi benimsemişlerdir. Bunlara “ahyâr” denir. İkinci grup, birincilere ilâveten nefisle mücâdeleyi benimsemişlerdir. Bunlara “ebrâr” adı verilir. Üçüncü grup ise Hakk’a ve hakikate varabilmek için insanda, bitmeyen bir muharrik güç ve şevk bulunması gerektiği kanaatindedirler. Aşk ve cezbe yolunu benimseyen bu gruba da “şüttâr” denir.5
Nesilden nesile aktarılan bir birikimin gelişimini de yansıtan bu tasnifte üçüncü olarak yer alan ve “Allah’a en yakın yol” olarak nitelendirilen şüttâr tarîkindeki çile ve ıstırap, âlemdeki nimet-külfet dengesine tâbidir. Çünkü “İlâhî aşka uzanan yollar, meşakkatlerle doludur. Aşk makamına vahdet vadisinden çıkılır. Vahdet vadisi (ise) mâsivâ tuzaklanyla sarılmıştır.”6 “(ilâhî aşk) Tann sevgisidir. Bu sevgi insân-ı kâmili sevmekle başlar ve insanda cezbeyi, (yani) Tann’mn kulu çekişini meydana getirir. Cezbe sâlikin bütün varlığım yakıp eritir.” “Bu aşk, insanı insan eden; hırstan, kibirden, varlıktan ve benlikten kurtaran (en önemli) ilaçtır. İnsan onunla ferdiyetten kurtulur.”7
Mutasavvtflarca “seyr ü sülük” adı verilen manevî yolculukta şüttâr tarikinin diğerleriyle benzerlik gösterdiği hususlar dinin emir ve yasaklarına riâyet, nafile ibadetlere devam, perhizkârlık ve riyazet, halvet, sohbet, zikir, dua ve sair uygulamalardır. Ayrıldıkları en önemli prensip ise ilâhî aşka giden yolda mevt-i iradî denilen “ölmeden evvel ölmek” prensibiyle cezbeye erişmek ve tevhid mertebelerinin sırrına ermektir. Çünkü “Rahman olan Allah’tan gelen bir cezbe, iki dünyanın ameline denktir.”
Şüttâr tarîkinde, duyguları harmanlayan, hislere tercüman olan, dertleri paylaşan, gözyaşlarıyla teskin eden, acılan pozitif enerjiye, manevî kazanımlara dönüştüren, aynı zamanda sanatkâr duyarlılığına cevap veren ve aşkı mayalayan unsur olarak musikî ve şiirle iştigal etmek de bu yolun gereklerindendir
Mevlâna’nın Şems’ten Sonraki Yolu
Bilindiği üzere babasından ve onun vefatmdan sonra halifesi Seyyid Burhaneddin’den tasavvufî bilgileri edinmiş olan ve mutedil bir sûfi olarak hayatını, tıpkı babası gibi ilim yolunda geçiren Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından sonra ilâhi aşk yolunun coşkun bir müntesibi olmuş; dersi, vaazı terk ederek farklı ve yerleşik anlayışı sarsan bir söylemle toplumun huzuruna çıkmış; şiir, mûsikî ve semâı kendisim ifade vasıtaları kılmış ve ömür boyu onlarda tesellî aramıştı. Yaklaşık 40 bin beyitlik Divan’ı, 26 bin beyte yaklaşan Mesnevi’si ve sohbetlerinden oluşan Fîhi mâ fîh’i aşk yolundaki duygu ve düşüncelerinin ürünüdür.
Mevlâna’nın en önemli eseri olan Mesnevi’si tematik açıdan incelendiğinde, genel olarak mutasavvıflarca savunulan başlıca ilkelerin onda da savunulduğu ve önerildiği görülür. Meselâ şeyhin ve ona bağlanmanın zaruretinden ve faziletinden (Örn. Nisâbü’1-Mevlevî Tercümesi, I. Kısım, 4.bab, 1/426, 5/736, 6/4125 vs.); şeyhe riâyetin âdabından (I, 5.bab); cemaatin, sohbetin, yani ihvanla beraber bulunmanın faydalanndan (I, 6. ve 7.bab); velîlerin âlemlere rahmet olduğundan ve ümmetleri arasında peygamberler mesabesinde bulunduklarından (I, 3.bab, 3/1773, 3/1774, 3/1804 vs.); hatta gökyüzünün onların etrafında döndüğünden; velilerin adalet, muhabbet ve merhametin mümessilleri olduklarından (I, 3.bab, 2/183, 2/1935, 2/1936) bahsedilir. Mevlâna, mezkûr eserinde ibadetlerin önemi ve zaruretinin (II, 3-7.bab) yanı sıra şehvetlere ve maddî zevklere kapılmamayı, az yemeyi, kanaatkar olmayı öğütler. (II, 8.bab) Zikir (III, l.bab, 7.derece); halvet (III, 2.bab, l.d.); riyazet (III, 2.bab, 3.d.); zühd ve takva (III, 2.bab, 8.ve 9.d.); keşifler (III, 9.bab, l.ve 2.d.); marifet, fehâ, beka, cem’, tevhid vs. (III, lO.bab) konulardan söz eder.8
Ancak sûfiliği şekilden, kılık kıyafetten ve birtakım âdetlerden ibaret sananlara, şiddetli eleştiriler yöneltir. (Aynı kaynak, I, l.bab) Keza o, eserlerinde belli bir tarikatin esaslarından bahsetmez, onu örnek göstermez. Üzerinde en çok durduğu konular aşk, teslimiyet, samimiyet, güzel ahlâk, nefisle mücadele, -dua ve niyaz, daima çalışma ve manevî gelişme gibi hususlardır. Genel olarak Mevlâna’nın eserlerine, yaşam tarzına ve menkıbelerine bakıldığında da onun, her halükârda toplum içinde bulunup insanlara tahammül etmeyi ve olgunlaşmayı öğütlediği, nefisle mücadele etme gerekçesiyle toplumsal gerçeklerden kopmamayı tavsiye ettiği görülmektedir.
Mevlâna, kendi yolunu “Aşk Burak’ı ve Cebrail’in (yani mürşid-i kâmilin) kılavuzluğu olmadan Muhammed (a.s.) gibi menzilleri nasıl aşabilirsin?”9; “ilâhi aşk yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir.”10 sözleriyle tanımlar.
Mutasavvıflara göre “Ben gizli bir hazîneydim. Bilinmeyi arzu ettim ve onun için mahlûkâtı yarattım” kudsî hadîsinde belirtildiği üzere, yaratılışın muharrik gücü ve aslî sebebi “aşk-ı zatî”, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendisine olan beğenisi, sevgisidir. O nedenle “Ney’e düşen, aşk ateşidir; meye düşen de aşk coşkusudur.” “Aşk olmasaydı bütün âlem donup kalırdı.”11
Mevlâna ve mevlevîlik araştırmalarının en önde gelen isimlerinden Abdülbaki Gölpınarlı, bu tarikatin karakteri hakkında şu tahlili yapmaktadır: “Mevlâna, babası Sultânü’l-Ulemâ ve onun halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî vasıtasıyla melâmet neşesine sahip olduğu gibi sonradan hayatında büyük bir inkılâb meydana getiren Şems vasıtasıyla da aynı neşenin coşkun bir mümessili kesilmiştir. Sonradan Mevlâna adına kurulan mevlevîlik, O’mm insanî görüşünü ve beşeri felsefesini mistisizmle yoğurur, düşünceyi törenlerle çevreler ve merasimle şekilleştirirken de esas mayayı atamamıştır. Hatta bu yolda çile bile halvet ve riyazet şeklinde değil, hizmet şeklindedir.”12
Mevlevîliğin Kuruluşu ve Teşkilâtı
Mevlevîlik, kuşkusuz bütün öğretisinin esaslarını, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin fikirlerinden ve yaşayışından almış; bu yolun temelleri, kendisine büyük bir sadâkatle bağlı olan iki yetkin kişi, halifesi Hüsâmeddin Çelebi ve oğlu Sultan Veled tarafından atılmıştır. Engin fikirleri kadar Anadolu’nun birliğinin sağlanması ve yurt edinilmesinde büyük rolü, Türk edebiyatının tesisinde ise önemli katkıları bulunan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin vefatından sonra Hüsâmeddin Çelebi, Sultan Veled’e babasının yerine geçmesini teklif etmiş, o ise bunu kabul etmeyerek kendisinin bu makamda kalmasını istemiştir. Hüsâmeddin Çelebi 1284 yılında vefat edince, onun makamına Sultan Veled geçmiştir. Uzun yıllar bu makamı hakkıyla temsil ederek mevlevîliğin kurallarını, sema’ın kaidelerini düzenleyen, semahaneyi, matbahı kuran, çileyi tanzim eden, özetle mevlevîliği sistemli bir tarikat haline getiren Sultan Veled olmuştur.13
1312 senesinde onun vefatı üzerine bu vazifeyi, oğlu Ulu Arif Çelebi üstlenmiş, o da babası gibi tarikatin öncü isimlerinden biri olmuş ve mevlevîliğin bütün Anadolu’da yayılmasını sağlamıştır. Daha sonra tarikatın kurallarını, âdâb ve erkânını geliştirip yemden düzenleyen, Pir Adil Çelebi (öl. 1461) olmuştur. Sultan Veled’den itibaren Mevlevîlik daima Mevlâna’nm soyundan gelen ve “çelebi” diye anılan kişilerce temsil edilmiştir.
“Önce Konya çevresinde, sonra diğer şehirlerde teşkilatlanan mevlevîlik, bilhassa Osmanlı sultanlarının bu ağırbaşlı ve yüksek kültürlü tarîkate gösterdikleri ihtiram dolayısıyla imparatorluk zamanında Mısır’dan Macaristan içlerine kadar yayılmıştır. Bütün buralarda mevlevî dergâhları kurulmuş, mevlevî âyinleri yapılmış, mevlevî semâı ve mevlevî mûsikîsi, üç kıtada, yaygın bir alâka görmüştür.”14
Bütün mevlevthaneler, mevlevî tarikatinin yönetim yeri olan Konya Mevlâna Âsitâneslne bağlı merkezi bir yapılanma gösterir. (Âsitâne, içinde çile çıkarılan, yani dede yetiştirilen mevlevihanelerdir; diğer küçük mevlevihanelere zaviye adı verilir.)
Mevlevî tekkeleri ekseriya şehir dışında, geniş bir bahçe içinde bulunurlar. Dergâhın bir yanında mezarlık (hâmûşhâne), diğer bir yanında şeyh ailesinin oturmasına mahsus harem dairesi bulunur. Mevlevîhanenin ana binası mescid, semahane, türbe kısımlarından oluşur. Türbede dergâhın kurucusu ve büyük şeyhleri yatar. Dışarıda ise matbah-ı şerif, derviş hücreleri, selâmlık, aynca kütüphane, bahçe, şadırvan, tuvalet, çamaşırhane gibi yerler vardır.15
Osmanlı dönemindeki yüzü aşkın mevlevî tekkesi Konya Dergâhı’nın başındaki Mevlâna soyundan gelen Çelebi Efendi’ye bağlıdır. Mevlevîhanelerin postnişinleri merkezden atanır. Dergâha derviş olmak üzere başvuran ve nevniyaz adı verilen aday, Matbah-ı şerife alınır. Saka postuna oturtulur. Aday, kabul edilirse üç gün sonra ikrar verip 1001 günlük çileye soyunur. Matbahta mevleviliğin âdâb ve erkânı yanında semâ talimi yapılır.
Çilekeş “can’lara okuma-yazma, kabiliyetlerine göre edebiyat, sanat ve el sanatları öğretilir. Sadece Mevlâna’nın eserleri değil dini eserler de okutulur. Ayrıca tarikat âdabını ve tarihçesini içeren kitaplar mütâlâa edilir. Tekke eğitiminin esası olan aşk, marifet ve hizmet talimi yapılır.
Konya Âsitanesi’nde Çelebi Efendi’den sonra başlıca mürebbîler (zâbitan) protokol sırasıyla şöyledir: Tarîkatçi (ser-tarîk, aşçı başı (ser-tabbâh), Mevlâna türbedarı, Şems türbedan, Ateşbaz türbedan, neyzen başı, kudümzen başı. Ayrıca Kazancı ve Meydancı dedelerin de dergâhta önemli yerleri vardır. Çelebi Efendi, aynı zamanda Mevlâna Dergâhı’nın mesnevîhanı, mütevellisi ve imamıdır. Mesnevihanlık görevinı ifa için başka biri görevlendirilmişse mesnevîhanın, semâ âyini esnasında yeri, Tarîkatçi Dede’den sonra gelir. Ser-tarîk, Dergâh’taki dedelerin, ser-tabbâh ise çilekeş canların idaresinden sorumludur.16
Bunlardan başka Dergâh’ta vakıf kâtibi, bevvâb, kütüphaneci gibi görevliler mevcuttur. Tarîkatçilik, Şems ve Ateşbaz türbedarlıkları Konya’ya has görevlerdir; diğer şehirlerde yoktur. Zaviyelerde matbah-ı şerif bulunmadığından burayla ilgili görevliler de olmaz.
Bir âsitanede, bin bir gün çile çıkarmış dedeler (dede yerine derviş de denir) ile çile çekmekte olan canlar bulunur. Dedeler, hücre adı verilen küçük odalarda tek veya ikişer, üçer kalırlar; canlar ise matbahta ikâmet ederler. Çile çıkaran dervişler, isterlerse bekâr olarak dergâhta kalır ve tekkenin varidatından maaş alırlar; yahut dışarıda iş tutar, evlenir ve dergâha gelip giderler.
Bunlardan başka dergâha gelip giden, oradaki faaliyetlere katılan muhibler vardır. (Tarikate intisap etmiş, bir şeyh tarafından sikkesi tekbirlenmiş kişiye muhib denir; ancak bu tabir, genellikle mevlevîliğe müntesip olduğu halde çile çıkarmamış olanlar için kullanılır.) Konya’da çelebiler soyundan gelip vakıftan gelir alanlar, Dergâh âdabına ve kontrolüne tabi olurlar, buradaki faaliyetlere iştirak ederlerdi.
İntisap, Manevî Eğitim ve Çile Hayatı
Dergâh’a dervişlik için aday kabul etme, intisap şartlan ve keyfiyeti ile çile âdabım göstermek üzere, Mevlâna Dergâhı son postnişinlerinden Veled Çelebi’nin (1909-1919) bir mecmuasındaki bilgileri, burada sadeleştirerek ve özetleyerek sunuyoruz:17
İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûna’llâh… âyetinin18 sırrına erebilmek, Allah dostlarının rızasını kazanmak, ebedî feyiz ve saadet ocağı olan Matbah’ta çile çekmek isteyen kimsenin öncelikle ailesi ve soyu araştırılır, hal ve hareketleri incelenir. Nesebi temiz, kendisi bekâr bulunduğu, talebinde kararlı olduğu müşahede edilirse adaylığa müracaatı kabul edilir.
Kendisine çilenin keyfiyeti ve yolun zorluğu tam manasıyla izah edilir. Hepsini kabul ettiği takdirde Dergâh’a geldiği kıyafetle üç gün saka yerine oturtulur. Bu zaman içerisinde hizmet’i verilinceye kadar hiç kimseyle konuşmaması ve bir ihtiyacı olduğunda İçeri Meydancısı’na bildirmesi gerekir.
Üç gün dolduktan sonra geldiği elbiseyle on sekiz gün hizmette bulunur. Matbah-ı şerif birlik mekânı olduğundan, ister padişah, ister fukara çocuğu olsun ayırt edilmeden ilk önce ayakçılık hizmeti verilir. Daha sonra ihtiyaca ve can’ın kabiliyetine göre başka hizmetler verilir. Canın kendisini, tamamen rızâ kapısına teslim etmesi ve Hak yolunun erlerine hizmete adaması, itiraza kalkışmaması, kendinden ileride bulunan ihvân’ın hepsine hürmet etmesi lâzımdır. Bilhassa Kazancı Dede’ye her bakımdan itaakâr olmalı, asla onun rızâsının dışında harekette bulunmamalıdır. İslâm’ın direği olan beş vakit namazı terk etmemeli; dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınmalı; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına, Hazret-i Hudâvendigâr yolunun âdap ve erkânına aykırı hareketine göz yumulmamalıdır.
Her sabah, namazın akabinde icra olunan zikr-i Celâl’e katılmalı, ardından meydân-ı şerifte yapılan ictimâya gitmelidir. Diğer canlar gibi öteki toplantılara da iştirak etmeli ve tarikat âdetlerini yerine getirmeli; keza Kazancı Dede’nin izni olmaksızın çarşıya çıkmamalıdır. Nefsânî arzularını terk edip görevli olduğu hizmeti yapmayı, feyiz kazanma vesilesi saymalı, hizmetini nafile ibadetlere tercih etmelidir; ancak farzlar müstesnadır. Boş vakitlerinde Kur’ân ve Evrâd okumalı, anlatanlardan Menâkıb-ı şerife dinlemeli ve büyüklerin sohbetlerine katılmalıdır.
İstikâmet üzere bulunmak ve çile gereğince bin bir gün Cenâb-ı Hakk’m bin bir ism-i şerifinin sırrına mahzar olmak için gayret sarf etmeli; bu anlatılanlar çerçevesinde aşk iksirinin potası, ebedî feyiz ve saadet ocağı olan matbah-ı şerifte itaatkârlığın feyzi ve Allah dostlarına hizmet ile pişmeli, Hz. Pîr’in rûhaniyetinin yardımıyla varlık bakırını en büyük iksirle dönüştürüp çilesini sona erdirmelidir.
Çilesi biten Derviş, âdet olduğu üzere hamama gidip yıkandıktan sonra mebde’ ve meâd sırrına uygun olarak bir gün daha saka yerinde oturtulur. O gün ikindiden sonra hücre’ye çıkmazdan evvel feyiz aldığı şeyhinin huzuruna vanp sikke’sini tekbirlettirir. O gün, Pazartesi veya Cuma gecesine tesadüf ettirilir. O gece meydân-ı şerifte yemek yenildikten sonra can, usûle uygun olarak bütün ihvanla görüştürülür. Meydancı, cam hücresine götürüp orada hücre gülbangini okuyarak geri döner.
Hücreye giren derviş, üç gün odasına kapanır. Bu üç gün zarfında beş vakit namazdan ve zaruret halinden başka dışarı çıkmaz, meydancı haricinde kimse ile konuşmaz. Meydancı, bu üç gün zarfında onu zaman zaman yoklar. Ancak bu arada mukabele olursa, derviş ona katılır. Üç gün sonunda Şeyh Efendi ile görüşür; daha sonra da fırsat buldukça huzuruna varıp kendisinden feyiz alır, hâlini arz edip onun bilgisinden istifade eder.
Derviş, hücresi açıldıktan sonra, “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi gereğince davranmalı, nefsânî arzularına kapılmamalı, “Allah yolunda nefislerinizle savaşın” âyeti uyarınca Hak yolda mücâhedeyi seçmeli, tam bir istikâmet ve kararlılık içinde gönlünü zikrullah ile cilâlamalı belirtildiği üzere dinî emirlere uyup yasaklardan kaçınmalı, beş vakit namazı cemaatle kılmaya gayret etmeli, ism-i Celâle ve meydân-ı şerife katılmalı, kendisine verilen evrâd u ezkân zamanında edaya dikkat etmeli, boş vakitlerinde Minhâc ve Mesnevî-i şerif okuyup onlarda beyan edildiği üzere amel etmelidir. Sürekli nefsi ile mücâdele ederek manevî hakikatleri bilgi ve hal olarak idrâke çalışmalıdır. Gafletten kaçınıp daima manen uyanık ve şuurlu bir şekilde, erenlerin mukaddes ruhlarına karşı tazarrû ve niyazda bulunarak benliğini yok etmeli ve onlardan, ebedî hayat kaynağı olan feyiz, ilham ve manevî keşifler beklemelidir.
Çile Esnasında Görülen Hizmetler ve Disiplin Kuralları
Mevlâna Dergâhının son aşçıbaşısı Nizameddin Dede’nin mevlevîlik âdabıyla ilgili notlarına göre çile sırasında görülen on sekiz hizmet türü ve izahları şöyledir:19
- Kazancı: Matbah-ı şerifin ikinci derecede âmiri olup yalnız dışarı meydancılıktan mâada, diğer hizmetleri matbahnişînin ehliyetine göre değiştirir ve îcâbında cezâen çelik vurmak hakkını da haizdir. Matbah-nişin miyanında ehliyeti görünen can olursa onlardan da bu hizmete alınabilir. Bu hizmetin ayrıca on sekiz kuruş niyazı vardır. Bu hizmete matbah-nişin alınırsa, vazîfesini yine matbah kıyafeti olan tennure ile icra eder. Bu da pek nadiren vuku bulur.
- Kalfa: Nev-niyâz bulunanların, hizmetlerine müteallik ibtidâî şekilleri öğretir. Nev-niyâz eğer ümmî olursa Kur’ân-ı Kerîm ve ulûm-i dîniyyesini okutur. Meydân-ı şerif yanındaki hücre bu hizmete ayrılmış ve fakat bu hizmet son zamanlarda kaldırılmıştır. (Bu hizmet, yine kazancı ve bulaşıkçılar tarafından icra olunurdu.)
- Dışarı Meydancısı: Makâm-ı muallâdan ve ser-tarik ve ser-tabbâh dede efendilerden hücrenişin dervîşâna ve matbaha ait tebliğ edilecek evâmiri tebliğ eder ve yine makâm-ı muallâdan dergâh erkânına iletilecek emirleri hırka-pûş olarak tebliğ eder. Bu tebliğ, hizmet tevcihi ve yahut vazîfeden af hâdisesi de olabilir. Ve mukabele günleri hücrelere yegân yegân tebliğde bulunur ve sabah namazından mukaddem yine hücre-nişin dervîşâna “Agâh olun yâ hû!” demek suretiyle hücre kapılarından namaza agâh eder. Çelebi Efendi Hazretleri dergâhta olduğu müddetçe hizmetinde bulunur. Bu hizmetin de yine on sekiz kuruş mahiye niyazı vardır. Çelebi efendiler de bazen niyaz yetiştirirler. Bu hizmet matbah-nişinden olursa tennure üzerine cübbe giyer ve dergâhta o surette bulunur.
- Âbrizci: Matbah-nişin bir derviş, hizmetini ikmâl edeceğine bir hafta kala kendisine bu son hizmet tevcih olunur.
- Şerbetçi: Hücreye çıkacak canın sağdıcı makamında olup şerbetim ve -hücreye çıkacağı akşam iş’âl edilecek- şamdanları ihzar eder ve canı hamama götürür. Bu hizmet, diğer canlar arasından o gün için yapılıp kendisini takip edecek can tarafından îfâ edilir.
- Bulaşıkçı: Yevmî olan bu hizmet, kazancılıktan mâada en büyük hizmet olup o can somatlardan sonra bulaşıkçı refikinin yıkadığı kapları dolapçıya devreder ve kazancının bulunmadığı zaman matbah umûruna nezâret eder ve somat gülbangini okur.
- İçeri Meydancı: Bu hizmeti gören can, somatlardan önce ve sabah meydanında ve Cuma lokmasından evvel, matbahti şerif önünde “Hû! Sala!” diye lokmaya sala eder ve elindeki zenbil içindeki ekmekle hücrelere uğrar, somata gitmeyecek olan hücre-nişin var ise onların ekmeklerini bırakır.
- Dolapçı: Yıkanmış kapları ve hücrelerde bulaşık kap bulunursa onları toplayıp yıkar ve kurulayıp yerlerine vaz’ eder.
- Somatçı: Perşembe ve Cuma günleri meydana atılan somatları açar ve toplar ve temizliğine bakar ve eşyayı yerlerine vaz’ eder.
- Pazarcı: Dergâh-ı şerife alman ekmek, erzak ve şâire ile bi’1-umûm dervîşâna çarşıdan alınacak siparişleri alıp erzak ve ekmeği matbaha, diğerlerini sahiplerine teslim eder.
- Çoban: Evvelce dergâh-ı şeriflere nezredilen kurbanların kesreti dolayısıyla bu hizmet de canlar tarafından görülmekte imiş. Asrımızda bu vazife kalmamıştır.
- Kandilci: Hücrelerde ve matbahta bulunan kandillerle Kira Hâtûn ve sâhib-makam çelebi efendilerin, huzura defnedilmeyen valide ve haremlerinin makberleri üzerine îkâd olunan kandillere ve kandilhâneye alınan yağların muhafaza ve sarfına bakar ve bunun da ayrıca on sekiz kuruş niyazı vardır.
- Süpürgeci: Matbah-ı Şerif derûnuyla dergâh-ı şerif kurbanhâne meydanlarının temizliğine hizmet eder.
- Tahmisçi: Matbah-ı şerifin, zâbitan ve hücre-nişin dervîşânın kahvelerini kavurup döğer ve yanına icâbında bir de yardımcı refîk verilir.
- Bulaşıkçı Refiği: Bulaşıkçının nezâreti altında bulunur ve hücre-nişin dervîşânın çamaşır günleri leğen ve sularını ihzar eder.
- Yatakçı: Matbah-nişin dervîşânın kilimlerden ibaret olan yatak ve yorganlarını serip toplar.
- Yamak: Her türlü hizmetlere yardım eder. Matbah mescid kapılarında perdecilik hizmetine bakar.
- Ayakçı: Çileye gelip saka postundan kalkıp on sekiz gün, geldiği kıyafetiyle her ne hizmet emredilirse îfâ eder ve bu müddet zarfında her can, buna emretmek hakkını hâizdir.20
“Gerçi bu on sekiz hizmetin vazifeleri ayrılmış ise de her can, İcâbında her hizmeti görmekle mükelleftir. ‘Benim vazifem değildir’ diyemez ve böyle bir serkeşlik yaparsa hizmet tenzili ve tekerrüründe 18 ve 36 çeliğe kadar vurulur ve yine böyle bir serkeşlik yapar ve nasâyiha ehemmiyet vermez ve cezalan da hiçe sayarsa o zaman ser ü pâ edilir, yani sikkesi alınıp soyularak kendisine yol verilir.
Hücre-nişinden biri namaz ve meydana devam etmez ve hücre refîkiyle geçinmez ise kendisine bir kere nasihat edilir. İkincisinde kıdem tenzili yapılır; ve daha ağır bir suç işlerse, yani izinsiz hâriçte kalır ve şâire gibi haller vuku bulursa hücresinde otuz gün sır edilir; ve işret kullandığı görülürse ve bu tekerrür ederse zâbitânın bi’1-müzâkere vereceği karar, sâhib-makâma arz edilerek kendisine seyyah verilir. Bundan başka âmirlerine karşı gelir, vicahi ve gıyabî tefevvühâtı işitilirse sikkesi alınarak yol verilir.
Huzûr-ı Pîr’den sikkesi alınan bir dervişin hiçbir dergâhta sikkesi iade edilemez ve salâh-ı hâl kesbettiği, âsitâne şeyhlerinden biri tarafından beyanla iadesi istirhamında bulunulup ve sâhib-makamca affedilir ise sikkesi o âsitâne şeyhi tarafından iade edilir. Diğer âsitânelerde sikkesi alınan can, Pir Evi’ne dehalet edip salâh-ı hâli anlaşılırsa sikkesi iade edilerek yeniden hücreye çıkarılır.”
Yukarıda verilen bilgilerden hareketle mevlevîlikte manevî eğitimin esasları şöyle özetlenebilir:
1. Dinî, tasavvuf! ilk ve zarurî bilgileri edinme; 2. Dinî emirlere, yasaklara, sünnet-i seniyyeye uyma; 3. Teslimiyeti, itaati, disiplini ve hizmeti öğrenme; 4. Tarikat usûlünü, zarif davranmayı, semâ, sohbet, kurs, ders vs. âdabını öğrenme; 5. Mesnevî, Minhâcül-fukarâ, Menâkıb gibi tarikatin temel eserlerini mütalaa ederek kendini geliştirme; 6. Az yeme, az uyuma, az konuşma vs. ile nefis terbiyesini sağlama, gönlü temiz tutma, hüsn-i zan sahibi olma; 7. İsm-i celâl zikirlerine katılma, evrâd u ezkâr ile meşgul olma; 8. Murakabe ve daimî surette niyaz hali ile erenlerden feyiz alma; 9. Bütün bunlarla birlikte mevt-i iradî prensibi ile aşk iksirini elde etmeye çalışma. (Ayrıca dervişin kabiliyetine göre ve mukâbele-i şerifte yahut özel zaman ve yerlerde icraya yarayacak sâzendelik, hanendelik, şiir, hat, el sanatları gibi bir sanat dalıyla iştigal etme.)
Mevlevîlikte Mûsikî, Sanat ve Zarafet
Mevlevîhaneler, asırlarca güzel sanatlar okulları gibi faaliyet göstermişler, Türk edebiyatında olduğu gibi Türk mûsikisi alanında, güzel sanatların çeşitli dallarında önemli şairler ve üstadlar yetiştirmişlerdir. Birçok devlet adamı ve tanınmış kişiler bu tarikate intisap etmiş yahut mevlevîliğe sevgi duymuşlar; Hz. Mevlâna’ya övgü dolu şiirler yazmışlardır.
Şiir gibi musikinin de mevlevîlik âleminde özel bir yeri olmuştur. Mesnevi’sine Ney’in hikayesiyle başlayan ve onun dilinden konuşan Hz. Mevlâna bu özel yeri şöyle ifade eder: “Bilge kişiler, ‘Bu nağmeleri göklerin dönüşünden aldık” demişlerdir. Evet insanların tanburlarla çaldıkları, ağızlarıyla söyledikleri bu güzel sesler, göklerin dönüşünden alınmadır. Biz hepimiz, Adem Peygamberin cüzleri idik. Cennette o nağmeleri dinledik. Gerçi su ile toprak, ruhumuzu şüpheye düşürmüş, bizi yanıltmıştır; fakat yine de o nağmeleri birazcık olsun hatırlıyoruz. İşte bu yüzdendir ki semâ, âşıklara gıdadır. Çünkü onda kalp huzuru, Allah’ı hissetme, sevgiliyi bulma hayali vardır.”21
Mevlevîlerin âyin şekli olan semâdaki her bölümün, hareketlerin ve kıyafetlerin sembolik birer manası da vardır. Meselâ semazenin başındaki sikkesi mezar taşını, hırkası kabri, tennure adı verilen beyaz elbisesi kefeni temsil eder. Semazenin kollarını çapraz bağlayıp ayaklarını mühürlemesi bir rakamını temsil etmektir. Böylece o, Hakk’ın birliğini tasdik eder. Semâ ederken sağ elin yukarı, sol elin aşağıya dönük olması “Hak’tan alıp halka verme” düsturunu gösterir. Bütünüyle semâ, yaratılışı, hakikate yönelen kulun, aşkla yücelip nefsini terk ederek Hak’ta yok oluşunu ve kâmil bir kişi olarak tekrar kulluğa dönüşünü simgeler. Bir ayin şekli olarak Hz. Mevlâna’dan önce de bazı tarikatlerde semâ yapıldığını kaynaklardan öğreniyoruz. Ancak onun bu tercihinden sonradır ki semâ, bugün dahi yerli ve yabancılar için cazibesini artarak sürdüren bir unsur olarak yüzyıllardır varlığını devam ettirebilmiştir. Kanaatimizce gösteri sanatlarının ve zarafet derslerinin bizim toplumumuzdaki en önemli örnekleri mevlevî eğitiminde ve semâ âyininde (mukâbele-i şerife) mevcuttur. Âyin, görkem ve zarafetiyle, yapılan bütün vücut hareketlerinin mükemmel bir kıvamda, ses, söz ve müzik eşliğinde armonisidir.
Bu mükemmel hareketler ve davranış biçimleri, bir mevlevî dervişinin bütün hayatını da kuşatır. Bu disiplini sağlayan en önemli faktörler, mutlak itaat ile varlıklara ve eşyaya kutsallık atfedilmesi ve saygıyla davranılmasıdır. Esasen söz, hareket ve davranışlardaki zarafetin, iyi muamelenin ve ince esprilerin güzel örneklerini Mevlâna’mn menkıbelerinde görmek mümkündür. Zarafet ve vakan dışarıya da yansıtma tarikatin prensiplerinden olduğu için gerek âyin ve ibadet esnasında, gerekse diğer yerlerde herhangi bir şekilde sesli ağlamak, bağırmak, yaka yırtmak vs. uygun görülmemiştir.
Sonuç olarak; büyük mütefekkir ve mutasavvıf Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin fikirlerinden ilhamını alarak oğlu Sultan Veled tarafından sistemli bir tarikat haline getirilen mevlevîlik, aşk, şevk, semâ ve safa yolu olarak bilinmiş; müntesipleri asırlarca toplulumuza zarafetleri, ince ruhları, sanatkârlıkları ile hizmetlerde bulunmuşlardır.
Mevlevîlikte manevî gelişme ve olgunlaşma, ibadet ve riyazetin yanı sıra itaat ve hizmetle nefsin arzularından vazgeçme, yani benlikten kurtulma; daimî bir cemiyyet ve niyaz haliyle büyüklerden feyiz alma yoluyla olur. Bilhassa Türk mûsikîsi, şiiri ve sanatında çok değerli mümessiller yetiştirmiş bir tarikat olan mevlevîlik denince akla gelen en önemli özelliklerden birisi de zarafet eğitimidir. Zarafet, mevlevîlikte hayatın her alanını ve anını kuşatan bir hususiyet olarak karşımıza çıkar. Mevlevi tarikatinin âyini olan sema, aynı zamanda bizdeki görsel sanatların en önemli örneğidir denilebilir.
1 Abdülbaki Gölpınarh, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, 2.bs., İstanbul, 1983, s.185.
2 Mustafa Kara, “Melâmet, Melâmetiye”, Türk Dili ve Ed. Ans., VI, 236 (İst., 1986).
3 Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Ankara, 2001, s.249 vd.
4 Abdülbaki Gölpınarlı, Mcvlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s. 186.
5 M. Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 2.bs., İstanbul, 1990, s.273.
6 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1991, s.190.
7 A. Gölpınarlı, Mevlâna Celâleddin, 4.bs., İstanbul, 1985, s.164, 210.
8 İsmail Ankaravî, Nisâbü’l-Mevlevî, trc. Tâhirü’l-Mevlevî, nşr. Y.Şafak-İ.Kunt, Konya, 2005.
9 Mevlâna, Divan-ı Kebir, trc. A. Gölpınarlı, 2.bs., Ankara, 1992, IV, 278.
10 Mevlâna, Mesnevi, trc. Veled İzbudak, İstanbul, 1942-1946, c.VI, b.983.
11 Aynı eser, C.l, b.10; C.V, b.3854.
12 A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s. 186.
13 V. Ç. İzbudak, Hatıralarım, İstanbul, 1946, s.57-58.
14 Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1971, 1, 293.
15 A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.341-343.
16 Bkz. Hâmid Zübeyir, “Mevlevilikte Matbah Terbiyesi”, Türk Yurdu, C.V, S.27, s.280-286 (Mart 1927).
17 Söz konusu Mecmua, Selçuk On. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Uzluk Arşivinde Y97 numarasıyla kayıtlıdır; nakledilen bölüm s.411-412’de bulunmaktadır.
18 Fetih Sûresi, âyet 18, meali: “Andolsun ki Allah, müminlerden -seninle o agacın altında biat ederlerken- razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine kuvve-i maneviyyeyi indirmiş ve onları yakın bir fetih ile ve alacakları birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, İst., 1985, s.943.
19 Mustafa Nizameddin Dede ve Risalesi için bkz. Yakup Şafak, “Mevlevlierde Çile Esnasında Yapılan Hizmetler”, Akademik Sayfalar (Merhaba Gzt.), C.V1, s.133-135 (Konya, 2006).
20 A. Gölpınarlı’da (Mevlevîlik Adâb ve Erkânı, İst., 1963) 18 hizmeti görenler şöyle sıralanmıştır: 1. Kazancı Dede, 2. Halife D., 3. Dışarı Meydancısı, 4. Çamaşırcı D., 5. Abrizci, 6. Şerbetçi, 7. Bulaşıkçı, 8. Dolapçı, 9. Pazarcı, 10. Somatçı, 11. İç Meydancısı, 12. İçeri Meydancısı, 13. Tahmisçi, 14. Yatakçı, 15. Dışarı Kandilcisi, 16. Sûpûrgeci, 17. Çeragcı, 18. Ayakçı.
21 Mevlâna, Mesnevi, C.IV, b. 733 vd.
Mevlâna Ocağı
#Yakup ŞAFAK