“BEN RÜZGÂRIM SEN ATEŞ!”

“BEN RÜZGÂRIM SEN ATEŞ!”

Bu yazıma bir bilgi notuyla başlamak istiyorum: 2008 yılı, Mevlana Hazretlerinin 800. doğum yılıydı. Bu yıl boyunca Mevlana ile ilgili çeşitli etkinlikler yapıldı. Bu çalışmalardan birisini de, Kayseri Büyükşehir Belediyesi gerçekleştirdi.  Kayseri’deki bu toplantıya, Lyon Üniversitesinde Felsefe Hocası ve Türk-Fransız Araştırmaları Merkezi üyesi Prof. Paul Ballanfat da katılmıştı. Konferanstan sonra, yaptığımız sohbet sırasında, ben kendisinin Fransız olduğunu dikkate alarak, Prof. Eva Vitray de Meyerovitch’ten söz ettim. Kendileri de, bu alanda daha önemli bir isim olarak, Annemaria Schimmel’in bulunduğunu söyledi. Bu defa, “Doğrudur, ama önemli bir ayrıntı var bizim için, Meyerovitch, Müslüman olarak öldü. Schimmel ise Kilisiden kaldırıldı” , dedim. “Öyle olabilir ama, Schnimmel de Müslümandı”, karşılığını verdi. Ben de bu defa, “Gerçi eserlerinde böyle işaretler var. Ama onu topluma deklere etmedi”, dedim.  Arkasından şunları anlattı:

-Batı’da,  İslam kültür ve medeniyeti üzerine çalışan bilim adamlarının önemli bir kısmı Müslüman olmaktadırlar. Ama bunları açıklama gereğini duymayabilirler. Annemaria Schimmel, Fransa’ya her geldiğinde, benim odama gelir vakit namazlarını odamda kılardı…

Prof. Ballanfat, Müslüman olmuş bir Fransız bilim adamıdır. Onun bu konudaki şahadeti Schimmel hakkındaki kanaatimizde yol gösterici olacaktır elbette. Semazen okuyucuları için böyle bir hatırlatmayla yazıma başlamak istiyorum:

Gençlik yıllarında Mevlâna’yı tanıyan merhum Annemaria Schimmel, hayatını, kendi ifadesiyle, sadece tasavvufa değil, genel olarak İslam’ın bu en büyük şairine adamıştır. Bugün ise ilmi ve şahsiyeti Mevlâna’nın yörüngesinde kemal derecesine ulaşmış bu büyük âlim, Avrupa’da hatta bütün dünyada Mevlâna’yı en iyi bilenlerdin birisidir. Onun  Mevlâna üzerine yürüttüğü çalışmaları, özellikle Batı’daki Türkoloji bölümlerinde ve Şark-İslâm eğitimi veren üniversitelerde ders metinleri olarak okutulmaktadır. Mevlâna’yı anlamak kadar, onu başkalarına ikna edici tarzda anlatmanın da önemi Schimmel’in yaptığı çalışmalarda çok daha iyi bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Burada, onun “İslâm’ım Mistik Boyutları” ve “Ben Rüzgârım Sen Ateş Mevlâna Celâleddin Rumî” isimli eserlerinden nakiller yaparak onun Batılıya nasıl bir Mevlâna modeli çizdiğini göreceğiz.

Schimmel, “İslâm’ın Mistik Boyutları” isimli hacimli eserinde, Mevlâna’ya özel bir bölüm ayırmış  ve ondan oldukça geniş bir şekilde söz etmiştir. Yazar, bu bölümde Mevlâna’yı anlatırken ilk cümlesiyle bir gerçeğin üzerinde durur ve  “Batı’da Celâleddin Rumî kadar tanınan başka bir mutasavvıf yoktur”, (1) der. Doğrudur, Mevlâna dışındaki diğer İslâm mutasavvıfları genellikle sadece incelenmiş ve öğretileri üzerinde tezler yapılmıştır. Mevlâna ise, hem araştırılmış hem de benimsenmiştir. Onu benimseyenlerin hemen tamamına yakını, Batı’da kaybedilen insanî değerleri, hümaniteryen bir insan sevgisine bağlayan anlayışla yaklaşmamışlar, gerçekten insanın erdemlerini Allah’ın yaratıcı cevherinden gördükleri için, İslâmî ilgi çerçevesinde kabullenmişlerdir. Schimmel bunlardan birisidir ve Mevlâna’yı bu dikkat noktasının etrafında değerlendirir. Bunun içindir ki, Mevlâna’yı Yeni Platon’un yeni bir versiyonu gibi göstermek isteyenlere tepki gösterir ve şunları  söyler:

“Rumî’nin İlahîyatının büyük bir kısmını, Yeni Platoncu etkilere kadar götürme çabaları olmuştur, ancak onun duygu  (nadiren de düşünce) dokusunun renkli ipliklerini çözmek, neredeyse, kimi zaman şiirinde sözünü ettiği rengarenk brokarlardan birini analiz etmek kadar imkânsızdır.” (2)

Bu görüşlerinin hemen arkasından, bazılarının Mevlâna’nın doğal olarak eserlerinde zaman zaman sözünü ettiği  Hz. İsa ve Hz. Meryem’le ilgili görüşlerinden hareket ederek, düşüncesini Hıristiyanlıkla temellendirmeye kalkışmalarına da itiraz eder ve  Celâleddin Rumî’nin, “Kitab-ı Mukaddes’ten bölümler alıntılar. Bununla birlikte, genellikle şiirleri, Kur’an ve hadislere dayanarak kolaylıkla açıklanabilir”, der.

Her bilim ve edebiyat adamı kendi milletine aittir. Onu hangi dile aktarırsanız aktarın, kendi özelliğini değiştiremezsiniz. Mevlâna, Farsça yazmış olmasına rağmen Türk toplumuna hitap ettiğinin farkındaydı. Çünkü bu eserlerin tamamını Anadolu’da yazmıştır. O tarihlerde Anadolu’da kullanılan dilin Farsça oluşu böyle bir zaruret getirmiş olabilir. Burada önemli olan husus, Mevlâna’nın Batı’ya aktarılmasındaki gayret ve niyetlerin Batı’da meydana getirdiği zihnî değişime katkı sağlayıp sağlamadığıdır. Annemaria Schimmel, bundan söz ederken, kısa bir tarihi seyri takip eder. Onun bu konuda söyledikleri önemlidir:

“Mevlâna’dan ilham alan ve Batı’da “dönen dervişler” olarak bilinen Mevlevî tarîkatı, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden Avrupalı ziyaretçilerin ilgisini çekmiştir ve İran edebiyatıyla ilgilenen ilk şarkiyatçılar, çevirmek üzere onun Şiirlerini seçmişlerdir.

İran, Türk ve Arap edebiyatının yorulmaz çevirmeni Joseph von Hammer Porgstall (1774-1856), klasik eseri Geschicte der schönen Redekünste Persiens‘de (1818)  Rumî’ye büyük yer ayırmıştır. Divan’dan yaptığı bir hayli kuru çeviriler, eski çömezi Friedrich Rückert’e (1788-1866) Rumî üslubunda gazeller yazma ilhamı vermiştir; bu, Alman şiirine gazel formunu uygulama konusundaki ilk girişimdir. Rückert’in  kitabı (1819),harika tasavvufi şiirlerden oluşan bir toplamdır; hepsi de serbest uyarlamalardır; ancak Mevlâna’nın dehasını, sonraları aslına daha sadık yapılan çevirilerden daha iyi yansıtmaktadır.Rückert’in çevirileri, Rumî’nin Alman edebiyat tarihindeki imgesini –Vincenz von Rosenzweig-Schwannau’nun (1838) çevirilerinden çok daha fazla- biçimlendiren başlıca etken olmuştur. Hegel’in Encyclopaedie der philosophiçschen Wissencchaften adlı eserinde övdüğü bu, coşkulu mutasavvıf şairle tanışması Rückert’in kitabı sayesinde olmuştur. Yüz yıl sonra -yalnızca bir örnek vermek gerekirse- Constantin Brunner, deha hakkındaki felsefi fikirlerini, kısman (Rückert’in çevirisindeki) Rumî’ye dayandırmıştır. Rückert’in gazelleri, 1903’te, İskoçyalı İlahîyatçı William Hastie tarafından –çevirmenin ifadesiyle, Ömer Hayam tapımına karşı bir panzehir olarak- İngilizce’ye çevrilmiştir. E.H. Whinfield ve James W Redhouse gibi İngiliz şarkiyatçılar tarafından gerçekleştirilen Rumî’nin eseri üzerine yoğun incelemeler, Mesnevî’nin Reynold A. Nicholson’un çevirisi ve şerhiyle yayımlanmasıyla en üst noktasına ulaşmıştır (1925-1940). Gerek Nicholson – ki onun Selections from the “Divan-ı Shams-i Tabriz” (1898) isimli eseri hâlâ  Mevlâna’nın eserine en iyi girişlerden birisidir- gerekse A.J. Arberry, Rumî’nin birçok şiir ve hikâyesini İngilizce’ye çevirmiştir. Ancak Rumî’nin Batı dilinde tam olarak kapsamlı bir çevirisi hâlâ yoktur” (3)

Yazar’ın bu son cümlesi, bu eserin yazıldığı tarih itibariyle belki doğrudur. Anca, bugün  Mevlâna’nın eserleri  Eva de Vitray-Meyerovitch tarafından tam metin olarak Fransızca’ya çevrilmiştir. (4)

Bir anlamda “Mevlâna Uzmanı” olarak adlandırabileceğimiz Schimmel’in, Mevlâna hakkındaki tespitlerinin Batı kültürü kadar bizim için de önemi vardır. Çünkü, bizde öyle sanıyorum ki, Mevlâna’nın eserlerini baştan sonuna kadar dikkatli bir şekilde hazmederek ve gerekli yorumlar çıkararak okuyan çok azdır. Batıda da bu böyle olabilir ama, sayılı bazı isimler var ki, bunlar Mevlâna ile yatmış, Mevlâna ile kalkmışlardır. Annemaria Schimmel işte bunlardan biridir ve bunun için benim tabirimle o bir “Mevlanog”dur. Onun için de söylediklerinin önemi vardır. Hele, bunu İslâm’ın bütünü içerisinde ele alırken bize arz etmesi önem taşımaktadır. Şimdi bu tespitlere bakalım isterseniz:

“Rumî edebi açıdan çok verimliydi: 30.000 mısradan fazla gazel, 26.000 mısradan oluşan Mesnevî; “mantıksal sav(iddia-tez)ın  yerine şiirsel imgelemi (muhayyile) koyan” ancak şiirleriyle kıyaslanabilir olmayan “Fihi ma Fih” adlı “Sofra sohbetleri”ni yanısıra bir takım mektupları da mevcuttur. Atar gibi Mevlâna da hikâye anlatmaktan hoşlanır; ancak Attar’ın tasavvufi destanlarındaki  başından sonuna kadar aynı güçlü sürdürülen anlatım zenginliği Mevlâna’da yoktur. Genellikle bir hikâyeye başlar –hatta bir gazelle başlar- daha sonra sözcüğün sesi ya da anlamı veya bir çağrışım dikkatini başka bir yere çeker ve asıl hikâyeye dönmek üzere kendi kendini uyarıncaya kadar sözü tamamen farklı yerlere götürür. Mesnevînin kahramanları olduğu kadar imgeler ve simgeler çok yönlüdür ve Mesnevî –bu yokluk dükkanı (5) -on üçüncü yüz yılda bilinen neredeyse akla gelebilecek her tasavvufi kuramı kapsar. Ne var ki Mesnevî’deki hikâye ve mesellerden tasavvufî bir sistem çıkarmak neredeyse imkânsızdır; Her yorumcu, Vahdet-i Vücutçuluktan kişisel bir tasavvufa, cezbeli aşktan ehli sünnet bir anlayışa kadar ne aradıysa bulmuştur onda. Rumî’nin, Allah kelamının ucu bucağı olmadığını söyleyen Kur’an’a atıfta bulunarak (6) söylediği gibi “Ormanlardaki ağaçlar kalem olsa, deniz mürekkep olsa gene Mesnevî’ye son yoktur” (7)

Müslüman gizemciler arasında ilhama dayanan bir yazar varsa o da kesinlikle Celâleddin’dir. Şiirlerinin büyük bir bölümü vecd içindeyken yazdırmış olduğu söylenir.” (8)

Burada Yazar’ın dikkat noktaları şunlardır. Öncelikle Mevlâna, anlattıklarında Atar gibi bir konu etrafında kalmadan geniş bir açılım sağlıyor alma sonunda konuyu manevî malzemelerle zenginleştirerek, insanların daha rahat anlayabileceği bir tarz oluşturuyor. Unun içindir ki; “Her yorumcu, Vahdet-i Vücutçuluktan kişisel bir tasavvufa, cezbeli aşktan ehli sünnet bir anlayışa kadar ne aradıysa bulmuştur onda.” Ve daha önemlisi, bu eserleri yazarken bir ilham kuşağının içinde olması ve bunları tamamıyla vecd halinde söylemesidir. Ondaki vecd duygusu öylesine yüksek bir noktaya çıkıyor ki, tevazuundan “Yokluk Dükkanı”na benzettiği Mesnevî’yi söyleyip yazdırmaya devam etmede Kur’an’ın muhtevasından söz eden Yaratıcı’nın Kur’an’da zikrettiği ayetlere atıflar yapıp  ‘ağaçları kalem denizi mürekkebe‘ dönüştürerek yazmaya devam etse bitmeyeceğini söylemekten geri durmaz… Mevlâna, Mesnevî için “Yokluk dükkanı” tabirini kullandığı satırların hemen devamında çok önemli bir hususiyetin daha altını ısrarla çizer ve: “Mesnevîmiz Vahdet (birlik) dükkanıdır. Orada Bir’den başka ne görürsen puttur.” O’nun “Bir”i Yüce Yaratıcıdır.  Onun içindir ki, onun eserlerini ehli sünnet çizgisinin dışında bir benzetmeye malzeme yapmak ona haksızlık olur.  Schimmel de bunun farkında olduğu için: “Mevlâna’nın eserleri İlahî aşk tecrübesiyle bambaşka bir boyut kazanan sarsılmaz bir imanın belgesidir.”demekte ve bu satırların hemen atında devamla şunları söylemektedir:

“Ancak böyle bir imanı kazanmanın zorluklarını da bilir o. Bu zorlukları, bütün dünyada kendisinden bahsedilen esrarengiz aslan hikâyesinde sembolize eder.

Bir aslanın şöhreti dünyanın her tarafına yayılmıştı. Bir adam merakını yenmek için, uzak bir yerden onun bulunduğu ormana geldi. Bu uğurda bin yıllık bir yolu yürümek zahmetine katlanmış, menziller aşmıştı. Ormana gelip de uzaktan aslanı görünce, durakladı. Çünkü daha ileri gidemiyordu. Ona: “Eh! Sen bu arslanın aşkıyla bu kadar yolu yürüdün Onun bir hususiyeti var. Her kim önüne korkmadan, çekinmeden çıkar da  muhabbetle onu okşarsa aslan ona kötülük etmez.Fakat korkar ve ürkersen aslan kızar. Hattâ bazılarının, kim bilir benim için ne kötü şeyler düşünüyorsunuz? Diye canına kıyar. Bin yıllık yol yürüdükten sonra bu durmak de ne oluyor?” dediler.

Bunun üzerine yoldan gelen diğer kimseler de kendine: “Madem ki bin yıllık yolu teptin geldin, şimdi ise tam arslanın yanındasın, o halde durup bakmanın mânâsı ne? Aslana doğru bir iki adım daha atıver” dediler.

İşe Ömer o îmanla, arslanın önüne ve ona doğru atılacak bir tek adımı katetmişti. Bu adım nâdirdir. Ancak Tanrı’nın has kulları ile yakîni olanların kârıdır.  Adım bu adımdır. Geri kalanı bu adımın eseridir. Bu îman, ellerini canlarından yıkamış olan nebîlerin (peygamberlerin) başkasına nasip olmaz…(9)

İşte Mevlâna için gerçek Allah adamlarına has erkekçe îman budur ve böylesine bir îman farz olan namazında fevkindedir (üstündedir). Mesnevî’deki çok meşhur bir hikâyede nakledilir ki, Zerdüşt dinine mensup birinin İslâm’ı kabul etmesi kendisinden istendiğinde o bunu, komşusu Bâyezid-i Bestamî’nin îmanının ne kadar büyük olduğunu her gün gördüğü için kabul etmez:

Kâfir dedi ki: Eğer Müslümanlık, âlemin şeyhi Bâyezid’in Müslümanlığıyla,

Ben ona takat getiremem. O, benim çalışmalarımdan çok üstün. (10)

Mevlâna’nın: Allah’ı, O’nun faaliyet ve icraatını tasvir etmek üzere kullandığı bütün bu çeşitli semboller ve mecazlar, felsefî denemeler ve en içli zikirleri/ibadetler, vecd halindeki uzun nidâları dogmatik görüşler olarak telakkî ve analiz edilemez. Onlardan teozofik bir sistem de vücûda getirmek mümkün değildir, evet hattâ onlardan mantıkî bir bağlantı sağlamak bile imkânsızdır. Mevlâna’nın bildiği ve bildirmek istediği; anahtarı ve kilidi eşi ve benzeri olmayan, akılla idrâk edilemeyen, gözlerden gizli olan Allah’ın icad ettiğidir.(11) Allah’ın yarattığı ve muhafaza ettiği şekliyle bu âlem, bakışlarını sûretlerin etmesine çevirmeyi öğrenmiş olanlar için mânâ yüklüdür.

Ve O bütün yolları ve geçitleri kapadığı zaman sana,

Hâlen kesmenin tanımadığı gizli bir yol daha gösterir. (12)

Zira, Allah hakkındaki klasik bir mecazda, halı örene dediği gibi: İpliğin hür iâdesi yoktur ve kendi başına mânâsız bir dokuma geliştirmeğe çalışmalıdır; çünkü ancak Allah, “takdire şâyan halının bütününün” nasıl olacağını bilir. İnsan ise halının arkasında sadece uçları kesilen ipleri görür.” (13)

Bugün insanlığın en ciddi problemlerinden birisi inançtaki çözülmedir. Özellikle Batı’da kendi kaynağından uzaklaştırılmış insan, sürekli bir menfaat ekseni etrafında bütün değerlerini kaybederek yaşama içgüdüsüne kendisini kaptırmış görünmektedir. Karı-koca arasındaki ilişkilerin evlat anne-baba arasındaki ilişkilerin kişisel menfaat ahlâkına bağlanması, güveni ortadan kaldırdığı için, Batı’da fedakarlık duygusu da yok olmaya başladı. İşin dehşet verici tarafı, bunun çağdaşlaşma adına İslâm toplumuna da sirayet eder duruma gelmesidir. Bunun temelinde inanç zaafiyeti vardır. Allah’a inanmayı, O’nun himayesinde olmayı, O’na bağlanma ve O’nun emirleri çerçevesinde yaşamayı çağdışı bir anlayış tehdidiyle kendi hayatlarından atmaya çalışanların hem kendileri için hem de içinde bulundukları toplum için ciddi problem doğuracaklarının farkında değiller. Mevlâna, bu bakımdan Allah’a inanmanın O’nun emir ve yasaklarına bağlı kalmanın hayatımız için ne derece önem taşıdığını eserlerinin tamamında ana konu haline getirmiştir. Annemaria Schimmel, bunun üzerinde dururken ciddi hatırlatmalar yapar:

“Mevlâna Celâleddin Rumî’nin eserleri insana “Şah damarından daha yakın olan” (14) Allah’a yaklaşmak ve O’nu sürekli yeni mecâzlarla tasvir etmek, ulvîyet ve azametini renkli sembollerle yansıtmak zere girişilen dâimî bir gayret olarak telakki edilebilir. Bütün sufî İlahîyâtında olduğu üzere, bizatihi insanın kendisi de dahil olmak kaydıyla Allah’ın dışında olan her şeyi reddeden ve hatta çoğu kez –tıpkı ortaçağ tasavvuf düşüncesinde oluğu gibi- Allah’tan başka hiç bir şey yokturşeklinde yorumlanan kelime-i şehâdet, yani Lâ ilâhe ilallah (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur) ifadesi, onun da İlahîyat anlayışının temelini teşkil eder.

Rumî için Allah, Kur’an’da kendini izhâr ettiği gibi, hakim ve yaratıcıdır. O rahman ve rahîmdir. Ama O, bir hadisi kudsî’de Zât-ı Kibriyâsını da açığa vurur ki, bu hadîsle işaret edilen husus sufîlerin çok sevdikleri bir mevzu oluvermiştir:

“Ben gizli bir hazine idim ve bilinmek istedim; bu  yüzden âlemi yarattım.

Bu yüzden dünya, Allah’ın ilâhi güzelliğinin (cemâlinin) yansıdığı bir ayna olarak – ki bu

ayna her ne kadar zayıf ve bozuk yansıtsa da- görülebilir; kaldı ki Allah’ın azameti (büyüklüğü) her hangi bir yaratığın kendisini tanımasına bağlı değildir. (15) Bu itibarla, Allah,sadece bir güzellik hazinesi değil, aynı zamanda rahmetin de hazinesidir. Rumî, üzerine ihmalciliğin ağırlığı çökmüş insanın, hiç farkına bile varmadan nasıl rahmetin bilgisine nail olduğuna işaret eder:

Çocuk uyansın da yiyecek istesin diye

Burnunu ovar anası onun…(16)

Mevlâna Celâleddin Rumî, Allah telâkkisini tamamıyla Kur’an’ın ifadelerinden geliştirmiştir. Bu itibarla o, Allah’ı ilk etapta şahsiyet noktai nazarından kudretin ve rahmetin hâkim’i olarak görür. Zaten Allah bunu en güzel Kur’an-ı Kerim’in Bakara Sûresinde  tasvir eder:

Allah’tan başka e ilah yok. Hayy (diridir)’ dır O,  Kayyum’ (Bâkî) dur O, kudretin kaynağıdır.Ne gaflet yaklaşır O’na ne kendinden geçme, ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O’nundur. O’nun huzurunda, bizzat O’nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların  önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!…İnsanlar O’nun bilgisinden, bizzat kendilerinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O’na hiç de zor gelmez. Aliyy(Yüce)’dir O, yüceliği sınırsızdır, Azîm  (büyük)’dir  büyüklüğü sınırsızdır.” (17)

Allah dilediğini yapar(18) ve eğer doğru bulursa her an insanın durumunu değiştirebilir. “O, dilediğini yüceltir azîz eder, dilediğini alçaltır zelîl kılar.” (19) O gökleri ve yeri yaratmıştır. Dediğinde bu, sadece kısmî bir ifâdeden ibarettir; çünkü bu yaratıklara aynı zamanda en aşağı görüntüler de dahil olsalar bile, O’nun halk ettiğinin sadece en asîl bir bölümü vurgulanmış olur.(20) Bütün bunları O, hiçbir tâli sebebe bağlı olmaksızın yaratır:

Kur’an başlangıçtan sonuna kadar, hep vasıtalı sebepleri gidermek içindir, (21) yani o Allah’ın her şeyi yoktan /hiçten yarattığını ve hâlen yaratmakta olduğunu bildiriyor. Elbette O’nun için Âdem’i annesiz ve İsa’yı babasız yaratmak hiç de zor değildi. (22)

Ne var ki insan, sûretlerin kendini yanıltmasına müsaade eder ve her olayın zâhiri sebeplerine bakışlarını çevirir; onun hâli tıpkı karıncaların âline benzer: Hani karıncalar güzel bir el yazısıyla yazılmış, bahçeye benzeyen bir müsvedde üzerinde gezintiye çıkmışlar. Resimlere ve hatta daha çok bu motifleri yapan kaleme hayran kalmışlar; daha sonra a kalemin bir el tarafından hareket ettirildiğini keşfetmişler. Ne var ki karıncalar kalemi asıl hareket ettiren ruh olduğunu hâlâ bilmiyorlardı. (23)

Çünkü Allah gizli bir define idi ve bilinmek istiyordu; o yüzden tüm âlemi kendi irâdesiyle yarattı; her yaprak, her kuş, her taş kendi varlığı ve varoluş biçimiyle Zât-ı Kibriyâ’ya sükût içinde hamd-ü senâ ederler. Kur’an’ın sürekli yeniden vurguladığı gibi, her şey, dünyayı yaratıp, yaratılmışların rızkını veren ve koruyan Allah’a şükreder. (24)

Bütün atomlar, ister ateş veya su, ister rüzgâr veya toprak, ister kuş veya haşerat olsun Allah’ın ordusudurlar. Allah bu dünyayı kendi çadırı olarak yaratmıştır.

Ve O, bu çadırı kurmak üzere birkaç kişiyi çalıştırmıştır. Şimdi bunlardan biri: “Eğer bu ipi takmasaydım çadır dik durur muydu?” öbürü: “Çivileri yapmasaydım ipleri nereye bağlardı”, der…

İpi yapanın ayrı, çadır direğini yapan marangozun ayrı, kazık yapanın ayrı, çadır bezini dokuyan dokumacının ayrı ve çadırda oturup (Kemâl-i vecdle temâşa eden) evliyanın ise hamdü senâsı kendisine hastır.

Sultanın çadırındaki her iş diğerlerinden farklıdır. Evet, belki zâhiren bir çelişki var, ama esasında hepsi aynı eseri yaparlar. İnsan bu durumu idrak ettiği taktirde, bu dünyayı ilâhî kudretin bir ifâdesi olarak görecek ve onun vasıtasıyla bu dünyayı böylesine mükemmel yaratan Allah’ın aşkına mahzar olacaktır. (25) ancak bu dünyayı kim dünya için severse o kâfirdir.

Sen bir temâşâ ile sâkiye bak, sarhoşa bakma!

Yusuf’un güzelliğini seyret, yaralı ele bakma! (26)

Hiç kimse her şeyin nasıl hiçten?yoktan yaratıldığını bilmiyor; ama Allah, her an neyin lâzım olduğunu bilir. Bu itibarla yaratılmışları ve yaratılacak olanları buna uygun olarak hareket ettirir. O, dağları atılmış renkli yün gibi uçurur. (27) veya misk ceylanının kanını çok değerli bir kokuya dönüştürür. (28) Bütün yaratıkların var olmasına sebep olan kûn (Ol!) emrinin iki harfi kâf ve nun, hazinenin kapısının kilidi durumundadırlar. Bu kapının arkasında sonsuz mûcize saklıdır, (29) zira münafıklar bunu anlamazlar. (30) Allah her an yokluk hazinesinden yeni bir şeyler yaratabilir ve onu âyık olduğu yere, sınırı geçme yetkisinin olmadığı bir yere koyabilir. (31) Bahar gelince çiçek açan ağaçlar yaratılış mucizesinin güzel bir örneği eğil midir? Allah’ın nefesi değmiş bâkire Meryem misâli çiçeklerin meyve verirler.

Harikulâdedir ağaçlar: bâkire ve gebe

Eşi ve zevci olmayan Meryem gibi! (32)

İlâhî rahmet, ister maddi âlemde, isterse insanların ruhunda olsun devamlı yeni şeyler yaratır. O yüzden Mevlâna, Allah’ın kudretini îma etmek için kadim hieros gomos, göğün ve yerin ilâhî izdivâcını ruhanî alana uygular:

Benim göğümsün sen, heyhat ben ise toprak,

Gönüllerde hep yeni şeyler yetiştirirsin?..

Nereden bilsin toprak, bağrına ne ektiğini?

Sen bilirsin onu sırf, Senden hamile nihayet o. (33)

Bu ilâhî faaliyet devamlıdır; ve O’nun hayat verdiği sûretlerin hiçbiri birbirine benzemez. Zira O’nun yaratıcı faaliyetlerinin oyunundan hiçbir mekanik tekrar yoktur.

O, her an yeni bir iş ve oluştadır. (34) O yüz bin sene tecelli etse, bu tecellilerden hiçbiri diğerine benzemez. Tecelli mükerrer değildir; O her an başka bir elbisededir ve ayağını anbean başka bir tarafa atar. Netice itibariyle sen, şu anda bile Allah’ı bütün eserlerinde ve işlerinde, her an bir başka şekilde görüyorsun. Tanrı’nın bir işi öbürüne benzemez. Sevinçliyken başka, ağlarken başka, korku içindeyken başka, ümit ederken de başka tecelli eder sana. Madem ki, Allah’ın işleri, hareketleri eserlerindeki tecellisi sonsuza kadar farklıdır, o halde O’nun Zât’ının tecellisi de aynı şekilde eserlerindeki tecellisine benzer. Sen ki, bizatihi, Kadir-i Mutlak’ın bir parçası olarak her an başka bir form alır ve hiçbirisinde karar kılmazsın, (35) buradan bir ders al!” (36)

Ders alan var mı? Var elbette. İnsanlığın tamamı olmasa da, nasiplenmede kendi yollarını inanmanın gerekliliğini ruhlarına sindirenler Allah’ın rahmet şemsiyesi altına koşup durmaktadır. Mevlâna ve benzeri Allah dostları, kendi nefislerini hak yolunda terbiye ettikleri için, başkalarına kapı aralamakta, yol işaretleri koymakta ve önden ışık tutarak hidayete doğru yürümelerine yardımcı olmaktadırlar… Annemaria Schimmel, Mevlâna’nın bu alandaki misyonunun Batı’daki tecelli şeklini şu cümleleriyle ifadelendirir: “Rumî’nin adı, Avrupa’da  ve yakın zamanda Amerika’da mistik vecd’in şifresi haline gelmiştir. Onun görüşleri çeşitli perspektiflerden yorumlanmıştır.” (37)

İnsanlık hidayete bu şifre’nin çözülmesiyle girecekse, Mevlâna kendi şifresini çözmüş ve kapıyı aralamıştır. Meraklısı Mesnevî‘yi, Divan-ı Kebir‘e ve Fihi Ma Fih‘i okursa, Allah ve Resulüne ulaşmanın yolu bulunabilecektir. Bütün mesele bu aralanan kapıya yönelmeye kalıyor!..

_________________________

1-Annemaria Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s.326. (Çev. Ergun Kocabıyık), Kabalcı Yayınları, İstanbul-2001

2- age. s. 335.

3- age. s. 326.

4- Eva de Vitray-Meyerovitch,  İslâm’ın Güleryüzü, s. 61.

5- Mesnevî; 6: 1528

6- Sure 18 (Kehf) : 109 ve Sure: 31 (Lokman): 27.

7- Mesnevî;  6: 2247

8- Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s. 333.

9- Fihi ma Fih;  27/155

10- Mesnevî; c.V. 3358.

11- Divanı-ı Kebir,  2820

12- Devan-ı Kebir; 765

13- Annemaria Schimmel, Ben rüzgârım Sen Ateş Mevlâna Celâleddin Rumî, s.98. (Çv. Senail Özkan) Ötüken Yayınları, İstanbul-2003

14- Sure 50. (Zariyat) 16.

15- Divan-ı Kebir; 23.

16- Mesnevî II, 362.

17- Sûre 2 (Bakara), 256.

18- Sure 2. (Bakara); 253)

19- Sure 3 (Ali İmran; 26.

20- Fihi ma Fih; 40/190.

21- Mesnevî, c. 3. 2520

22- Fihi ma Fih 16/94.

23- Mesnevî c. 6. 3721.

24- Mesnevî c. 5 2556

25- Mesnevî c.3. 1359

26-  Divan-ı Kebir 1044

27- Sure 70 (Meâric) 9; kr. Sure  101 (Kâria) 5

28- Mesnevî C. 2 1627

29- Devan-ı Kebir 484

30- Sure 63 (Münafikûn) 7

31- Mesnevî c.3. 1368

32- Divan-ı Kebir; 933

33- Devan-ı Kebir, 3048

34- Sûre 55 (Rahman) 29

35- Fihi ma Fih 27.123.

36- Ben rüzgârım Sen Ateş Mevlâna Celâleddin Rumî,  s. 69 vd.

37- age. s.150.