İkbal’de Aşk
Ahmet Özer
Büyük şair, 22 Şubat 1873 senesinde Pencaş eyaletinin Siyalkut şehrinde dünyaya gözlerini açtı. Babası Şeyh Muhammed Nur, taviz tanımayan, dindar bir kimsedir. Fıtratı heyecan yüklü olanlar ancak rahatlarını mücadelelerinin hızında bulurlar. Kabına sığmayanlar, devrini aşanlar, dehanın kıvılcımını vicdanlarında taşıyanlardır. Onları zabtu rapt altına almak oldukça zordur. İkbal’in hayatında; volkanların püskürdüğünü, gönül ikliminde huzur ırmağının nasıl yana-yakıla aktığını görmek mümkündür. İkbal önce derdi keşfetmiş, daha sonra da derman derdine düşmüştür. Felsefe onun için sadece bir duraktır. Bu müşkili gönül yarası almadan halleder. Çünkü bu durak pek çok dahileri eritmiş ve hakikata giden yola bir türlü geçit vermemiştir. Üç sene Kembiriç’te felsefe görmüş, daha sonra Almanya’ya geçip Münih Üniversitesi’nde “İRAN’da metafiziğin tahavvülü” adlı bir doktora tezi hazırlamıştır.
GARBA SESLENİŞİ:
Bu arada İslâm Medeniyetinin gurub ettiği İspanya’ya gider. Orada içli şair, bir zamanların ezan sesleriyle etrafa hürriyet saçan bir ülkenin yeni durumunu görür. Buradaki hayat İkbal’de değişiklikler meydana getirir. Daha önce koyu bir Hint milliyetçisi olan büyük şair, 1908’den sonra İslâm cihadının bayraktarlığını yapmaya başlamıştır. Bu devre, esas gaye ve idealin mücessemleşmiş devresidir. Onun şiirinin mayası olan “derin tefekkür” bu devrelerde dalgalar halinde göklere yükselir.Batı felsefesinin “kalb dünyası” karşısında nasıl bocaladığını görür.
“Göğsün içinde gönül nedir? diye sorarsan:
Akıl yanmaya başladı mı gönül olur. Gönül çırpındığı için gönüldür. Lâkin bir an bu ızdırabı terketse çamurdan başka bir şey olmaz.”
Onda âlemler iç içe açılır.
Garba şöyle hitab eder:
“Ey bahar rüzgârı! Garb âlemine benim tarafımdan de ki: Akıl, ciğeri yıldırımla vurulmuşa döndürür. Aşk, kendine ram eder. Aşk, sihirbaz akıldan daha kuvvetlidir. Göz, gül ve lâlenin ancak rengini görür. Halbuki o renk perdesinin altında apâşikâr görünen bir şey vardır. İsa mucizesini gösterebilirsin. Bu şaşılacak bir şey değildir. Asıl şaşılacak şey senin hastanın daha çok hasta olduğudur. İlim toplayıp yığmışsın, gönlü ihmâl etmişsin. O kaybettiğin servete ne kadar acıyorum.”
UYAN DERİN UYKUDAN:
Memleketine dönen İkbâl, Hintli müslümanların ızdırabıyla yıllarca yanar. Topyekün İslâm ülkelerinin karşılaştıkları felaketlerin acısını duyan şair durmadan İnler.
“Müslümanların başlarına gelen felaketler, bizzat kendi amellerinin cezasıdır. Zira onlar dinlerini İhmal ettikleri dünyalarını da mamur etmeyi beceremediler. Korkunç bir uykuda dünya ve ahiretlerini çok korkunç günler beklemektedir. Fakat bu zillet ve meskenet uykusundan silkinip de arslanlar gibi hamleler yapacak olurlarsa tekrar şan ve şereflerine, hayat ve hürriyetlerine kavuşacaklardır…”
Himalaya Dağlarının gönüller fetheden şairi İslâm aleminin için için çöküşünü birçok İslâm ülkelerinde müşahade eder. Türkiye’nin karşılaştığı durumlarla dertlenir. Rüyalarına hakim olan bu dert onu gün gün yakar.
“Derin uykuya dalan gonca; uyan, uyan, kalk
Nergis gibi gözünü açıp,
etrafına bak
Safa sarayımızı kader
talan etti bak
Kuşlar ötüyor, uyan…”
Bu ateşli feryatlar
Her tarafı kavurdu;
Her tarafta bir figan…
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan.
Gibi, içli birçok ölümsüz şiirler yazar. Akif’in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki derin inleyişini, onda âlem-i İslâm’ın haline karşı duyduğu derin ızdırabının İçinde bulmak mümkündür. Yıllarca müslümanların hürriyet hasretiyle kıvranışlarını bu umumi ahvalin bir gün yeni bir istiklâliyete mâlik bir İslâm ülkesinin doğacağı ümidîni verir. Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan bu durumu şu cümlelerle anlatır:
“14 Ağustos 1947’de Hindistan ufuklarından yeni bir ayyıldız doğdu. Asırlarca süren mahkumiyet ve sefaletten sonra yer yer müslüman devletlerinin doğuşuna şahit oluyoruz ve olacağız da…”
“Vatanlar nihayet bir toprak yığınıdır. Üzerlerindeki insanların maddesi, nihayet toprağın bir irtifâıdır. Bu toprak yığının asıl değeri bu irtifâın ruhundadır. Ruhların asıl değeri onların birer mihrakı olan dehalardadır.” “Pakistan denen seksen milyonluk devletin bir İKBAL’i vardır ki, O’nu İkbâl’in bayrağı haline getirmiştir.” Hicranla geçen bir ömrün meyvesi cennet bahçe-lerindedİr. Bu dünyanın hizmet yeri olup, ücret ve mükâfat mahalli olmadığını bilenler İslâm’ın gerçek ruhuna ermiş olanlardır. Büyük şair İkbâl bu saadet şehrinin ehlindendir. Hasret’İnİ çektiği büyük günü göremez. 21 Nisan 1938’de dünyadan ebediyete uçuverir.
İKBAL VE AŞK ODU:
Aşk müşfik sineler arar. Muhabbet yangınına tutulan kalbler saflaşır. Muzaaf muhabbet aşk olur. Kâinatın eczasında kemâle doğru bir meyil vardır. Zerreler âdeta bu menzile doğru akışırlar. Aşk kendi fırtınalarını her kalbde koparır İse de, bazı yerlerde yâd ülkesine kaçar. Bazı kalblerde de saltanatını kurar. İşte o aşk İkbâl’in gönlünde odunu yakmış, durmadan sessiz yanmaktadır. Mevlâna’dan aşkı soranlara “Benim gibi olunca anlarsınız.” cevabı İkbâl’de tebellür etmektedir. İşte İkbâl bu benlik sırrına ermiş aşk ve muhabbetin mevsiminde kanat açmış ve ulaşılmaz ufuklara vasıl olmuştur. Onun aşk dediği bir ruh hamlesi vardır. O da; Vahiy menşuruyla pırıl pırıl yanan akl-ı selim meşalesini hakikate götüren tek ışık olarak kabul etmesidir.
İkbâl’in her eserinde bu aşk bahçesinin muhtelif görüntüleri görülebilir. Mevlâna’ya olan hayranlığı bu aşk meclisinin lâhut alemindeki tatlı sohbetinden ileri gelmektedir.
Oğluna hitaben yazdığı “CÂVİDNÂME” adlı mesnevisinde: “Felekleri kendisine seyrettiren rehber ve mürşidi Mevlâna’dır”.
“Kendine arkadaş olarak Mevlâna’yı seç kî, Allah sana aşk ve hararet ihsan etsin.”
“Zira Mevlâna içten yanan, zarfı mazruftan ayırabilen insandır. O sevginin menziline ayağını emniyetle basan bir insandır. Onu çok şerh eden oldu. Lâkin gören olmadı. Onun mânâsı yanı ruhu ve hakikati bizden bir ceylan gibi kaçtı. Onun şiiriyle umutlar raksa geldi.”
İkbâl’in tasavvuf ufkunda derin bir aşkın izlerini görmek mümkündür.
İkbâl’e göre Aşk: İnsanı insan eden, insanı geniş ufuklara çıkaran, insandaki süfli emel ve duyguları temizleyen bir ateştir. Bu ateş garb semasında yanmaya müsait bir zemin bulamaz. Ondandır ki, garb Aşk sırrından mahrum kalmıştır, ikbâl bu meseleyi şöyle ifade eder:
“Garbîli’lerde zekâ ve maharet bir hayat nizamıdır. Şarkta ise kâinatın sırrı aşktır. Zekâ aşka sahip olursa, aşkı bulabilir. Aşkın da esaslı temeli zekâdır. Aşk zekâ ile el ele verirse yepyeni bir âlem vücuda gelir. Kalk aşkı zekâ ve maharetle imtizaç ettir de yepyeni bir âlem vücuda getir.”
ESRAR U RUMUZ’DAN:
“Onu daha baki daha diri, daha yakıcı ve daha parlak hâle getiren muhabbettir.”
“Benlik, aşk ve muhabbetle kuvvetlenir.”
ömrü gelip geçici bîrine bağlamanın mânâsı nedir? Ebedi Allah varken faniye aşık olmanın mânâsı nedir?
“Adı benlik olan bir nur noktası bizim bir avuç topraktan başka birşey olmayan varlığımızın altında hayat kıvılcımıdır.”
“Onun yaradılışı, ateşi aşkdan alır. Dünyayı aydınlatmayı aşktan öğrenir.”
“Aşk, kılıç ve hançerden korkmaz. Zira aşkın aslı (Bu âlemi vücuda getiren anasırdan) sudan, rüzgârdan ve topraktan değildir.”
“Aşk bir baktı mı, kayalar parçalanır. Hakk aşkı, sonunda baştan aşağı hakk olur.”
“Bütün âlem aşkla secde eder.”
“Yarab o gönüller aydınlatan gözyaşını, o muzdarip gayr-ı ihtiyari dökülen ve insanda huzur ve rahatı yakıp kül eden gözyaşlarını.”(2).
“Bağ ekiyorum, ateş bitiyor. O gözyaşı öyle a-leşindir ki, lâlenin elbisesindeki ateşi yıkayıp mahvediyor.”
ESERLERİ:
İkbâl İlk Farsça eseri olan 1915 yılında yazdığı ESRÂR-I HODİ’dir. 4 Urduca, 7 Farsça olmak üzere 11 adet şiir külliyatı vardır. 1915 İle 1934 seneleri arasında sırayla neşrettiği eserleri şunlardır:
1. Esrâr-ı Hodi
2.Rumuz-u Bihodi
3,Zebûr-u Acem
4,Gülşen-i Râz-ı Cedid
5.Peymân-ı Meşrîk
6-Câvidname
7.Misafir
8.Armağan-ı Hicaz (Bu eserin dörtte üçü Farsça, dörtte biri Urduca’dır).
Notlar:
1) İslâm’ın Nusu Sayı: 17-18-19, 1952, İstanbul-Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan. 2) İslamiyettin Mânevi ve Kültürel Değerleri: Haydarbamat ‘ 1963/Ankara, sayfa: 406— 408. 3) Garb Materyalizmi Karşısında Îslâm: Meryem Cemile 3 ncü kitap 1. baskı 1967 İstanbul Sayfa 94-103 4) İKBAL ve İMAN: Semiha Ayverdi (Abide Şahsiyetler) Kül. Bak. 1976 (İst. sayfa: 159-172.)