KENDİNDEN KAÇMAK

Mesnevi Hikayelerinden Dersler 3

KENDİNDEN KAÇMAK

Yeryüzündeki bütün canlılara hükmeden Hazret-i Süleyman’ın Yemen’deki sarayına, bir kuşluk vakti, saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayatî bir mesele için Hz. Süleyman’la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Süleyman, benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana.

Adam telaş içinde:

Bu sabah karşıma Azrail çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı.

Peki ne yapmamı istiyorsun?

Adam yalvarır:

Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman… Sen herşeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş, senin emrinde. Rüzgârına emret. Beni buradan tâ Hindistan’a iletsin… O zaman Azrail belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden.

Süleyman, adamın hâline acır. Rüzgârı çağırır: “Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak.” emrini verir. Rüzgâr bu, bir eser, bir kükrer, adamı alır, bir anda, Hindistan’da uzak bir adaya götürür.

Ertesi gün, Hazret-i Süleyman Divan’ı toplayarak, gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail de topluluğun içine karışmış, Divan’da oturmakta… Hemen yanına çağırır:

Ey Azrail... Dün o adama neden hışımla baktın? Canını alacaksan alaydın, fakat neden o zavallıyı o kadar çok korkuttun? der. Azrail cevap verir:

Ey dünyanın ulu sultanı.. Ben o adama öfkeyle, hışımla bakmadım, hayretle baktım. O yanlış anladı, vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü, Hak Taalâ bana emretmiş: “Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan’da al” demişti… Onu görünce, bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan’da olamaz, bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm… İşte ona bakışımın sebebi bu idi. Asıl hayret edilecek olan şu ki, dün akşam ben o adamın Hindistan’ın falan yerinde canını almış bulunuyorum!

Mevlânâ sorar:

-Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Bu hayalî bir şey… Kimden kapıp kurtarıyoruz… Tanrı’dan mı? Ne boş vebal… Dünya, Tanrı’dan gafil olmaktır. Dünya, para, pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir. Bunu bil. (Mesnevi, C. I, beyit: 956 vd.)

AÇIKLAMA

Hikâyede ilâhi takdirin yani alın yazısının önün­den kaçmak, insanın adeta kendisinden kaçması gibi değerlendirili­yor ki bu mümkün değildir. O halde önümüzdeki imkânları iyi kullanarak hayatımızı insanca ve güzelce yaşamaya çalışmak en akıllıca iştir. Evet, kaderimiz Allah tarafından belirlenmekte, fakat bizce bi­linmemektedir. Bu arada bize akıl ve irade gücü verilmiştir. Kaderimizin nasıl olduğunu bilmediğimiz için, aklımızı ve irademizi kullanarak hayatımıza yön vermekle yükümlüyüz. Daima aklın ve dinin iyi ve güzel saydığı yönde bulunmak durumundayız. Hareketlerimi­zin sonucuna katlanacağız.

Elimizden gelen maddi-mânevi her şeyi yaptıktan, her tedbire başvurduktan sonra, sonuç istediğimiz gibi çıkmazsa, işte o zaman “Ne yapayım kaderim buymuş” diyebiliriz. Böyle hareket etmek, pratik bakımdan kendini yiyip bitirmekten, isyan ve şikâyet etmekten daha iyidir. Aksi halde insanın ruh sağlığı bozulur, huzursuz, gayr-ı memnun, şikâyetçi bir tip olup çıkar.

Kadere inanmak, tembellik ve pasiflik demek değildir. Tam aksine, başarısızlıklar ve felâketler karşısında sığınılacak bir limandır. Paniğe kapılmayı, hayattan kopmayı önleyen bir duygudur.

Tevekkül anlayışı da böyledir. Tevekkül, Allah’a güvenmek de­mektir. Fakat bu güven tembelliği, ihmalkârlığı ve işi oluruna bırakmayı gerektirmez. Hakiki tevekkül, kişinin üzerine düşen her şeyi yaptıktan sonra sonucu Allah’tan beklemesidir. Gerçekten son söz Allah’ındır. Ben her şeyi yaptıktan sonra, Allah’a güvenip güvenmemenin ne önemi var? diye bir soru hatıra gelebilir. Böyle düşünmek yanlıştır. Mesela, hastalanan kimseye düşen hemen bir doktora başvurmak, hatta en iyi hekimi bulmak, verilen ilaçları kullanıp, yapılan tavsiye­leri dikkatle yerine getirmektir. Tevekkülün buradaki rolü şudur:

Bütün bunları yaptıktan sonra sonucu, yani iyileşmeyi Allah’tan beklemek, O’na güvenmektir. Zira inancımıza göre şifanın asıl kaynağı Allah’tır. Bu böyle değilse, en iyi hekimlere ve en gelişmiş tedavi vasıtalarına başvurulduğu hâlde, iyileşmeyen hastalıklar için ne diyeceğiz?

Evet iyileştiren Allah olduğu hâlde o, bu sonucun gerçekleşme­sini hekim gibi, ilaç gibi bazı sebeplere bağlanmıştır. Sebeplerin gereğini en iyi şekilde yerine getirmek bizim kulluk görevimizdir.

Aslında her netice, kendisini meydana getiren sebeplerden daha fazla şeyler ihtiva eder, yani ücret hizmetten daha fazla olur. Mevlânâ sorar: “Bir rükû bir secde ahirette bir cennet kazandırmaktadır.” Okumaz mısın şu Kur’an ayetini: “Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir, Allah’ın lütfu geniştir, O bilendir.” (Bakara 2/261)

Kazâ kader konusu oldukça geniş ve anlaşılması zor bir meseledir. Mevlânâ Mesnevî’sinde bu bahse enine boyuna temas eder. Orada iki tip insanın durumuna çok üzüldüğünü görürüz: Bunlardan biri aşırı kaderci, cebriyeci veya fatalist dediğimiz tiptir. Bu zavallı, her şeyi Allah’tan bilir, bire yedi yüz veren tohumu toprağa ekmekten kaçınır, nasipsizliğini feleğe yükler.

İkincisi ise, kaderi tamamen inkâr eden, materyalist inançlı kimsedir ki, böylesi, sebeplerin tuzağına düşer ve sebebi yaratanı yok sayar.

Hz. Mevlânâ bilhassa yanlış kader ve tevekkül anlayışına yüklenir: Eğer Allah’a mütevekkil isen, çalışmanla tevekkül et. Tohumu ek, sonra da her şeye kâdir olan Allah’a dayan. Hz. Peygamber bedeviye ne dedi: “Önce deveni bağla sonra tevekkül et.” (Tirmizî, sıfatü’l-Kıyâme, 60) Doğru, to­pallığımız da vardır, aksaklığımız da. Ama topallık ve aksaklıktan kurtulmak, oturup kalmakla değil yürümekle olur. Bil ki, iyilik de kötülük de senden yeşermektedir. Güzel ve çirkin bütün düşünceler senden, kendinden doğar.

Allah bana niçin arzu, niçin düşman verdi diyerek yakınıp durma. Mücadele için düşmanın olması şarttır. Bir şeye meylin ve is­teğin yokken onu yapmamak zaten sabır sayılamaz. Arzu ve istekler olmasaydı, onları yasaklamaya ne gerek vardı?

Hz. Mevlânâ, sebep-sonuç zincirine bağlı hayatı, ciddi oynanması gereken bir satranç oyununa benzetir ve şöyle der: Ey oğul, satrançta her taş sürmenin neticesini ondan sonrakinde gör. Sebebi de sebep içinde (halkayı zincirde) idrak et. Gözünü etraftan çevir de, mat edip oyunu kazanıncaya kadar ne oyunlar oynayacaksın hepsini gör. Laf olsun diye Allah’a tevekkül ettim deme.

Satranç örneğini biraz açalım: Bilindiği gibi bu oyun belli kurallara göre oynanır. Bu kuralları değiştirmek oyuncunun elinde değildir. Ama o, her taşı için mevcut bir çok seçeneği kullanma hürriyetine sâhiptir. Yani oyuncu, seçimini belirlenmiş kurallar çerçevesinde yapmak durumundadır. Bu da onun bir açıdan bağımlı, bir başka açıdan hür olduğunu gösterir.

İnsanın mânevi ve ahlâki tekâmülü, kendi gayreti ve Allah’ın lutfuyla olur. Değiştirebileceğimiz saha içinde faaliyet göstermek, değiştirilemeyen âleme meydan okumak anlamına gelmez. Çalışıp çabalama, kaza ve kadere karşı savaşmak değildir. Çünkü böyle bir mücadeleye bizi yükümlü kılan da kaderin kendisidir.

Mevlânâ’ya göre insana düşen, âlemdeki bin bir kötülük karşısında pes etmek, kaderim buymuş diye beklemek değil, kötülüklere karşı savaşmaktır. Hiçbir doğum sancısız olmaz. Cennetin çevresi zorluklarla kuşatılmıştır. Bir takım sıkıntılara maruz kalmadan bir şey elde edemeyiz.

Mehmet DEMİRCİ