Mevlânâ Aşk Önderi
Rabia Christine Brodbeck
Mevlânâ yaşantısı ile bizlere kamil bir Allah dostu (veli) örneğini sunmaktadır. Onun hayatında gerçek velayetin aşktan ve muhabbetten ayrı olamayacağı görülür. Aslında aşk hiçbir zaman ilahi güzelliklerden, kulluktan ve hidayetten ayrı değildir. Onun deruni zenginliği ve temiz ruhu bu yolun saliklerinin manevi açlıklarını her zaman giderecek, onların manevi hayatlarını güzelleştirecektir.
“Bize leyl ü nehar olmaz” diyerek Hakîkat güneşini bulduklarını ifşâ eden ve kâinatın üstüne kadem basıp evrensellik kavramını bile aşan Evliyaullah hazerâtı evrensel tek dinin velileri oldukları ve bu yüzden evrensel bir dil konuştuklarından muhakkak dinlenmelidirler. Çünkü onların sözleri bekâ ikliminden esen hayat verici rüzgârlardır. Tüm insanlara, tüm zamanlara, tüm kültürlere, tüm inançlara ve tüm uluslara hitap ederler. Evrensellik Allah”ın tevhid nûruyla doğrudan bağlantılı bir husustur. Bu nuru yakalayamayanlar şaşı olduklarından her şeyi “iki” görürler. Ve bütün veliler bu nurla veli olmuşlardır ve velâyetlerini bu nurla icrâ ederler; onlar Hakk”ın nûruyla nazar ederler! Veliler kelâm buyurduklarında insan adeta Efendimiz”den (s.a.v) taze haberler alıyor gibidir.
Hiç şüphesiz Mevlâna evrensel bir velidir. O insanlığı Hakk”a götürmek için Cenab-ı Allah tarafından seçilmiştir.
Âlemi sadece bensizlik değiştirebilir. Artık velîleri tanımaya ve dinlemeye başlamalıyız. 21.yy.ın problemlerine çözüm velâyettedir. Onlar insanlığa iç hayatı, ve o iç hayatın neticesi olup içimizde zâten potansiyel olarak bulunan aşk-ı ilâhîyi öğretirler. Envâr-ı tevhîd-i Sübhan ile her bir zerreleri münevver ve müzeyyen olduğu için mânevi yaralarımızı ve hastalıklarımızı teşhîs ve tedâvi edecek devâ onlardadır. Mutasavvıflar; hususen mürşitler öğretmenlerin aksine kuru bilgi değil ilm-i yakîn, irfan ve aşk öğretirler. Allah tarafından seçilmiş ve her lahza idrak ve şuurumuzu tekamül ettiren bazı kullar vardır ki onlara âşıklar diyebiliriz, bize hikmet incileri verirler ve aynı zamanda bizi eğitirler, güzelleştirirler, ruhumuzu beslerler, yönlendirirler; diğer bir deyişle bizi kölenin efendisine olan muhabbetiyle severler ki Efendimiz (s.a.v)) bu konuda saadetle şöyle buyuruyorlar, “Seyyid”ü-l kavmi hâdimuhüm” – “Bir kavmin Efendisi o kavme hizmet edendir.”
Hz. Mevlânâ hiç şüphe yok ki hem kâmil bir öğretmen hem de bunun çok ötesinde bir mürşid-i kâmildir. Bize insanın ontolojik yapısı hakkında o devirde tıbbın asla bilemediği ve geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan şeyleri haber vermekte diğer yandan manevi hazineleri ve iç dünyasının hazinelerini bizlerle paylaşmaktadır. Dünyevi anlamda bedeni konularda bu nispette detay verip de insana bir yandan dünyevi sultanlık yolunu da açan peygamberler hariç başka bir zata tarihte belki de rastlanmaz. İnsan psikolojisine derin bir şekilde nüfuz eden ilmi yektadır. Bizi bozulmuş insan düşüncesine ve benliğimize işlemiş yanlış davranış tarzlarına dair net görüşleriyle sarsmaktadır:
“Yazık! Bunların hepsi kendi perişan durumunuz fakat siz Firavun”u suçluyorsunuz.” “İnsan kendi ruhunun rengi ve hâlinden haberdar olmadığında istediği cevabı versin; hakîkatte soru soruyordur.” “Kim ehl-i hakîkate kendi zayıflığıyla nazar ederse onun çarpık gözlerine gülün.” “Felsefeci şeytanın varlığını inkâr eder durur, halbuki şeytan onu her an parmağında oynatmada. Şeytanı görmedin mi? O zaman kendine bak! Eğer senin şu anki hâlin şeytani değilse neden yüzün bu kadar kara?”
Diğer bir deyişle, Hz. Mevlânâ akıllarımızı ulvi bir idrakle beslerken gönlümüzü de hikmet incileriyle müzeyyen bir yolda marifetle doyurmaktadır. Eğer ona “öğreti” diyebilirsek; Hz. Mevlânâ”nın öğretisi, doktrini, dünyevi ve uhrevi bir kemaldir. İnsanın iç ve dış hakikatini birleştirmesinin gereğini tekrar tekrar vurgular. Mânâyı ve şekli, yani bedeni ve ruhu birleştirebilmek ki bunu başarabilene “veli” derler, işte bugünün dünyasının en muhtaç olduğu şey de budur, çünkü maneviyattan kopukluğumuz alarm zillerini çaldırıyor.
İnsanın değerinin âşık olabilme kapasitesiyle ölçüldüğünü öğretiyor Hz. Mevlânâ. İnsanın bu doğrultuda kendisine hakikati duymayı, görmeyi ve hissetmeyi öğretmesi gerekmektedir. Bu değer aynı zamanda kişinin taşıyabildiği mânevi yük ile ölçülür. İşte bu noktada insanlığın mânevi kapasitesinin neredeyse tamamen âtıl yollarda çürütüldüğünü görüyoruz. Hz. Mevlânâ buyuruyor ki, “Pencereleri olmayan bir ev cehennem gibidir. Dinin temeli, ey Allah”ın kulu, evde pencere açmaktır!” Günümüzün insanı sadece kendisiyle ve zahiren kazandıklarıyla meşgul. Kendi kalbinin nefisten arınmış bir şekilde konuştuklarının letafetinden habersiz hale geldi. Sessizliği unuttu. O yüzden Hz. Mevlânâ”nın batıdaki ünü insanlar çoğunlukla tefrik edemeseler bile bütün ihtiyaçlarımıza cevap vermesindendir.
Dünyanın akademik konuşmalara, kürsüden ders öğretilmesine, hitaplara ihtiyacı yoktur; dünyanın her şeyden önce ihtiyacı olan şey iyileştirme ve muhabbettir. İnsanlar acilen sevmeye ve hayran olmaya ihtiyaç duyuyor. Çünkü yaratılış eylemi bir muhabbet, güzellik ve hûşû eylemidir. Mevlânâ bu temel ihtiyaçlara cevap vermektedir. Bütün eserleri onun kâinatın Efendisi, kulların incisi Hazreti Muhammed (a.s.m.) ile olan yakın dostluğunun, muhabbetinin ve ilhamını ve gıdasını doğrudan nurun kaynağından, kâinatın özünden aldığının kanıtıdır. Böylelikle Mevlânâ bizim manevî atamız ve yakın yardımcımız haline gelmiştir.
Mevlânâ daima mü”minleri bir makine gibi yaşama, Allah ile pazarlık yapmaya çalışma tehlikesine karşı uyarır. Eğer Rabbimizin cemâline aşık değilsek, kendi kaderimizi gerçekleştiremez, saflık, aydınlanma ve sevgi düzeylerine ulaşamayız. Eğer Rabbimizin hayret verici sonsuzluğu karşısında hayret, merak ve hayranlık içinde olmazsak, anlamakta güçlük çekeriz. Celaleddin Rûmî şu yorumu yapar: “Derviş karada bir balık olmak ister. Aslında balık formundadır ama denizden kaçar. Allah”ı rızasını kazanmak için sever. Ruhu Allah”ın kemâl ve cemâli ile aşk içinde değildir”. “Dünya sakinlerine yazıklar olsun! Şu cahil insanlık dışı hırsızlara bakın! Güzel görüntüsüne bakıp zahid görürsünüz; ama içinde –hanesinde Allah yoktur!”
Eğer insan kendi hayaline tutsak olursa, eğer dış dünyanın görünüşüne aldanırsa, eğer insan yukarılara yükselmeyle ilgilenmiyorsa, eğer insanı Yaratıcısının kemâli ve cemâli ilâhîyesi cezp etmiyorsa; Rabbinin sevgisinden, merhametinden, rahmetinden, inayetinden ve nimetlerinden yoksun kalacaktır.
Hz. Mevlânâ bize kendi eksikliğimiz, kırıklığımız, âcizliğimiz, çaresizliğimiz, kusurlarımız, başarısızlıklarımız, cehaletimiz ve asiliğimizi gösterip ispat ve ikna ederek bizleri en kâmil şekilde irşad etmektedir.. İnsanın tüm bozuk yanlarına önce adeta bir projektör tutmada sonra da isteyene neşter vurmaktadır. Buyuruyor ki, “Şu iblisvari gözlerini bir anlığına kapa. Sûrete daha ne kadar bakacaksın? Ne kadar? Ne kadar?”
Ve inkârcılar, câhiller ve kâfirlerin aslında kendilerine işkence ettiklerini, kendilerini inkâr ettiklerini yani kendi kendilerinin düşmanı olduklarını en güzel şekilde tanımlamaktadır;
“Ayın yüzünde hata bulursun; cennette diken yolarsın. Eğer cennete diken aramak için girersen, kendinden başka bulamazsın. İnkâr edenler kendi kendilerinin düşmanıdır; inkar ederek kendilerini yaralamaya devam ederler. Zavallı, gözleri perdeli yarasa kendisinin düşmanıdır güneşin değil. Güneşin parlaması onu öldürür; peki o güneşe nasıl zarar verebilir”
Mevlânâ gereğinden fazla Semâ ile özdeşleştirilmektedir. O kadar ki insanlar Tasavvufun Semâ ile aynı olduğu fikrine kapılmaktadır. Buradaki sorun yine dışsallaştırmadır. Gözlerimizle tüketecek bir şey olduğu için, insanlar görüntüye takılır kalır. Dışsal bir düzeyden Mevlânâ”ya hayran olurlar; ama onun öğretileri konusunda cahildirler. Halbuki bu durum tam da onun insanları idraksizlik uykusundan uyandırma çabalarının zıddıdır. Bir Mevlânâ uzmanı şöyle der: “Kendine nasıl döndüklerini sorma, neden döndüklerini sor”.