Mevlana Hümanist midir? – Şaban Karaköse

Mevlana Hümanist midir?  

Şaban Karaköse

ÖZET

İslam dünyasının önde gelen mutasavvıflarından birini tanımlarken, dini-tasavvufi kavramları kullanmamız icap eder. İthal kavramlar kullanılması durumunda, o ithal kavramların anlamlarının tarihsel/felsefi oluşum ve gelişim süreçlerinden kaynaklanan uyumsuzluklar, uyuşmazlılar görülmesi pek tabiidir. Anlamsal tarihi, felsefi arka planı açısından eski Yunan ve Latin felsefe ve kültüründen etkilenmeyi, Tanrı’ya karşı insanı, vahye karşı aklı, dine karşı pozitivist bilimi konumlandırarak yücelten Hümanizm kavramıyla, bir mümin, bir İslam âlimi, Müslüman bir sûfî, bir Allah dostu olan Hz. Mevlana’yı nitelendirmek yanlış ve yakışıksız olacaktır. Mevlâna, ‘insan sever’, ‘insana değer veren’ anlamında yani sığ, yüzeysel anlamda hümanist olarak görülebilirse de felsefî anlamda ve terim olarak dünya literatürüne giren şekliyle hiçbir zaman hümanist olarak değerlendirilemez. İyi niyetle bile olsa kavram kargaşalığına meydan vermemek için özellikle Mevlâna’nın hümanist olarak nitelendirilmemesi gerekir. İnsanı sevdiği doğru, ama hümanist olduğu yanlıştır. Dünyaya özellikle Batı dünyasına Mevlâna’yı güzel göstereceğiz diye işgüzarlık yapıp, Mevlâna’nın ne kadar insancıl olduğunu söylemek için onu hümanist yapmaya gerek yok. İnsanı sevdiği ve ona değer verdiği anlatılır, açıklanır, ama bu durum, “hümanist” terimiyle ifade edilemez.

AÇIKLAMALI CEVAP

Fransızca kökenli bir sıfat olan Hümanist (humaniste), Hümanizm felsefesini benimsemiş kişi demektir.[1]

Yerli ve yabancı olmak üzere yazar, edebiyatçı, siyasetçi, oryantalist, sıradan vatandaş birçok kişi, Mevlâna’yı, eserlerinde sıklıkla vurguladığı ‘insan sevgisi’ yüzünden, bilerek ya da bilmeyerek, bilinçli olarak ya da ağız alışkanlığıyla ve yüzeysel anlamıyla ‘Hümanist’ bir şair, düşünür ve filozof olarak nitelendirmektedir. Bir kısım oryantalistler ve ideoloji taraftarları bilinçli olarak Mevlâna’yı hümanist olarak nitelerken; bir kısım insanlar da hümanizmin ne olduğunu bilmeden son derece basit ve yüzeysel anlamıyla ‘insan sever’, ‘insancıl’ anlamlarıyla Mevlâna’yı hümanist olarak nitelendirmektedirler.[2]

Esasen, İslam dünyasının önde gelen mutasavvıflarından birini tanımlarken, dinî-tasavvufî kavramları kullanmamız icap eder. İthal kavramlar kullanılması durumunda, o ithal kavramların anlamlarının tarihî/felsefi oluşum ve gelişim süreçlerinden kaynaklanan uyumsuzluklar, uyuşmazlılar görülmesi pek tabiidir.

“Mevlana bir Hümanistti” tanımlaması ve iddiası hakkında doğru değerlendirmede bulunabilmek için, öncelikle “Hümanizm”in ne demek olduğunu incelememiz gerekir.

Türk Dil Kurumu‘nun Büyük Türkçe Sözlük‘ündeki tanımlar şöyledir:

Hümanizm = İnsancıllık.”

İnsancıllık = 1- Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür örneği olarak alan ve Orta Çağın skolastik düşünüşüne karşı XIV. yüzyılda doğan felsefe, bilim ve sanat görüşü, hümanizm, hümanizma. 2- İnsanlık sevgisini, insan ululuğunu en yüce amaç ve olgunluk sayan öğreti, beşeriyetçilik, hümanizm, hümanizma.”

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi‘ndeki tanım ve açıklamalar ise şöyledir

Hümanizm: 1- Özellikle XVI. Yüzyıl Avrupa’sında gelişen ve yöntemleriyle felsefesini antik metinlerin incelenmesinden alan düşünsel akım. 2- İnsanı ve insansal değerleri, bütün öteki değerlerden üstün gören felsefe anlayışı.”[3]

“Hümanizm, Ortaçağ’ı izleyen ve değişik olarak tarihlendirilen dönem (İtalya için XV. Yüzyıl, Fransa, İspanya ve Portekiz için XVI. yüzyıl), yeni bir felsefi antropolojinin kurulmasına ve eski Yunan-Latin kaynaklarına dönülmesine borçlu olduğu için, Hümanizm ve Rönesans terimlerini birbirinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Bu antropolojiyi ve bu kaynaklara dönüşü bir araya getiren edebiyat, birbirini tamamlayan birtakım dinî, tarihî ve ideolojik verilerin etkisindedir.”[4]

“Hümanizmin amacı insanoğlunu evrenin merkezine yerleştirmek, insan ruhuna evrensel ile geçici arasında bir bağlantı niteliği kazandırmak ve yeryüzünü ruhun bir uygulama alanı olarak görmektir.”[5]

Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü‘ne şunları kaydetmiştir:

“Hümanizm: Genel olarak, akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâki gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirilebileceğini belirten, ve bu çerçeve içinde, insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akım.”

“Kökenleri antik Yunan düşüncesine, insanı felsefi düşüncenin merkezine geçiren Sokrates’e, ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ diyen Protagoras’a kadar uzanan, ama esas Rönesans döneminde, Tanrı’dan uzaklaşan dikkatlerin insan üzerine odaklanmasıyla yeniden gündeme gelen, ilerlemeci Aydınlanma ve modernist hareketle gelişen hümanizm, 20. Yüzyılda ise, İngilizce konuşan dünyada, ateizm ya da laik bir akılcılıkla eşanlamlı bir terim haline gelmiştir.”[6]

Cemil Meriç, “Çağın Dini: Humanizm” başlıklı makalesinde hümanizmi “İmanını kaybeden bir çağın dini”“insanlık dini”, “Avrupalı için, kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put” olarak tanımlamaktadır. Meriç makalesinde şunları da kaydetmiştir:

“Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizm’den Egzistansiyalizme kadar Avrupa’nın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi. Hümanizm genç bir kavram, batı dillerini 1850’den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus’lar, Mevlana’lar, Hacı Bektaş Veli’ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.

Kelimenin iki ayrı manası var:

1) Antikite[7] hayranlığı. Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. Nas’ların[8] çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hem de tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. İnsan, Hıristiyanlığın posalaştıramadığı bir düşünceyle yakından temas ediyordu. Vesayetten kurtuluştu bu, kendi kanatları ile uçmak arzusuydu. Ne olursa olsun Avrupa, zincirlerini kırmak, rüştünü ispat etmek, horlanan haysiyetini kurtarmak zorundaydı. Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle tanınmaz hale gelen Hıristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır.

2) Hümanizmin ikinci manası “insanlık dini”dir. Kilisenin abesleriyle bunalan serazad [başı âzad edilmiş, başıboş, serbest (Ş.K.)] zekâlardan kimi, “tabiatta tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gök kubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir”, dedi; kimi, “insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir”; ne Rab ne ibad [Allah’ın kulları (Ş.K.)]. İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete’yi bayraklaştırırlar, “bütün tanrılardan iğreniyorum” diyen Promete’yi. İyi ama Promete’nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları değil mi?

Hümanizm, Avrupalı için, kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı, ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kâmil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? Nietzsche’nin ideali, insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları [taç sahipleri (Ş.K.)] bu rüyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat ettiler. Carlyle’in kahramanlarına gelince, onlar da mazide yasayan veya yaşandığı farz edilen birer gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış. Hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı? Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. “Gerçek hümanist biziz” diyen Pierre l’Hermite’lerin, Ignace de Loyola’ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe çağırıyor.”[9]

“Humanizm ve Mevlana” başlıklı makalesinde konuyu inceleyen Dr. Ruhattin Yazoğlu, vardığı sonucu şöyle özetlemiştir:

“Hümanizm kelimesi, ‘insan sevgisi’ anlamında ilk defa meşhur Romalı düşünür Cicero tarafından kullanılmıştır. Fakat kelimenin yaygın bir halde kullanılması XVI. yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. ‘Aydınlanma devri’ filozoflarıyla felsefi bir anlam kazanarak bir yaşam doktrini haline gelen hümanizm, bütün sorunların, insandan başka bir kaynağa müracaat etmeden, sadece insanla çözülebileceğini savunan, insanı tek ölçü kabul eden ve dolayısıyla dini ve Tanrı inancını tümüyle dışlayan bir görüştür. Çağdaş ateist, materyalist ve Marksist akımlar genel olarak kendilerini hümanizm olarak adlandırırlar. İşte bu anlamda, bütün gönlü Tanrı aşkı ile dolu olan ve bu aşkın topluma yansımasıyla insan sorunlarının çözülebileceğine inanan Mevlana’yı hümanist olarak tanıtmak çok yanlıştır, kanaatindeyiz. Çünkü, Mevlana’nın öğretisinin temelinde ‘Allah aşkı’, ‘gerçek kulluk’, ‘tolerans ve hoşgörü’ bulunmaktadır.”[10]

Prof. Nurullah Çetin, “Mevlana Hümanist Bir Şair midir?” başlıklı makalesine şunları kaydetmiştir:

“Hümanizm, Avrupa’da Ortaçağ sonrasında Reform ve Rönesans hareketleriyle birlikte eski Yunan ve Latin kültürüne dayalı olarak gelişen bir insan, tanrı, dünya ve hayat görüşüdür. Ortaçağda muharref (aslından saptırılmış) Hıristiyanlığın insanlar üzerindeki tanrı adına ortaya koydukları zulüm ve baskılara karşı bir tepki olarak doğmuştur. Ortaçağ Hıristiyanlığı insanı ezen, onun fikir ve sanat üretimine izin vermeyen bir tanrı kavramı sunuyordu. Hümanist düşünce, buna tepki olarak tanrıyı yok sayan, reddeden “yüce insan”, hatta “tanrı insan” kavramını getirdi. Bu, bir anlamda insan adına tanrıdan öc alma hareketiydi. Muharref Hıristiyanlık, hayatı, dünyayı, toplumu vahiy adına tanzim ediyordu. Fakat bu gerçek vahiy değil, insan eliyle, papazlar eliyle yeniden şekillenmiş yani beşerîleştirilmiş bir dinin vahyi idi. Hümanizm, bundan böyle hayatı vahiy yerine insan aklının ve onun ürünü olan bilimin tanzim etmesini istedi. Sonuç olarak hümanizm, belirleyici, yön gösterici tek kaynak olarak Tanrı yerine insanı, insan aklını ve din yerine insan aklının üretimi olan müspet bilimi, ahiret yerine dünyayı, maneviyat yerine maddiyatı esas alır. Dolayısıyla hümanizm, batıda ve bizde dine, tanrıya, maneviyata, ahirete karşı gelişen bir tepki hareketidir. Batı dünyasında kendi tarihsel şartları içinde onlar açısından böyle bir tepki, çıkış noktası olabilir. Ancak İslâm dünyasının tarihsel süreci ve şartları Avrupa’nınkinden farklıdır. İslâm, bozulmamış sahih bir din olduğu için insanı hiçbir zaman ezmedi, baskı altında tutmadı, onun fikir, bilim ve sanat üretmesine engel olmadı, tam tersine imkân sağladı. İnsana “düşman bir tanrı” anlayışı değil, “dost Allah” anlayışını, Allah’ın insana rahmet, lütuf ve yardımı anlayışını getirdi. Sadece maneviyata ve ahirete değil, aynı zamanda maddeye ve dünyaya da önem verdi. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanist içeriğe uygun bir tepki ortaya çıkmadı. Çünkü zemini yoktu. Sonradan zorlamayla ve başka maksatlarla kasıtlı olarak sun’î biçimde propaganda edilmeye, yayılmaya çalışıldı ama tutmadı. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanizm düşüncesi, boşta kalan, zemini olmayan, Batıya özgü bir felsefe ve bir yaklaşım biçimidir.”[11]

Yukarıdaki tanımlama ve açıklamalar dikkate alındığında, anlamsal tarihi, felsefi arka planı açısından eski Yunan ve Latin felsefe ve kültüründen etkilenmeyi, Tanrı’ya karşı insanı, vahye karşı aklı, dine karşı pozitivist bilimi konumlandırarak yücelten Hümanizm kavramıyla, bir mümin, bir İslam âlimi, Müslüman bir sûfî, bir Allah dostu olan Hz. Mevlana’yı nitelendirmek yanlış ve yakışıksız olacaktır.

Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Hz. Mevlana bir filozof değildir; hakikati anlama hususunda felsefeyi yanlış, aklı yetersiz bulmakta, onlara Müslüman bir sufi olarak karşı durmaktadır.

Hz. Mevlana’yı hümanist olarak tanımlayanlardan birisi olan Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın, “Hümanist Mevlana” adlı sempozyum tebliğindeki görüşleri şunlardır:

“Dar çemberlerden, ayırıcı, bölücü önyargılardan sıyrılarak insanı bu âlemdeki varlığı sebebiyle ele alan, yani hümanist dehalar arasında Mevlana’nın orijinal bir yeri ve görüşü vardır. Kâinatın varlıkları arasında yaratıcıya en yakın, vicdan ve muhakeme yetkisine tek sahip olan insanın varlık misyonu üzerinde en eski kültür milletleri düşünmeye varmışlardır ki bütün düşüncelerin tümüne “Hümanizm” denmektedir. Daha eski kültürlerin bir özetini kapsayan Yunan felsefesinde humanism, insanın beden, akıl ve ruhtan kurulu kişiliğinde bu üç unsurun ahenkli bir tarzda geliştirilmesidir. Daha sonraki Humanistler insan sevgisi, hoşgörürlük, sosyal yardım gibi unsurları ele alarak bir insani dayanışma felsefesi yaratmışlardır ki elbette bu Yunan Humanizmine göre büyük bir atılım ve ilerleme ifade eder. Nihayet 18. Yüzyıldan itibaren Avrupa, özellikle Fransa’da yeni bir Humanizm akımı doğmuştur. Bu, insanların eşit doğduğuna, eşit haklara sahip olmaları gerektiğine dayanır ki çağımızda kadın-erkek hukuk eşitliği, siyasi haklarda eşitlik, sosyal adalet, fırsat eşitliği esaslarını getirmiştir. Buna en son zamanlarda sefalete düşmemeye emin olma hakkı eklenmiştir.

Mevlana’ya göre humanizm için bütün bunlar lazımdır, fakat kâfi değildir. Ona göre insan azizdir, hatta Tanrısal bir varlıktır, hatta Tanrıdan bir parçadır, yani bir parça Tanrıdır. İnsanın kalbi Tanrının tecelligahıdır. Bu bakımdan Mevlana humanizmasına yetişilemez ve şimdiye kadar humanistlerin ileri sürdükleri bütün insani düşünceleri ve idealleri gölgede bırakmıştır. Gerçi bütün hümanistlerin ilk müjdeciliğini yapmış İslam filozofları olmuştur, fakat ona en yüce, en aydınlık mertebesini ulaştıran Mevlana olmuştur.”[12]

Görüldüğü üzere Sadi Irmak, Mevlana’yı hümanist olarak nitelendirme niyet ve çabasıyla, hümanizm kavramının tarihi/felsefi kökenlerini ve anlamını kendince yeniden yorumlayıp düzenlemekte, sonuçta onu “en ileri düzeydeki Hümanist” olarak nitelendirmiştir.

Benzer şekilde Iréne Melikoff da Mevlânâ’nın hümanizmasının Batı hümanizmasından ayrıldığını belirtmiştir.[13]

Nazim Hikmet’le yakın dost olan Rus edebiyatçı-yazar Radi Fish, Mevlana hakkındaki kitabına “Bir Anadolu Hümanisti Mevlana” adını vermiştir.[14]

Prof. Mehmet Aydın, “Mevlana Hümanizminin Boyutları” başlıklı tebliğinde şöyle demiştir:

“Hz. Mevlana’nın hümanistliği ve üniverselliği üzerinde bugüne dek birçok şey yazılmış ve söylenmiştir. Mevlana hümanizmini ve üniverselliğini dinler üstü veya dinleri senkretik bir yaklaşımla birleştirmeye yönelik tavırlar içinde görmeye çalışanlar olmuştur. Hz. Mevlana üniverselliği ve hümanistliği doğrudur. Fakat Mevlana’yı İslamiyet üstü olarak görmek veya İslami kayıtlardan kurtulmuş olarak görmeye çalışmak, Mevlana’yı anlamak için doğru bir yaklaşım olmayacaktır.”[15]

“Hz. Mevlana insana ve hümaniter sevgiye çok önem vermiştir. Çünkü bütün Müslüman sufiler, insana, Allah’ın en ulvi yaratığı olarak bakmışlar ve ona insanca davranışı bir ahlak ve edep borcu görmüşlerdir. Mevlana bu ortak sufi eğilimi doruk noktada evrenselleştirmiştir. Anadolu’nun XIII. Yüzyıldaki büyük mistik dehaları olan Yunus Emre, Hz. Mevlana ve diğerleri “Yaratılanı Sev Yaratandan Ötürü” felsefeleriyle İslam hümanizmini, batı hümanistik felsefeleriyle denkleştirmiştir. Ancak batı hümanizmini teist veya ateist çizgi olmak üzere iki kategoride mütalaa ederken, İslam’ın sufi hizmanizmi Allah merkezli bir çizgide seyretmektedir… Hz. Mevlana, hümanizminin temellerini Kur’an-ı Kerim’den almaktadır.”[16]

Görüldüğü zere Prof. Aydın da tebliğinde, Sadi Irmak’ın yaklaşımı gibi, “Mevlana başka tür bir hümanistti; o Müslüman bir hümanistti” demeye çalışmıştır. Ancak Batılılara Mevlana’yı tanıtma ve kabullendirme adına bu zorlama tariflere, hümanist kavramını kullanmaya mecbur muyuz?

Hz. Mevlana, Yüce Allah’ın, yeryüzünde ‘halife’ olması için, ‘en güzel kıvamda’ yarattığı, ‘ruhundan üfürdüğü’, ‘meleklerin secde ettiği’ insana, özellikle ondaki ruha büyük önem vermektedir. İnsanı ‘eşref-i mahlukat’ yani yaratılmışların en şereflisi görmekte, insanoğluna kâinattaki değerini, Allah’a karşı sorumluluklarını, kulluğunu ve Allah’a doğru ruhsal yolculuğunu hatırlatmaktadır. Nitekim Mevlana’nın aşağıdaki sözleri bunların delillerindendir:

“İnsan, her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki esas maksat, onun Allah’a kulluk ve ibadet etmesidir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) âyetini oku da anla ki dünyadan maksat, ibadetten başka bir şey değildir.”[17] 

“Ben kulum, kulum, kulum.

Kulluk vazifemi layıkıyla yapamadığımdan utancımdan başımı önüme eğdim.

Her kul/köle âzad olunursa sevinir, mesrur olur,

Ben ise ne zaman sana tam kul olursam, o vakit sevinirim.”[18]

“Zavallı insan! Kendini gereği gibi bilemedi, tanıyamadı. Çok ötelerden, yücelerden, ezel âleminden geldi, bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü. İnsan kendini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibiydi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı.”[19]

“Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir.”[20]

“A yoksul! Hiçbir insanı hor görme.”[21]

“Hiçbir kâfiri hor görmeyin, olur ya Müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamıyla yüz çeviriyorsun?”[22]

“Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel.

Kâfir, ateşperest, putperest olsan da bırak gel.

Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.

Yüz kere bozsan da tevbeni yine gel.”[23] Mevlana, –esasen kendisine ait olmayan bu meşhur rubai ile- her ırk, renk, millet, cinsiyet, din ve dilden günahkâr insanı dergâhına çağırmaktadır. Ancak sırf bu söz sebebiyle ona hümanist denilemez. İnsanın değerini vurgulamak başka, felsefeye dayalı ve dine karşı olarak insanı tanrılaştırmaya kadar varmak başkadır.

Mevlana, kendisini İslam’ı referans almadan tanımlayanlar için açıkça şöyle demiştir:

“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim.

Ben, Allah’ın seçkin peygamberi olan Muhammed’in yolunun toprağıyım.

Her kim benden, buna aykırı bir söz naklederse,

O sözleri çıkarandan da, o sözlerden de şikâyetçiyim.”[24]

Mevlânâ, bu sözleriyle bir İslâm âlimi olarak peygamberlerin mirasının gerçek vârisi olduğunu, Allah ve insan arasındaki ilişkiyi anlamak için Kur’an ve Sünnet’e başvurmak gerektiğini söylemekte, bu ikisine uymayan noktalarda kendisine yapılacak yakıştırmalar ile alâkası olmadığını bizzat kendisi bize bildirmektedir.

Mevlânâ’da İnanç Sistemi adlı bilimsel bir çalışma yapmış olan Kamil Yaylalı, onunla ilgili olarak şu sonuca varmıştır:

“Mevlânâ, yolunda ilerlerken, şeriat terazisini bir an bile elinden bırakmamış, Ehl-i Sünnet’in yolundan zerre kadar ayrılmamıştır. Muhtelif nüshalarda müteaddit terceme ve şerhlerine tekrar tekrar müracaat ettiğimiz Mesnevî’nin muhteviyatında gerek itikadî, gerek amelî mevzularda İslam’ın ruhuyla bağdaşmayan bir şeye rastlayamadık. O, söz ve hareketlerinde, Kitap ve Sünnet’e son derece bağlı, Resulüllah’a ve Selef’e son derece hürmetkâr olmakta devam etmiştir.”[25]

Bütün bunlar gösteriyor ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî tam bir Allah aşığı, Hz. Muhammed tutkunu ve Kur’an bağlısı bir mutasavvıftır. Böyle bir mutasavvıf şahsiyetin taşıdığı ve temsil ettiği değerler, nasıl olur da dinî boyutlarıyla ele alınmaz? Nasıl olur da böyle bir mutasavvıf, seküler zihniyetin ürünü olan bir takım kavramlara nispet edilerek modernizmin dayattığı yaşam biçimi ve zihin inşasına alet edilebilir?! Ve nasıl olur da böyle bir Allah insanının dile getirdiği değerlerin muharrik gücünün İslam imanı olduğu gözlerden kaçırılabilir?[26]

Prof. Mehmet Bayrakdar’a göre,

“Günümüzde, özellikle de Türkiye’de hümanizm, felsefe anlamının dışında, halk arasında bir kullanım kazanarak ‘tolerans’ ve ‘hoşgörü’ karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm kelimesinin bu âmiyane kullanımıyla, tolerans ve hoşgörüye oldukça ağırlık veren Mevlana’ya hümanist demede de belki bir sakınca olmayabilir.”[27]

Fakat biz Hz. Mevlana’yı tarif için, onu yabancılara kabullendirmek için Hümanist kavramını kullanmaya mecbur muyuz?

Biz, Mevlana ve öğretisini bir adla adlandırmamız gerekirse, Mevlana’ya ‘insaniyetçi’ düşünür, öğretisine de ‘insaniyetçilik’ diyebiliriz. ‘İnsaniyet’ sözcüğünden türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerinden hem daha kapsamlıdır hem de Mevlana’ya ve öğretisine daha uygundur.[28]

Prof. Nurullah Çetin’in de ifade ettiği üzere,

“Mevlâna, ‘insan sever’, ‘insana değer veren’ anlamında yani sığ, yüzeysel anlamda hümanist olarak görülebilirse de felsefî anlamda ve terim olarak dünya literatürüne giren şekliyle hiçbir zaman hümanist olarak değerlendirilemez. İyi niyetle bile olsa kavram kargaşalığına meydan vermemek için özellikle Mevlâna’nın hümanist olarak nitelendirilmemesi gerekir. İnsanı sevdiği doğru, ama hümanist olduğu yanlıştır. Dünyaya özellikle Batı dünyasına Mevlâna’yı güzel göstereceğiz diye işgüzarlık yapıp, Mevlâna’nın ne kadar insancıl olduğunu söylemek için onu hümanist yapmaya gerek yok. İnsanı sevdiği ve ona değer verdiği anlatılır, açıklanır ama bu durum, “hümanist” terimiyle ifade edilemez.”[29]


[1] Bu makalemizde Hümanizm hakkında özet bilgiler kaydedeceğiz. Detaylı bilgi için bkz. Hakan Gündoğdu, “Hümanizm Bir Din midir?” Dinler Tarihi Araştırmaları-II, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, Ankara 2000, s. 99-125 http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D075059%5C2000/2000_GUNDOGDUH.pdf

[2] Nurullah Çetin, “Mevlana hümanist bir şair midir?” Türk Kültürü Edebiyatı ve Sanatında Mevlana ve Mevlevilik (Bildiriler), Sümam Yayınları, 2007, s. 553-554

[3] Büyük Larousse, XI, 5443

[4] Büyük Larousse, XI, 5443

[5] Büyük Larousse, XI, 5443

[6] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 1997, s. 469

[7] Antikite, ortaçağ öncesi, Antik Yunan ve Antik Roma uygarlıkları için kullanılan bir terimdir. (Ş.K.)

[8] Nass: Kesinlik arz eden dinî hükümlerin dayalı olduğu kutsal metin. Örneğin Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sözlerini içeren hadis metinleri ile bu metinlerin açık sözlerinden çıkan hükümler nass’tır. (Ş.K.)

[9] Cemil Meriç, “Çağın Dini: Humanizm”, Hisar Dergisi, Ocak 1980 http://cemilmeric.net/27.html

[10] Ruhattin Yazoğlu, “Humanizm ve Mevlana”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 20, Erzurum 2002, s. 67

[11] Çetin, a.g.m., s. 559-560

[12] Sadi Irmak, “Humanist Mevlana”, Mevlana ve Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya Turizm Derneği, 1978, s. 1-2

[13] “Batı Hümanizması Karşısında Mevlânâ’nın Hümanizması”, Mevlânâ, (Bildiriler), Konya, 1983

[14] http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=92245

[15] Mehmet Aydın, “Mevlana Hümanizminin Boyutları”, Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi (Mevlana Özel Sayısı), Konya, 2007, s. 53

[16] A.g.m., s. 54

[17] Mevlana, Mesnevi, cilt: III, beyit nu: 2987-2998

[18] Tahir Büyükkörükçü, Mevlana ve Mesnevi, İstanbul, 1983, s. 44, 67

[19] Mesnevi, cilt: III, beyit nu: 1000-1001

[20] Mevlana’nın Rubaileri, çev. M. Nuri Gençosman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1994, rubai nu: 228

[21] Mevlana, Divan-ı Kebir, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, cilt: II, beyit nu: 2261; Divan-ı Kebir (Seçmeler), haz. Şefik Can, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2000, cilt: 1, s. 79

[22] Mesnevi, cilt: VI, beyit nu: 2451-2452

[23] Mevlana, Rubailer, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Ankara, 1982, s. 23, rubai nu: 69

[24] Mevlâna’nın Rubaileri, çev. M. Nuri Gençosman, rubai nu: 1052; Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Rubâîler, çev. Şefik Can, Kurtuba Kitap, İstanbul, 2008, rubai nu: 1311.

[25] Kamil Yaylalı, Mevlânâ’da İnanç Sistemi, Konya, 1987, s. 310

[26] Seyfullah Kara, “Dini Tarafı Dışlanmış Bir Hümanist Düşünür Tiplemesi: Mevlana Celaleddin Rumi”, Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu Bildirileri-II, Şanlıurfa, 2007, s. 147

[27] Mehmet Bayrakdar, Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1991, s. 87

[28]  Yazoğlu, a.g.m., s. 72

[29] Çetin, a.g.m., s. 565

http://www.fihimafih.org