Mevlâna ve Divan Şairleri
Doç. Dr. Osman HORATA*
Özet
13. asır Anadolu coğrafyasının ortaya çıkardığı önemli şahsiyetlerdenbiri olan Mevlâna,Turk sufîliğinin temellerini atan büyük mutasavvıflardan biridir. Onun tasavvufî görüşleri üzerine kurulan Mevlevîlik, Osmanlı İmparatorluğunun siyasî ve sosyo-kültürel hayatında önemli bir rol oynamıştır. Divan şairlerinin en çok tercih ettikleri tarikatların başında Mevlevîliğin gelmesi, bunun göstergelerinden biridir. Bu araştırmada, Divan şairlerinin Mevlâna’ya bakış açılan ve onları Mevlevîliğe yönelten sebepler incelenmeye çalışılmıştır.
ANAHTAR KELİMELER: Mevlâna, Mevlevîlik, Divan Şiiri, Divan Şairleri
Abstract
Mevlâna, who lived in the geography of Anatolia in 13th century, was one of greatest sufis that founded Turkish mysticism. Mevlevi order, the founded on his mystic thought, has played an important role in the political and social-cultural life of te Ottoman Empire. The proof of this cames from the fact that most Divan poets prefered the Mevlevi order. In this study, we aim to find the reasons of why Divan poets were interested in Mevlevi order and to study their point of view about Mevlana.
KEY WORDS: Mevlana, Mevlevi order, Divan Poetry, Divan Poets
Giriş
Tarihçiler, Moğolların baskısı altında çökmek zorunda kalan Anadolu Selçukluları’ndan sonra, küçük bir uç beyliğinin yüz elli yıl gibi kısacık bir sürede büyük bir imparatorluk hâline gelmesini, Orta Çağ’ın en önemli meselelerinden biri olarak kabul ederler. Köprülü, bu yükselişin temel dinamiklerinin anlaşılabilmesi için 13. asrın siyasî esas olarak da sosyal analizinin iyi yapılması gerektiğini söyler. Çünkü bu asır, Osmanlı’ya yön veren dinamiklerin temellerinin atıldığı; imparatorluğa doğru giden bir tarihin “geçiş” ve “oluşum” devri olmuştur (Köprülü, 1981: 62).
Makalemizde, 13. asır Anadolu coğrafyasın ortaya çıkardığı önemli şahsiyetlerden biri olan ve imparatorluğun gerek sosyal, gerekse siyasî hayatında odak noktalarından biri hâline gelen Mevlâna’nın sosyo-kültürel hayattaki yeri üzerinde durarak; onun Divan şairleri için cazibe merkezi olmasının sebepleri aranmaya çalışılacaktır. Mevlâna’nın kişiliği, yetiştiği dönemin şartlarıyla sanıldığından fazla ilgilidir. Bu sebeple, öncelikle onun yetiştiği döneme ana hatlarıyla bir göz atmak yerinde olacaktır.
Asırlarca Türkler ve Arapların akınlarına sahne olan Anadolu toprakları, 1071’deki Malazgirt zaferinden sonra ise Türklerle Haçlı ordularının mücadele arenasına döner. Bir taraftan Orta Asya’dan gelen milyonlarca Türkü iskan etmekle uğraşan, bir taraftan da Haçlı ordularını püskürtmeye ve iç çatışmaları bastırmaya çalışan Selçuklu Türkleri, siyasî birliği sağlama konusunda oldukça zorlanırlar. 12. asra gelindiğinde bu konuda önemli bir merhale kateden Selçuklular, /. Alâaddin Keykubad (1219-1237) döneminde “altın” çağlarını yaşarlar. Fakat Moğollar karşısında 1243 yılında alınan Kösedağ yenilgisi, sosyal ve siyasî huzurun yeniden bozulmasına, bir asır boyu devam edecek bir zulüm ve sefalet döneminin başlamasına sebep olur. Selçuklu sultanları Moğolların valisi durumuna düşer; bunlardan ümidini kesen halk, baskının fazla hissedilmediği Batı bölgelerinden başlamak üzere beylerin etrafında teşkilatlanmaya ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başlarlar. Sultan II. Mesud’un, 1320’de Moğollar tarafından öldürülmesiyle Selçuklu Devleti resmen yıkılır ve onların maddî ve manevi mirası üzerinde yükselecek imparatorluğa giden bir süreç başlar (Bu konuda bk. Köprülü, 1981:70-121 ; Shaw,1982: 28-31 ; Öztuna, 1988 : 53-59).
13.yüzyıl Anadolu’su, bütün bu olumsuzluklara karşılık kültür hareketleri bakımından son derece canlı bir dönem geçirir. Bunda Moğol baskısı sebebiyle Horasan, Harezm, Semerkant, Bakü, Belh, Bağdat vs. gibi şehirlerden kaçan birçok âlim ve mutasavvıfın Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmasının önemli bir etkisi olmuştur. Bu asırda, Oğuz Türkçesine dayalı yeni bir yazı dili oluşmuş ve ilk eserler verilmeye başlanmıştır. Türklerin tarih sahnesine çıkardığı üç büyük sufî Hacı Bektaş-ı Velî (Ö.1270), Mevlâna (Ö.1273) ve Yunus Emre (Ö.1320 ?) gibi büyük şahsiyetler bu asırda yetişmişlerdir. Ayrıca İbni Arabî (Ö.1240), Necmüddin Dâye (Ö.1256), Fahrüddin Irakî (Ö.1280), Sadrüddin Konevî(ö.1274) gibi tasavvuf tarihinin önemli isimleri de tasavvuf klâsikleri hâline gelmiş eserlerini bu topraklarda yazmışlardır. Bunlar sayesinde tasavvuf, Anadolu’da çok hızlı bir şekilde yayılmış ve bu asır Türk sufîliğinin bir oluşum dönemi olmuştur (Kara, 1985:278 ; Kara, 1993: 180-181). Bu dönemde, değişik coğrafyalardan kopup gelen farklı düşünce ve kültürler, taassuptan uzak geniş görüşlü düşüncelerin doğmasına zemin hazırlamış; Anadolu’da kök salmaya çalışan tasavvuf düşüncesi sarsılan sosyal ve siyasî ortamda ümitsizlik içindeki insanları hayata bağlayan bir sığınak gibi olmuştur. Herkesi “tanış olmaya”, “işi kolay kılmaya” çağıran, yetmiş iki millete bir gözle bakabilen bu sufîler; insanları dıştan içe döndürerek, içlerindeki yüce varlığı idrak ettirmeye çalışmışlar; kin ve öfkeyi değil sevgi ve sabrı, ihtirası değil kanaatkâr olmayı, cimrilik ve hasetliği değil yardımlaşmayı ve cömertliği, başkalarına karşı üstünlüğü değil eşitlik ve hoşgörüyü savunmuşlardır. Anadolu’da yükselen Türk kültür ve medeniyetinin temelleri onların savunduğu bu sevgi ve barış ahlâkı üzerinde yükselmiştir.
1- Mevlâna ve Mevlevîlik
Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Osmanlı’nın kuruluşunda önemli bir rol oynayan Yeseviyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye gibi Horasan menşeli tarikatlar, sadece kolonizatör dervişleriyle hizmet vermiş ve müesseseleşemiyerek zamanla yerlerini başka tarikatlara bırakmışlardır. Aynı şekilde Osmanlı’nın kuruluş döneminde faal olan Rıfaiyye ve Halvetiyye gibi Arap kaynaklı tarikatlar da fazla yaygınlık kazanamamıştır. Mevlâna ve Hacı Bektaş etrafında oluşan Turk orijinli tarikatlar ise teşkilatlanarak imparatorluğun her tarafını sarmışlar, siyasî ve sosyal hayatta önemli bir rol oynamışlardır (Köprülü, 1981: 144-171 ; Kara, 1993: 180-181). Mevlevîlik, her kesimden taraftar bulmakla birlikte daha çok orta burjuva kesimine hitap eden ve sünnî anlayışa sahip bir tarikat olurken; Bektaşîlik yerleşik ve göçebe Türkmenlerden oluşan halk kesimi arasında yaygınlaşan ve bilhassa Rumeli’deki Hristiyan kesimin “ihtidâ”sında etkili olan heterodoks bir tarikat hâlini almıştır.
Mevlevîliğin temellerini atan ve asıl adı Muhammed Celaleddin olan Mevlâna, 1207 yılında Afganistan”ın kuzeyindeki Belh şehrinde doğmuştur. Babası, devrinde “sultâ-nü’l-ulemâ” ünvanıyla anılan Türkistan’ın büyük mutasavvıflarından Necmeddin Kübrâ’nın talebesi Bahâeddin Veled’dir (1151-1231). Moğol tehlikesi sebebiyle, 5-6 yaşlarında (bazı kaynaklara göre 12 yaşında) ailesiyle birlikte Anadolu’ya göç etmiştir. İlk hocası babası olmuş, onun ölümünden sonra eğitimini babasının müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmîzî üstlenmiştir. Babasının ölümünden sonra Şam’a giden ve İbni Arabî ve Sadrüddin Konevî gibi büyük mutasavvıfların sohbetlerinde bulunan Mevlâna, Arap ve Fars edebiyatına vakıf, dört medresede birden ders veren meşhur bir âlim olmuştur. Olgunluk dönemi, Moğol hâkimiyeti yıllarına rastlamıştır. Babası ve Tirmizî’nin çabalarıyla olgunlaşan manevî yönü Şems’le tamamlanmış ve dış dünyadan ilgisini keserek şiir yazmaya başlamış ve günlerini sema etmekle ve müridlerinin eğitimiyle geçirmiştir. Mesnevî başta olmak üzere Dîvan-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbat gibi bir çok eserin sahibi olan Mevlâna 17 Aralık 1273’te ölmüştür (Yeniterzi, 1995:1-18 ; Gölpınarlı, 1959).
Mevlâna’nın tasavvuf düşüncesi, Necmeddin Kübra’dan (ö.1221) gelen sünni anlayışa dayalı tasavvuf mektebi, İbni Arabî’nin metafizik ve mistik sistem halinde tasavvuf dünyasına sunduğu vahdet-i vücud mektebi, kaynağını Horasan Melametiyyesinden alan İlahi aşk ve cezbeye dayalı Kalenderî tasavvuf olmak üzere üç temel kaynaktan beslenmiştir (Ocak, 1991: 142-143). O, almış olduğu iyi eğitimi sayesinde bu farklı anlayışları yepyeni bir sistemde birleştirerek; farklı kültür ve düşüncelerin çarpıştığı 13. yüzyıl Anadolu’sunda herkesi kucaklayan bir senteze ulaşmıştır. Bu özellik, Mevlâna’yı diğer mutasavvıflardan ayıran en önemli husus olmuş ve onun bu yorumu Osmanlı kültür hayatında büyük bir yankı bulmuştur.
Mevlâna‘nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, onun tasavvuf anlayışını tarikat haline getirmiş ve beylikler döneminde ilk Mevlevihaneler açılmaya başlanmıştır. Osmanlı beyliği içinde ise ilk dergah, II. Murad döneminde (1421-1451) açılmış ve 16. Asırdan itibaren Osmanlı devlet adamlarından büyük bir ilgi görmüştür. Aynı önemi Bektaşiliğe de veren merkezi yönetim, bu iki sufi gücü dengede tutmaya çalışmıştır. Zaman zaman da resmi otorite Şii -batıni hareketlere karşı Mevlevilere itibar etmiştir (Gölpınarlı, 1983 :269-273; Ocak, 1996: 20-21; Göyünç, 1991). Bu sebeple Mevlevilik, imparatorluğun genişlediği her yere ulaşma imkanı bulmuş, köylere kadar yayılan Mevlevihaneler Osmanlı’nın büyük şair, musikişinas, hattat ve nakkaşlarını yetiştiren yüksek düzeyde birer kültür, ilim ve sanat merkezleri haline gelmiştir.
2- Mevlevilik ve Divan Şiiri
Mevlâna, yaşadığı çağdan itibaren, gerek tasavvuf anlayışı, gerekse en olgun dönemindekaleme aldığı Mesnevi”siyle Türk Edebiyatı’nın doğuşu ve gelişiminde önemli bir rol oynamış; şöhreti sınırların da ötesine taşarak Mesnevisi İngilizceden Flemenkçeye kadar birçok dile çevrilmiştir (Mazıoğlu, 1981:30-39; Çelebioğlu,1978: 99-126; Yeniterzi, 1997:93-1 ıo). Mevlana’nın şairliği sebebiyle, şiirin “sünnet-i seniyye-i Mevleviyye” olarak kabul edilmesi ve bu tarikattaki Mesnevi okuma ve okutma geleneği, Mevlevileri şiirden anlamaya hatta şair olmaya yöneltmiştir. Bu sebeple, Mevlevihaneler Klasik Edebiyatı besleyen en önemli kaynaklardan biri haline gelmiştir. Şeyhlik makamındaki şahsiyetin Neşatî, Şeyh Galib gibi büyük bir şair olması ise, şiire olan ilgiyi daha da arttırmış; Esrar Dede gibi birçok şair şiir yazmaya Mevlevihanelerde başlamıştır.
Edebiyatımızda Mevlevi olan divan şairlerinin sayısı 300’ü bulmaktadır. Bu, Mevleviliği % 68 gibi büyük bir oranla Divan şairlerinin en çok rağbet ettikleri tarikatların ilk sırasına yerleştirmektedir. Diğer tarikatların oranı ise % 10’ların altında kalmaktadır. Mevlevi şairlerin sayısı 16. yüzyıldan itibaren artmaya başlamış 18.asırda ise büyük bir artış göstermiştir. Tezkirelerde, Mevlevi olduğu belirtilen şairlerin sayısı 17. asırda sadece 10 iken, bu 18. asırda 212’ye yükselmiştir (İsen, 1989 : 23-27 ; İsen, 1997 : 216-218) . Bu asırda görülen büyük artışta, merkezi idarenin Bektaşliiğe karşı Mevleviliği ön planda tutmaya başlamasından ziyade, 17. asrın büyük şairlerinin Mevlevi olmasının etkisi göz ardı edilmemelidir. 15. asırda, Hüdayî Salih Dede; 16. asırda, Şahidî, Yusuf Sineçak, Fevrî, Bursalı Rahmi, Safayî, Nigehî, Arifî; 17. asırda, Cevri, Neşatî,Enis, Fasih, Bahayî, Mezakî, Nabî ve Nef’î; 18. asırda, Sakıb Dede, Nahifî, Birrî,Neylî, Receb Dede, Nesib, Nâyî Osman Dede, Fennî, Neyyir, Hulusî, Şeyh Gâlib ve Esrar Dede; 19. asırda Yenişehirli Avnî, Leylâ Hanım, Şeref Hanım akla gelen ilk Mevlevi şairlerdir. Bunların bir kısmı Mevleviliğe intisap ederek çilelerini tamamlamış bir kısmı da muhiplik seviyesinde kalmıştır. Bunların yanında Mevlevi olsun veya olmasın bir çok şair Mevlana hakkında medhiyeler yazmış, şiirlerinde ondan bahsetmişlerdir. Mevlâna ile ilgili bu şiirleri toplayan mecmualara da rastlanmaktadır.1
Divan şiirinde Mevlâna ve Mevlevilik, başlıbaşına büyük bir araştırmanın konusudur. Bu konuda şu ana kadar büyüklü-küçüklü birçok çalışma yayımlanmıştır (bk.Kaynaklar). Fakat bunların çoğu bir şair veya şiirle sınırlı kalmış veya divanlardan seçilen beyitlerin sıralanmasından öteye geçmemiştir. Yazımızda, bu edebiyatın önde gelen şairlerinin Mevlâna hakkında yazdıkları müstakil şiirler ele alınarak, onların Mevlâna’yı nasıl değerlendirdikleri, çizdikleri Mevlâna portresinin yukarıda açıklamaya çalıştığımız tarihi kimliğiyle örtüşen ve ayrışan taraflarını belirlemeye çalışacağız. Araştırmamızda, Mevlevi şairlerin belli başlılarının eserleri incelenmekle birlikte, konu Mevlevilikte şeyhlik makamına kadar yükselen Neşatî, Şeyh Galib, Sakıb Dede ile binbir günlük çilesini tamamlayarak “dede”lik payesini alan Esrar Dede ve Mevleviliğe ilgisi “muhiplik” (hayranlık) seviyesinde kalan Nef’î ve Nabî ile sınırlı tutulmuş; bunlardan ayrı olarak, tezkire yazarları içinde Mevlâna’ya yer veren tek tezkireci olan ve şairlerhakkındaki yargılarının doğruluğu ile dikkati çeken Latifi de çalışmamıza dahil edilmiştir.
3- Mevlânave DivanŞairleri
Latifî (ö. 1582): Anadolu sahasında Sehî Bey’den sonra yazılan ikinci tezkirenin sahibi olan Latifî, eserinde girişten sonraki ilk bölümü şeyh şairlere ayırmış ve burada once Mevlâna’yı anlatmıştır (Latifî, 1314: 36-39; ayrıca bk. Ayan, 1993: 65-70).
Onun ve diğer şairlerin Mevlâna’ya bakışlarında tasavvufî dünya görüşünün hâkim olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi, mutasavvıflara göre tasavvuf, aklın yetmediği alanlarda “mutlak hakikat’e gönül yoluyla ulaşabilme felsefesidir. Bu da, gönlünü dünya ile ilgili her şeyden temizleyip, aşk yoluyla görünen gerçeğin (zâhir) ardındaki öze yani “hakikate (bâtına) ulaşmakla gerçekleşir. İşte Mevlâna gibi veliler, görünmeyeni (gaybı) görebilen, ayet ve hadislerin arkasındaki gizli manaları keşfedebilen “yakîn ehli” kimseler olarak kabul edilmişlerdir.
Latifî’ye göre de, Mevlâna gibi mutasavvıflar şöhret kazanmak ve sanat amacıyla değil, din yolunun yolcularına rehberlik etmek amacıyla şiir yazmışlardır. O, Allah’ın “yakîn’i (mutlak hakikati görebilen), anlaşılması güç sırlan açıklayan velilerin en büyüğüdür. Sadece “bâtın” ilminde değil “zâhir” ilminde de benzersiz, devrinde dört medresede birden ders veren eşsiz bir müderristir. Mesnevîsi de, gayb âleminin, ayetlerin ve hadislerin gizli kalan sırlarını açıklayan; mutlak hakkikate ulaşmaya çalışan “yakin” ehlinin kılavuzu, din yolunun da bir delilidir. Erenler, insanları yaratıcının yoluna onunla yöneltirler. Kur’an’ın ve hadislerin sırlarını içerdiği için, mutasavvıflar ona “mahzenü’l-esrâr” (sırlar hazinesi) demişlerdir. Mesnevî’deki anlaşılması güç semboller ve meselenin “zâhir”inde kalanlara ters gelebilecek bazı ifadeler vardır. Bunlar, mutasavvıfların “vecd” hâlinde yani “mutlak hakikat”i (Hakk’ı) görüp dehşete düştükleri anda söyledikleri, “te’vil” (görünen anlamının dışında yorumlama) gerektiren sözlerdir.
Nefî (Ö.1635): Mevlâna için 1’i Türkçe, 3’ü Farsça olmak üzere dört kaside yazan Nef’î Mevlevî bir şair değildir. Şiirlerinden Mevlevîlikle ilgisinin olduğu anlaşılmakla birlikte, bunun “muhip”likten öteye geçmediği anlaşılmaktadır (Akkuş, 1993:21).
A.Nihad Tarlan, Nef’ î’yi edebiyatımızda Mevlâna’yı ruh ve heyecan bakımından en iyi anlayabilen tek şair olarak görür ve arkasından da aslında Mevlâna’nın anlaşılamayacağını ifade eder: “Son asra gelinceye kadar fikir vadisinde onu lâyıkıyla anlayan ve şiir vadisinde onu takip eden çıkmamıştır. Ve bu imkansızdır. Çünkü bir Mevlâna’nın yetişmesi için o bünye, o ruh ve hayat şartı lazımdı. (…) Haddizâtında Mevlâna anlatılmaz. Çünkü anlaşılmaz. O sadece mümkün olduğu derecede duyulur. Onu anlatmaya çabalayanlar derece derece dış çizgilerine yanaşabilenlerdir. Kanaatimce bunların başında onyedinci asır büyük Türk şairlerinden Nefî gelir.” (Tarlan, 1974 : 87-88).
Nef’i de, diğer şairler gibi Mevlâna’yı evliyaların en büyüğü olarak görür ve onu hakikat (ma’nâ) ülkesini aydınlatan güneşe benzetir. O evliyalar içinde yegâne “içtihat” sahibi olan, sadece “bâtın” ilminde değil “zâhir” ilminde de üstâd olan tek kimsedir. Bu sebeple, hakikat yolunda sadece Mevlâna’nın bendesi olabileceğini belirterek, ondan başkasına uyarsam kafir olayım, der. Onun şöhretinin sadece Anadolu’yla sınırlı kalmadığını, Arap, Acem ve Hint ülkelerine de yayıldığını belirtir.
Nef’î, Mevlâna’nın daha çok Mesnevî’si üzerinde durmuştur. Farsça kasidesinde, İlahî sırları, kâinatm gerçeklerini Mesnevî sayesinde anlayabildiğini söyler:
“Mesnevî sahibinin bana ilham ettiği feyz sayesinde ruhanî hâlâttan bahsedebiliyorum. Mesnevî deyip geçme. O Hak sırlarının hiiccetidir. Onun feyzini tahayyül ederek söze başlarsam Kur’an’ın en derin manalarından dem ururum” (Tarlan, 1974: 96).
Çünkü Mesnevî, dinin hakikatinin ifadesidir. Onun kaleminden çıkan her nükte tevhidi açıklar. Nef’î, Mesnevî’yi de ayağınm toprağı olarak gördüğü Fars Edebiyatının büyük şair ve mutasavvıflarından, Feridüddin Attar sayesinde anlayabildiğini belirtir:
Nefî-i mu’ciz-beyânum bende-i Monlâ-yı Rûm
Ne Hakîm-i Gaznevîyim ne Emîr-i Dehlevî
Hâk-i pây-i Şeyh Attâr’ım ki oldı himmeti
Tab’uma üstâd-ı ders-i müşkilât-ı Mesnevî (Akkuş, 1993: 51)
Şair, Mevlâna aşkıyla geldiği seviyeyi anlatırken, kendi benliğini Tanrı varlığında nasıl yok edip O’nunla bütünleştiğini şöyle ifade eder:
“Âşıkım. Dünyaya gülüyorum. Küfre de, imana da lâkaydım. Yaratılışı temiz bir âşıkım. O kadar temizim ki Canan’la birliğimi iddia ediyorum. Küfrüm iman, imanım küfr oldu. Şeyhe de, râhibe de ta’n edebilirim. Cennet ve Cehennem kaydından kurtulmuşum. Eğer onlardan zerre kadar bahsedersem kâfir olayım…” (Tarlan, 1974: 99).
Birkaç beyitte subjektif imajlara yer veren şair, ilk yaratılan aklı (nûr-ı Muhammedî) cevhere, Mevlâna’yı da bu cevherin nuruna benzetir. Sözleri ise ebedî hayatın kapılarını açan Hz. İsa’nın nefesinin özüdür. Onun gönül bahçesinde, Gülşenî’nin ruhu manevî bir bahçıvan; düşünce hazinesinde de Ruşenî’nin gözü, inzivaya çekilmiş bir gözcüdür. Şair bu soyut imajların ardında, Gülşenî’nin, Mesneviye Ma’nevî adlı bir nazire yazmasına; Ruşenî’nin de onun ilk manzum tercümesini yapanlardan biri olmasına telmihte bulunmaktadır.
Mübalağaya düşkünlüğüyle tanınan bir şair olan Nef’î, Mevlâna gibi büyük bir şahsiyetin karşısında kalemini aklın emrine vererek Mevlâna’yı kendi akıl ve gönül dünyasına yansıyan önemli özellikleriyle anlatmıştır. Böylelikle ortaya realist bir Mevlâna portresi çıkmıştır.
Neşatî (Ö.1674): 17. asır Divan şiirinin ve Hint üslûbunun önde gelen isimlerinden biri olan şair, 1670’de Edirne Mevlevîhanesi’ne şeyh tayin edilmiş ve ölümüne kadar (1674) dört yıl süreyle bu görevini sürdürmüştür. Divanı’nda, Mevlâna için bir kaside ve mesnevî şeklinde bir medhiye vardır. Bunların dışında Divan’da onun Mevlevî olduğunu hissettirecek beyitlere rastlanmamaktadır. Neşatî, Mevlâna’yı “ledün” ilmine (Hak’tan gelen bilgiye) vâkıf, insanlara “‘hakikat” sırlarını gösteren evliyaların en büyüğü olarak görür. Onu, İbrahim Edhem, Cüneyd, Attâr, Bistamî gibi mutasavvıflarla karşılaştırarak, bunların Mevlâna’nın yanında köle olmalarına şaşılmaması gerektiğini, söyler:
Ser-çeşme-i evliyâ-yı zî-şân
Deryâ-yı le-dün muhît-i irfân (Kaplan, 1996: 22-23)
Mevlâna’nın şiirleri, hakikat bahçesinin gülleri ve hikmet bahçesinin süsleridir. Onlar insanların gönüllerini ferahlatan bahar mevsimindeki ırmaklar gibidir. Her kelimesinde binlerce sır ve nükte gizlidir. Mevlâna, Hz. Muhammed’in varisi ve Ebubekir soyundan gelen değerli bir incidir. Türbesi Tur Dağındaki ağaç gibi bütün insanlığa nur saçmaktadır.
Nabî (0.1712): Mevlevîlikle bir ilgisi bulunmamakla birlikte, Mevlâna’ya olan hayranlığını ve sevgisini ifade eden şairlerden biri olan Nabî de, Mevlâna’yı bizim tasavvuramuzun ötesinde, makamı arşın kenarında olan Hakk’ın katına ulaşmış büyük bir velî olarak görür:
Anun makâmına olmaz resâ tuyûr-ı hired
Kenâr-ı arşdadur âşiyân-ı Mevlâna
Degiil bu izzet ü şân-ı cihâniyâna şebîh
Huzûr-ı Hak’da olan izz ü şân-ı Mevlâna (Bilkan, 1997: 36)
Mevlâna’nın gelmesiyle diğer tarikatlar revaçtan düşmüştür. Çünkü Mevlâna, hem “halife-zâde”, hem “Nebî-zâde”, hem de “şeh-zâde”dir. Nabî, bununla Mevlâna’nın soyunun baba tarafından Hz. Ebu Bekir’e, anne tarafından Hz. Ali’ye ve babaannesinin de Horasan Sultanı Celâleddin Harzemşah’ın kızı olmasına telmihte bulunmaktadır.
Mana göğüne yani Hakk’a ulaşmaya Mesnevî’nin satırları bir merdivendir. Mevlâna’nın eserlerini sadece, “halife” (şeyhinin yerine geçecek velî, derviş) ve “kutb” (en büyük velî) seviyesine ulaşanlar anlayabilir. Onun hikmetler söyleyen eserleri Hakk’i açıklar:
Urûca seb’-tıbâk-ı sipihr-i ma’nâya
Sütûr-ı safhasıdur nerdübân-ı Mevlâna (Bilkan, 1997: 37)
Nabî, onun âsitanesini ziyaret etmenin mutluluğunu ifade ederek; tek isteğinin gönül defterinin kenarına Mevlâna kapısının değersiz bir toprağı olduğunun yazılması olduğunu söyler.
Sâkıb Dede (ö.l735):Mevlevîliğin meşhur isimlerinden biri olan Sâkıb Dede, Divanı’ndan ziyade Mevlevî şeyhlerinin biyografilerini anlattığı 3 ciltlik Sefîne-i Nefise-i Mevlevîyye’si ile tanınmaktadır. Şair, medrese tahsilinden sonra Mevlevîliğe intisap etmiş ve daha sonra Kütahya Mevlevîhanesi’ne şeyh olmuş ve 46 yıl bu görevde kaldıktan sonra 1735’te vefat etmiştir. Yetişme dönemi, Vanî Mehmed Paşa zamanında semâ ve raksın yasaklandığı yıllara rastlar. O, bu yıllarda 1000’e yakın Mevlevî’nin öldüğünü, bir kısmının da seyahata çıkmak zorunda kaldığını söyler. Bu sebeple eserinde, Mevlevîliği savunmaya yönelik bir psikoloji hakimdir. Onda, Mevlevîlik neşve olmaktan çıkmış bir amaç olmuştur. Kalemini Mevlevîliği anlatmakta bir araç olarak gören şairin Divanı, baştan sona Mevlâna ve Mevlevîlikle ilgili şiirlerle doludur. Hatta âşıkane gazellerinde bile bu konulara temas etmeden geçememiştir. Divanı’nda Mevlâna ve Mevlevîlikle ilgili 20’ye yakın kasîde vardır. Şair, semâ, rebab, kudüm, ney, def, nemed, külah, hırka , tennûre vs. gibi kavramlar için bile ayrı ayrı kasideler yazmıştır (Arı, 1995: 14,37).
Sâkıb, kasidelerinde Mevlâna’dan ziyade Mevlevîliğin âdab ve erkânıyla ilgili hususları anlatmış ve çoğu kez de subjektif hayâllere başvurmuştur. Mesnevî’nin tatlı suyu, dergâhın bahçesini suladıkça, Mevlâna aşkının şarabını içenler ne Kevser’i ne de Cennet’i arzular vs. gibi:
Olurdu levh-i zâtı ahvâle âyine-i tevhîd
Libâs-ı çâr-unsur olmasa rû-pûş-ı Mevlâna
Zülâl-i Mesnevî itdükçe bâg-ı hânkâhın şâd
Behişt ü Kevser itmez ârzû mey-nûş-ı Mevlâna (An, 1995:95)
Mevlâna dergâhı bütün insanların ve cinlerin kıblesidir. Mesnevî ise, Huda’dan ilham yoluyla Mevlâna’nın gönlüne doğan bir eserdir. Onun her mısraı bir hakikat hazinesi, her noktası sırlar cihanını gösteren bir göz bebeğidir. Baştan sona Hak katından gelen bilgi okyonusu (kulzüm-i ilm-i lediin) gibidir:
Nüsha-i dîvân-ı ilhâm-ı Hudâ’dur Mesnevî
Hâmil-i esrâr-ı şâh-ı enbiyâdur Mesnevî
Merdüm-i çeşm-i cihân-ı râzdur her noktası
Hayret-i âyîne-i âlem-nümâdur Mesnevî (An, 1995: 101)
Sâkıb, Mevlevîliğe laf atanlara karşı, bazen kalemini oldukça sertleştirmiştir:
Niçün ikrâra gelmez Mesnevî tahsîline münkir
Görünce geldigin îmâna kâfir tevbeye efsak
Egerçi Mevlevî düşmenligi besdür cezâ amma
Nedür görsün hele pîşîn savb-ı Hakk’a harf atmak (An, 1995:120)
Şeyh Gâlib (Ö.1799): Mevlevî şairlerin ve Klâsik Edebiyatın zirvelerinden biri olan Gâlib, çilesini Yenikapı Mevlevîhanesi’nde tamamladıktan sonra Galata Mevlevîhanesi’ne şeyh olmuş ve 1799’da vefat etmiştir. Onun şeyhlik dönemleri, Mevlevîliğin siyasi otorite nezdindeki itibarının en fazla arttığı yıllara rastlar. Dergâhındaki sohbetlerin takipçilerinden biri de devrin musikişınas ve Mevlevî muhibbi padişahı III.Selim olmuştur.
Şeyh Gâlib, Mevlâna için 5 kaside yazmıştır. Birkaç gazel-i müzeyyelinde de Mevlâna’yı övmüştür (bu konuda bk. Ayan, 1991: 530- 536). Şair, Mevlâna’ya sığınıp her şeyini Mesnevî’den aldığını, iftihar edeceği bir şeyi varsa onun da yine Mevlâna’dan geldiğini söyler:
Sanadır ilticâsı Gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir (Okçu,1993: 75) Ona göre, Mevlâna Tanrı aşkına mazhar olmuş, “fenâfillah” iklimine hükmeden, “bekâ” tahtının ve “fakr” makamının şahıdır. O, Peygamber’in en kâmil varisi, her iki cihanın da mürşididir:
Makâm-ı fakra şeh ü taht-ı saltanatda fakîr
Tamâm-ı cem’- i şü’ûndur hisâl-i Mevlâna (Okçu,1993: 96)
Mesnevî Allah’ın ruhunun nefesi, İlahî hakikatleri açıklayan bir eserdir. O, Hz. İsa’nın nefesi gibi insanlara ebedî hayatın kapısını açar. Mesnevî, hikmet dersi veren “âyet”ler gibidir. Onda aşk ve muhabbet denizi dalgalanmaktadır. Bu sebeple Mevlâna’nın kapısı mahabbet aşkıyla yananların yüz sürdükleri bir mekândır:
Mesnevîdir nefes-i pür-meded -i Rûhu’llah
Dil-i bîmâra devâ Hazret-i Mevlâna ‘dır
Kitâb-ı Mesnevîsi âyet âyet ders-i hikmetdir
Tokuşmuş mevc mevce kulzüm-i aşk u mahabbetdir (Okçu, 1993: 94, 305)
Galib de böyle bir şâha köle olmakla övünür. Çünkü kendisini ihya eden odur. Ona hizmet etmeyi bir şeref olarak görür ve kendisini nefsin elinden kurtarması için içten bir şekilde şöyle yakarır:
Düşdüm yine kaldır beni yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Bakmaz deyü bildim seni yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
İhsânına magrûr olup cürm eyledim ma’zûr olup
Geldim sana mecbûr olup yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Sen Gâlib’in Mevlâsısın ser-mâye-i ihyâsısın
Lutfu kerem deryâsısın yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm (Okçu, 1993 : 97)
Gâlib’in Mevlâna ile ilgili medhiyelerinde “vahdet-i vücut” düşüncesi önemli bir yer tutar. Ona göre, “enel Hak” davasının binlerce yolcusunun ellerindeki senetleri (dayanakları) Mevlâna’nın sözleridir. Mevlâna’ya kavuşmak vuslatın da ötesinde bir şeydir.
Mutasavvıflara göre, bütün oluşların gerçek sebebi aşktır. Aşk Hakk’ın sırrı, tecellinin sembolüdür. Gâlib de, aşkı Mevlâna’nın sureti, onun yaratılmasındaki mana olarak görür. Mevlâ nereden görünse dile Mevlâna’nın ismi gelir. Mevlâ’nın kudreti Mevlâna misali görülmüştür:
Aşk kim sûret-i Mevlâna’dır
Ma’nî-i hilkat-i Mevlâna’dır
Görünse her ne tarafdan cemâl-i Mevlâna
Geliir zebânlara ism-i celâl-i Mevlâna
Celâl-i dîn olur Allah hakkı celle celâl
Göründi kudret-i Mevlâ misâl-i Mevlâna (Okçu, 1993: 95-96)
Şeyh Gâlib’in Mevlâna medhiyelerinde Hint üslûbunun etkisi de önemli bir yer tutmaktadır.
Esrar Dede (Ö.1796): Mevlâna için 7 kaside (ikisi Mevlevîlikle ilgili didaktik manzume), 1 tesmin yazan Esrar, sema hakkında Mübâreknâme adlı küçük bir mesnevî de kaleme almıştır. Aynca tarih ve kasidelerini genellikle Mevlevî muhitinden insanlar için yazmış ve şiirlerinde Mevlevîlikle ilgili unsurlara çok fazla yer vermiştir. Bu sebeple Esrar Dede, Sâkıb derecesinde olmamakla birlikte tam bir Mevlevî şairi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiir yazmaya Mevlevîliğe intisabından sonra başlayan ve çilesinin bittiği gün vefat eden şair, gözünü Mevlevîhanenin dışına çevirmemiş, devrin ne bir padişahına, ne de devlet büyüğüne kaside sunmuştur (bk. Horata, 1998). O, Mevlâna coşkusuyla kendinden geçerek kalemini duygularının emrine bırakmış, bazen de bu coşkuyla iğrak derecesine varan mübalağalara başvurmuştur.
Esrar, şeyhi Gâlib gibi her şeyini Mevlâna’ya borçlu olduğunu söyler. O, aşıkların served, mürşidleri yetiştiren en büyük hünkardır. İki cihanın kutbu olan evliyalar dahil ezelden ebede herkes Mevlâna’nın kölesidir. Hakikî aşka ulaşmak isteyenler onun sözlerine sarılmalıdır. Çünkü o, bir aşk elçisi (peygamberi), Mesnevî’si de hakikat âleminden ilham yoluyla getirdiği delilleridir (âyetleridir). Esrar da, dinlerin özünde bir farklılık yoktur, onların hepsi vahdet üzerine kurulmuştur, diyen Mevlâna gibi; Mesnevî’nin sadece Kur’an’ın değil, dört kitabın da anlamlarını içerdiğini söyler:
Hakk anı peygam-ber-i aşk eyledi
Mesnevîdir âyet-i Monlâ-yı Rûm
Vahy-i Hudâ’dır Mesnevî şer’-i bekâdır Mesnevî
Hak’dan sadâdır Mesnevîdinle sadâ-yı “bi-ş’nev”i (Horata, 1998:179, 560) Mevlâna, Allah’ın büyük bir sırrıdır. O, Hz. Muhammed’in mi’racda elde ettiği ilimlerin vârisidir. Mevlâna’nın geleceği mi’rac gecesi bütün peygamberlere müjdelenmiş, semâ da o gece aşk ehline gerekli kılınmıştır. Esrar, ayrıca Mevlâna’nın geleceğinin İncil’de müjdelendiğini söylemiş ve onu Hristiyanlıktaki teslis inancına atıfta bulunarak Hz.isa’ya benzetmiştir:
Menba’ı rûh-ı Peder ma’deni feyz-i nefes
Nâm-ı şerîfin diyemem olur edebden ba’îd (Horata, 1998:326) Bunlar, Esrar’ın Hristiyanlıkla epeyce meşgul olduğunu, okudukça da bazı yerlerini Mevlâna’ya işaret saydığını göstermektedir. Bazen Mevlâna dünyaya gelmeseydi âlemler yaratılmazdı, diyecek kadar ileri giden şair; Mevlâna’nın zatı ancak surete girdiğinde görülebilir. Evvel ve âhir herkesin maksadı odur. O dünyaya “kudret’ini ispat için Mevlâ’nın “kuvve” si olarak görülmüştür. Ondan görünen ise sadece aksidir, diyerek “vahdet-i vücut” düşüncesinin tehlikeli kıyılarında dolaşır.
Mevlâna ile ilgili şiirlerinde Gâlib’in etkisi bariz bir şekilde hissedilen Esrar Dede, tecessüsü geniş olan, uzun süren bir arayış döneminden sonra aradığını bulmuş olmanın sarhoşluğuyla duygularını akıl süzgecinden geçirmeden söyleyen; onu kendinden geçtiği anlarda Peygamber hatta Tanrı’ya ait sıfatlarla anlatan; ayrıca Hristiyanlıkla ilgili atıfları ve Mevlâna’ya beslediği içten sevgisiyle dikkati çeken bir şairdir.
Esrar Dede gibi rind-meşreb bir şair olan Fasih Dede (Ö.1699) ise, Galata Mevlevîhanesi’nde çilesini tamamladıktan sonra ömrünün son otuz yılını Mevlevîhane’de geçirmekle birlikte, Mevlâna hakkında müstakil hiç bir medhiye yazmamıştır. Sadece bazı şiirlerinde ona olan bağlılığını ifade etmiş ve Mevlevîlikle ilgili kavramlara yer vermiştir (Çıpan,1993: 120-121). Bu da onun rind-meşrep, maddî aşka düşkün kişiliğinin, Mevlevîliğin önüne geçtiğini göstermektedir.
Diğer Mevlevî şairlere baktığımızda da, onların Mevlâna hakkında söylediklerinin yukarıdakilerden farklı olmadığı görülmektedir. Onlar da Mevlâna’nın “ledün ilmi”nin vârisi ve evliyaların en büyüğü ve özü olduğunu söylerler:
Bahtî:
Bahtiyâ bendesi ol dergeh-i Mevlânâ’nın
Taht-ı ma’nâda odur pâdişâhı dünyânın
Sıdkî:
Ahter-i burc-ı kerâmet şems-i dîn-i bî-zevâl
Mürşid-i râh-ı hakîkat Hazret-i Mollâ Celâl (Ayan, 1994 : 39)
Yenişehirli Avnî ise, “vecd” hâlinde Mevlâna’nın türbesini Peygamber’e ait sıfatlarla över:
Şeş-cihetden rûz u şeb Kerrûbiyan eyler tavâf
Mescid-i Aksâ mıdır yâ Ka’be-i ulyâ mıdır (Çavuşoğlu,1986 : 133)
Sonuç
Divan şairleri, bir mutasavvıf olan Mevlâna’yı, genellikle tasavvufî kabuller çerçevesinde değerlendirmekte; onu, insanları gönül yoluyla Hakk’a ulaştırmaya çalışan tasavvuf erlerinin en büyüğü ve mana ülkesinin (hakîkat âleminin) padişahı olarak görmektedirler. Tarikat mensubu şairlerin eserlerinde de, kendi mürşidleri için benzer ifadelere rastlanmakla birlikte; Mevlevî olsun veya olmasın her kesimden şairin Mevlâna sevgisinde buluşması, Mevlâna’nın farkını ortaya koymaktadır. Latifî ve Nef’î ise, tarihî kimliğine uygun olarak, Mevlâna’nın “bâtın” ilminin yaninda “zâhir” ilminde de üstad oduğunu belirterek, onu mutasavviflar içinde yegâne içtihat sahibi olarak görürler. Bu sebeple Nef’î, Mevlâna’dan başkasına bağlanamayacağını belirterek, onun farklılığını vurgulamaya çalışmıştır.
Şairler, Mevlâna ile Mesnevî’yi birbirlerinden ayırmamakta; her fırsatta Mesnevî’si üzerinde durarak onun önemini belirtmektedirler. Onlara göre, Mesnevî dinin gerçeklerini ifade eden, âyet ve hadislerin bilinmeyen yönlerini açıklayan İlahî sırlar hazinesidir. Şiirlerden, Mevlâna’nın etki hâlesinin büyüklüğündeki en önemli sebeplerinden birinin, Mesnevî’nin Türk kültür ve edebiyatında oynadığı rol olduğu anlaşılmaktadır.
Şairlerin Mevlevî olup olmaması, onların Mevlâna’yı övmesi hususunda önemli olmamaktadır. Ömrünün büyük bir kısmını Mevlevîhanede geçiren Fasih Dede, Mevlâna hakkında hiç bir kaside yazmazken; Nef”î ve Nabî başta olmak üzere Mevlevîlikle ilgisi olmayan birçok şair ona olan hayranlığını ifade eden şiirler yazmıştır.
Divan şairlerinin Mevlâna hakkındaki övgülerinde, onların Klâsik şiirin estetik kurallarıyla sınırlı oldukları gözden uzak tutulmamalıdır. Kasîdelerdeki, soyut, subjektif hayâller ve mübalağalı ifadeler, Mevlâna ile ilgili şiirlerde de görülmektedir. Sâkıb gibi, birçok şairin kasideleri genellikle böyle beyitlerle doludur. Fakat az da olsa Mevlâna’yı ruh ve heyacan bakımından gerçekçi bir şekilde ifade eden, onun sosyo-kültürel hayattaki rolüne temas eden beyitlere de rastlanmaktadır. Tarlan’ın da ifade ettiği gibi, bunlar arasında Mevlâna’yı en iyi anlayan, daha doğru bir ifadeyle en iyi anlatan şairlerin başında Nef’î gelmektedir. Sâkıb Dede ve bir ölçüde Esrar Dede ise, şiirlerinde Mevlâna’ya verdikleri yerin fazlalığı sebebiyle tam bir Mevlevî şairi olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevlevîlik, Sâkıb Dede dışındaki şairlerde bir neşve olarak kalmış, bir amaç hâline gelmemiştir. Sakıb’ın Divanı ise baştan sona Mevlevîliği anlatmaya dönük didaktik şiirlerle doludur. Bunu da, yaşadığı dönemdeki Mevleviliğe dönük bazı kısıtlamalardan kaynaklanan bir istisna olarak görmek kanaatimce doğru olacaktır.
Dinlerin hepsi vahdet üzerine kurulmuştur diyen Mevlâna gibi, Mesnevînin sadece Kur’an’ın değil dört kitabın da anlamını içerdiğini söyleyen Esrar Dede, Hristiyanlıkla ilgili göndermeleriyle Mevlâna’ya bakış açısını genişleten bir şair olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevlevî şairlerin en büyüğü olan Şeyh Gâlib, daha çok vahdet-i vücud anlayışına dayalı beyitleri; Nâbi ise, Mevlâna’yı tasavvufî kabuller ve hikmetli söyleyişleri açısından anlattığı tek kasidesinde, ona olan hayranlığım güzel bir şekilde ifade etmesiyle dikkati çekmektedir. Şairler, genellikle Mevlâna’nın baba tarafından Hz. Ebu Bekir’e dayandırılmasına işaret ederlerken; Nâbî ise onun anne tarafından da Hz.Ali soyundan gelmesini vurgular. Bütün bunlar, Mevlâna’nın herkesi kucaklayan yönlerini ifade eden hususlardır. Onun, insanlık için çekim merkezlerinden biri olmasının sebeblerini de burada aramak gerekir.
* H.Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğr. Üy.
1 Mevlâna Küt. No.2163, yk.2-4’teki bir mecmuada, 29 şairden 50 civarında “Mevlevi” redifli gazel toplanmıştır.
Kaynaklar
Akkuş, Metin. (1993). Nefî Divanı. Ankara.
An, Ahmet. (1995). Sâlab Mustafa Dede, Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği ve Divaninın Tenkidli Metni. 2 cilt, S. Ü. Doktora Tezi, Konya.
Ayan, Gönül. (1994). “Esrar Dede Tezkiresi’nde Mevlâna Sevgisi”, S. Ü. 7. Millt Mevlâna Kongresi (3-4 Mayis 1993), Konya:35-42.
Ayan, Hüseyin. (1991). “Şeyh Gâlib’te Mevlâna Sevgisi”, Turk Dili. 480 : 530-536.
Ayan, Hüseyin. (1992). “Mevlevî Şairler”, Turk Dili 492 : 456.
Ayan, Hiiseyin. (1994). “Latifî’ye Göre Mevlâna”, S. Ü. 7. Milli Mevlâna Kongresi (3-4 Mayis 1993), Konya:65-70.
Barkan, Ö. Lütfi. (1942). “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi II.
Bilkan, A.Fuat. (1997).Nâbî Divanı III. Istanbul: M.E.Bak. Yay.
Çavuşoğlu, Mehmed. (1986). “Bir Mevlevî Şairi: Yenişehirli Avnî Bey ve Mevlâna için Na’ti”, /. Millî Mevlâna Kongresi, Konya.
Çıpan, Mustafa. (1993). “Mevlevîlik Yolunda Fasîh Ahmed Dede”, S. Ü. 6. Milli Mevlâna Kongresi (24-25 Mayis 1992) , Konya.
Genç, İlhan. (1993). “Mevlevî Edebiyatı Üzerine Bir Değerlendirme”, Türk Dili ve Edebiyatı Arastırmaları Dergisi VII: 129- 144.
Göçgün, Önder. (1986). “Bir Mevlevî Şair: Şeref Hanım”, /. Milli Mevlâna Kongresi, Konya.
Gölpınarlı, Abdülbaki. (1959). Mevlâna Celâleddin Hayatı, Felsefesi, Eserleri ve Eserlerinden Seçmeler. Istanbul.
Gölpınarlı, Abdülbaki. (1983). Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik. İstanbul.
Göyünç, Nejat. (1991). “Osmanlı Devletinde Mevlevîler”, Belleten 213. 351-358.
Horata, Osman. (1998). Esrar Dede Hayatı, Eserleri, Şiir Dünyası ve Divanı. Ankara: Kültür Bak. Yay.
İsen, Mustafa. (1989). “Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar II: Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”, Millt Eğitim, 84: 23-27.
Kaplan, Mahmut. (1996). Nesatî Divanı. İzmir.
Kara, Mustafa. (1980). Tekkeler ve Zaviyeler. İstanbul: Dergâh Yay.
Kara, Mustafa. (1985). Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi. İstanbul: Dergâh Yay.
Kara, Mustafa. (1993). “Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar”, Osmanlı Ansiklopedisi, İstanbul: Ağaç Yay.
Köprülü, Fuad. (1981). Osmanli İmparatorluğunun Kurulusu. İstanbul: Ötüken Yay.
Latifî. (1314). Tezkiretü’ş-Şu’ara. İst.
Ocak, A. Yaşar. (1991). “Bir XIII. Yüzyıl Mutasavvıfı ve Sufîsi olarak Mevlâna Celâlüddin-i Rumî”, 5. Ü. 4. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler) (12-13 Aralık 1989), Konya: 139-146.
Ocak, A. Yaşar, (1996). “Türkiye Tarihinde Merkezî İktidar ve Mevlevîler”, S. Ü. Türkiyat Arastırmaları Dergisi 1-2 (2) : 17-22.
Okçu, Naci. (1993). Şeyh Gâlib I-II. Ankara: Kültür Bak. Yay.
Önder, Mehmet. (1993). “Molla Câmî’de Mevlâna Hayranlığı”, S. Ü. 6. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler) (24-25 Mayıs 1992), Konya.
Öztuna, Yılmaz. (1998). Osmanlı Devleti Tarihi 1-11. Ankara: Kültür Bak. Yay.
Sevgi, Ahmet. (1993). “XIX. Yüzyıl Mevlevî Şairlerinden Mehmet Şefik Efendi ve Divançesi”, S. Ü. 6. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler), (24-25 Mayıs 1992), Ankara: 131-139.
Shaw, Stanford. (1982). Osmanli Imparatorluğu ve Modern Türkiye. İstanbul.
Tarlan, Ali Nihad. (1974). Mevlâna. İstanbul.
Uludağ, Süleyman. (1991). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul.
Yeniterzi, Emine. (1995). Mevlâna Celâleddin Rumi. Ankara: T. Diyanet Vakfı Yay.