MEVLÂNA’YA GÖRE HZ. MUHAMMED (SAV) VE KARİKATÜR KRİZİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Yakup Şafak
İslâm düşünürleri ve mutasavvıfları, insanı Hakk’ın mazharı, O’nun emanetinin taşıyıcısı, cismiyle küçük ama misyonuyla büyük bir varlık olarak kabul ederler. Hatta onu, “zübde-i âlem” yani ‘kainatın özü’ diye nitelerler. Ne var ki, özü itibariyle yaratıkların en şereflisi olan ve “ahsen-i takvim” üzere, yani en güzel sûrette yaratılan insanoğlu, aslı ateş, hava, su ve topraktan gelen bedene bürünüp maddi âleme mahkûm olmuş; ilâhi imtihan gereği aslî cevheri olan ruhu da maddenin tahakkümü altında bırakılmıştır. Ulvî konumunu fark etmeyip bayağı zevklerin ve menfaatlerin baş döndürücü heyecanına ve fırtınasına kapılanlar, gerçeği arayıp bulmak için hiçbir endişe duymayanlar, ‘esfel-i sâfilîn’e, yani aşağıların da aşağısına düşme riskini beraberlerinde taşımaktadırlar.
Yine mutasavvıflara göre “Ben gizli bir hazîneydim; bilinmeyi arzu ettim ve onun için mahlûkâtı yarattım” kudsî hadîsinde belirtildiği üzere, yaratılışın muharrik gücü ve aslî sebebi “aşk-ı zâtî”, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendisine olan beğenisi, sevgisidir. O nedenle “Ney’e düşen, aşk ateşidir; meye düşen de aşk coşkusudur.” (Mesnevi,1/10) “Aşk olmasaydı bütün âlem donup kalırdı.” (M.5/3854)
Mesnevi’nin ilk 18 beytinde veciz bir şekilde resmedildiği üzere vatanından koparılmış insanın, yeryüzündeki en önemli misyonu Hakk’ı ve hakîkati aramaktır. Ademoğlu için bu yolculukta en değerli vasıta ve şevk verici güç ise ilâhi aşktır. Aşk, bütün varlıkları cezbeden, döndüren, ayakta tutan gücün adıdır. Mevlâna, bu gerçeği, “Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur.”; “Aşk Burak’ı ve Cebrâil’in (yani mürşid-i kâmilin) kılavuzluğu olmadan Muhammed (a.s.) gibi menzilleri nasıl aşabilirsin?” (Divan-ı Kebir Tercümesi,4/278); “İlâhi aşk yücelik güneşidir; halk da gölge gibi onun nûrunun emrindedir.”(M.6/983) sözleriyle ifade eder.
O halde mutluluk, benlikten geçip Hakk’a yönelmekte, nefsî arzuların ve cüz’î aklın dar kalıplarından sıyrılıp gerçek manada özgür olmakta ve hakikati aramaktadır. Asıl özgürlük yolunu gösterenler ise peygamberlerdir. İnananlar, peygamberler sayesinde hürriyete kavuşmuşlardır. (M.6/4541)Mevlâna’nın eserlerinde en fazla zikredilen, kendilerine atıflar yapılarak örnek gösterilen kişiler, kuşkusuz peygamberlerdir. Hz. Mevlâna, onları Hakk’a ve hakikate doğru büyük yürüyüşte, aynı misyonu taşıyan önderler olarak vasfeder. O’nun ifadesince “Peygamberler, bilinmeyen (hakikati) bilip seni de ondan haberdar eden kimselerdir. Onlar, cihan halkının görmediği şeyleri görmüşlerdir. (M.3/2960) Peygamberlerin bizim üzerimizde hakları çoktur; çünkü bizim sonumuzdan haber vermişlerdir.” (M.6/3770) En büyük kılavuz ise ayağının tozu olmakla övündüğü “Seçilmiş Muhammed”dir.
Bu çerçevede O, Peygamberimiz’in müstesna yerini her vesileyle dile getirir; onun rehberlikteki eşsiz misyonunu daima vurgular; kendisini en güzel benzetişlerle, en samimi ifadelerle anar: “Muhammed (a.s.)’ın nuru, milyonlarca parçaya ayrıldı da baştan başa iki dünyayı kapladı. (DKT,3/189) Taze baht dostumuz, can vermek işimiz gücümüz; kervanbaşımız da dünyanın övündüğü Mustafa (a.s.) bizim. Ay bile ay yüzünü gördü de dayanamadı, yarıldı; O’na itaat ettiği için bu (güzel) talihe erişti.” der. (DKT,4/358) Mesnevi’nin 4. defterindeki şu beyitler de kanaatimizce Peygamber Efendimiz için yazılmış en güzel övgülerdendir:
Ey yüce kişi! Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Sana sığınmadıkça, arslan bile tavşan kesilir!
Ey Mustafa! Bu safâ denizinde kaptanlık et! Çünkü sen, ikinci Nuh’sun.
Akıllara bir yol gösterici lâzım. Hele yol, deniz yolu olursa!
Sen, vaktin Hızır’ısın; her geminin imdâdına yetişen sensin.
Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun.
Ey peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sen ise Ankâsın.
Ey şifa! Hastayı terketme, sağıra kızıp körün sopasını alma!
Bu fâni cihandaki körleri katar katar al götür!
Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin… Âhir zamânın yasına neşesin sen!” (M.4/1453 vd.)
Yukarıdaki satırlar; bugün bilim ve teknolojide çok ileri düzeylere ulaşmış; üstün nitelikleri tanımış olan batılı insanın da takdir ettiği(!) müslüman bir fikir ve gönül adamı tarafından, mensup olduğu dinin peygamberine karşı terennüm edilmiş en samimi ifadelerdir. Acaba batılılar bu fikirleri ve hisleri ne kadar anlayabilirler?
Bilindiği üzere batılıların, Mevlâna ve Yunus Emre gibi İslâm düşünürlerine yönelmelerindeki en önemli faktörlerden biri, özgürlüğü ve evrenselliği şiar edinen Hümanizm felsefesidir. Kökleri antik devre uzanan, kilisenin baskıcı yönetimine bir aksülamel olarak gelişen Hümanizm, insanı fikir, ahlâk ve estetik yönlerinden en yüksek seviyeye çıkarmayı hedefler; beşer ruhunu asilleştirerek insanları birbirlerini anlamaya, sevmeye ve dayanışmaya yöneltmek ister.
Karikatür kriziyle ortaya çıkan üzücü ve düşündürücü manzara ise teori ile pratiğin farklı olduğu, doğu ile batı arasında derin ayrışmalar bulunduğu ve ciddi manada iletişim sorunu olduğu gerçeğini bir kez daha su üstüne çıkarmıştır. Bu cümleden olarak batılıların İslâm ve tasavvuf hakkında bütüncül bir bakış açısına kavuşmadan Mevlâna gibi düşünürlerin -esası Allah aşkı ve Peygamber sevgisi üzerine bina edilmiş olan- özgürlük ve hoşgörü anlayışını hakkıyla kavrayabileceklerini sanmıyorum.
Dünyevî ihtiyaçları karşılamak, barış içinde bir dünya kurmak gibi masum gerekçelerle yola çıkan, fakat bu uğurda insan ruhunun aslî sorularını ve ihtiyaçlarını ihmal eden insanlık, yaptığı hatanın ağırlığı ile bugün yüzyüze kalmış bulunmaktadır. Ancak daha trajik olanı şudur ki batıda geniş kitleler, hâlen siyasetin kıskacı ve medyanın efsunlayıcı etkisi altındadır. Son yüzyıllardaki başarılarından ötürü başı dönmüş olan ve kendisini hayatın gerçek sahibi ve yönlendiricisi olarak gören mağrur insan, kendisinin de önyargılı olabileceğini, hata yapabileceğini göremiyor; farklılıklara tahammülsüzlük ve çıkarlarına aşırı düşkünlük göstererek kitlelerde kendisine karşi duyulan güvensizliği körüklüyor. Bugün sözde fikir özgürlüğü adına en kutsal değerleri dahi tahrip etmekten kaçınmayan, insana saygı adına inanca saygıyı hiçe sayan bu çarpık anlayış, küresel huzur ve barışın önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Ayrıca bu gerçekler, “Medeniyetler Buluşması” gibi parlak kavramların, içinin o kadar kolay doldurulamayacağını da göstermektedir.
Temennimiz, farklı milletlerden ve kültürlerden, sorunun derin boyutunu hissedebilen ve gerçek manada farklılıklara saygı duyan sağduyu sahibi insanların artmasıdır. Yegâne tesellimiz ise içinde bulundukları manevi boşluğu gerçekten doldurmak isteyen ve hakikatin peşine düşen kişilerin gün geçtikçe çoğalması ve doğu-batı arasındaki kültürel işbirliği yollarının aranması çabalarıdır. Ümit ederiz ki asırlar süren ihmallerinin ağır bedelini ödemekte olan İslâm dünyası da böylece elindeki paha biçilmez kültürel mirası, insanlığın hizmetine sunma fırsatını yakalar.