Mevlevilik
Sezai Küçük
Şems-i Tebrizî”den sonra, aşk ve cezbeye dayanan, musikî, sema” ve şiir ile yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışı sergileyen Mevlânâ, her ne kadar yaşadığı dönem içinde ortaya koymuş olduğu tasavvufî anlayışını ve yaşantısını, bir tarîkat tesisi maksadıyla yapmamışsa da, kendisinden sonra gelen halefleri tarafından tesis edilecek olan Mevlevîlik, Mevlânâ”nın ortaya koyduğu bu esaslar çerçevesinde yapılanmış, adâb ve erkânıyla bir tarîkat halini almıştır.
Mevlevîliğin kendi adına kurulduğu Mevlânâ Muhammed Celâleddîn Rumi, 6 Rebîülevvel 604/30 Eylül 1207 tarihinde Belh”de doğmuştur. Bazı sebeplerle Belh”den göç eden babası Bahâeddin Veled”le birlikte Anadolu”ya kadar uzanacak bir göç yolculuğuna çıkmış ve Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat (616/1219-634/1236) zamanında, onun daveti üzerine Konya”ya gelmiş ve yerleşmiştir.
Babası Bahauddin Veled, “Sultânü”l-Ulemâ” diye bilinen ve şöhreti Belh”den bütün İslam âlemine yayılmış bir sûfîdir. Bu sebeple, Mevlânâ”nın da içinde bulunduğu ailesiyle birlikte, Belh”den başlayıp Bağdat, Hicaz ve Karaman yoluyla Konya”da sona erecek göç yolculuğu boyunca, konakladığı ve kaldığı her yerde yöneticilerden; halktan ve âlimlerden büyük saygı görmüştür.
Bir sûfî aile içinde dünyaya gelen Mevlânâ, öncelikle babası olmak üzere, babasının hâlifesi Burhaneddin Muhakkık Tirmizî (ö. 641/1244)”den ilk dînî ve tasavvuf eğitimini almıştır. Babasının 13 Rebiülâhir 628/19 Şubat 1231 tarihinde vefatından sonra Muhakkık Tirmizî”ye mürîd olmuş ve dokuz yıla yakın, onun kılavuzluğunda seyr ü sülûküna devam etmiş, dînî ve tasavvufî ilimlerde eğitim görmüştür.
Mevlânâ hocası ve mürşidi Burhaneddîn Muhakkık Tirmizî”nin Kayseri”de vefatından sonra, babasının yolundan giderek Konya”daki medreselerde fıkıh ve diğer dînî ilimler ile ilgili dersler vermiştir. Mevlânâ bu dönemde hem dînî ilimlerde müderrislik yapmış, hem de babası ve hocası kanalıyla intikal eden tasavvuf yolunda müridlerini irşâd etmiştir.
Sadece birkaç yıl süren bu dönemden sonra, Mevlânâ”nın hayatında 642/1244 yılında Konya”ya gelen Şems-i Tebrizî ile tanışması safhası olan yeni bir dönem başlamıştır. Mevlânâ”nın hayatının ikinci safhası olarak nitelenen Mevlânâ”nın Şems ile birlikteliği neticesinde, coşkun ve cezbeli hal ortaya koymuş, bu halin bir sonucu olarak medreseyi, vaazları ve talebelerini terketmiş, vaaz meclisleri yerine sema(semaş) tertib etmiş, çarha, raksa başlamış, medreselerdeki ilmi tartışmalar yerine de ney ve rebâb nağmesine kulak vermiştir. Şems bazı sebeplerle Konya”yı terk etmesinden veya öldürülmesinden sonra da, tamamen coşkunluk âlemine dalan Mevlânâ, gece gündüz sema” edip, şiir ve gazeller okumaya başlamış, bu hali sebebiyle de devrin ulemasıyla münakaşalara girmiştir.
Şems”den sonra Mevlânâ, hayatının üçüncü safhası olan “irşad, eğitim ve terbiye” esasları üzerine yeniden bina ettiği uyarıcılık faaliyetlerine başlamıştır. Mevlânâ Şems-i Tebrizî yerine önce kendisinde Şems”in tezâhürünü bulduğu Selahaddin Zerkûb”u dost ve musâhib edinmiş, Selahaddin Zerkûb”un 657/1265 yılında vefatıyla da, Çelebi Hüsameddîn”i dost ve musâhib olarak seçmiştir. Mevlânâ”nın en büyük eseri Mesnevî Çelebi Hüsameddîn”in isteğiyle te”lif edilmiştir. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, 5 Cemaziyelâhir 672/17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiş ve Konya”da babasının yanına defnedilmiştir.
Mevlânâ daha sonra Şems”le tanışması neticesinde ortaya koyacağı coşkun ve cezbeli tasavvufî tavrına ait temelleri Burhaneddin Muhakkık Tirmizî”nin tasavvuf eğitiminden almış fakat Şems”le konuşup görüşünceye kadar temkinli bir sûfî olarak yaşamıştır. Nitekim Mevlânâ, o dönemde Anadolu”da hakim olan İbn Arabî etkisi, Kübrevîlik, Melamîlik ve Kalenderîlik gibi tasavvufî anlayışları kendisinde toplayıp mezcetmiştir. Şems-i Tebrizî vasıtasıyla Melamîlik ve Kalenderîliğe sempati duymuş, fakat babası ve onun halifesi Burhaneddin Muhakkık Tirmizî”den aldığı zühdî tasavvuf anlayışını da bütün hayatı boyunca sürdürmüştür.
Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, Necmeddîn Kübrâ”nın insanı esas alan, sünnî esaslara dayalı ve kısmen zühdî nitelikli tasavvuf mektebi, Muhyiddin İbn Arabî”nin mükemmel bir metafizik ve mistik sistem halinde tasavvuf dünyasına sunduğu Vahdet-i Vucûd mektebi ve kaynağını Horasan mektebinden alan, coşkun bir ilahî aşk ve cezbeye dayalı, zühdü ihmal eden Kalenderî tasavvuf anlayışını uyumlu bir biçimde, yepyeni bir sistemle birleştirip bağdaştıran bir tasavvuf yolu ortaya koymuştur. Nitekim bu tasavvufi anlayış, Mevlevîlik tarihi boyunca mevlevîler arasında Şemsî ve Veledî kol diye bilinen iki ayrı tasavvuf neşesinin ortaya konmasında önemli bir âmil olmuş, bu ikilik Mevlevî silsilesine de yansımış ve Şemsî olanlar, Mevlevî silsilesinin daha çok Alevî silsilesi sayılan ve imamlar yoluyla Cüneyd-i Bağdâdî”den Hz. Ali”ye ulaştırırken, Veledî olanlar ve Bahaüddin Veled”i Necmeddîn Kübrâ”nın halifesi sayanlar da, bu silsileyi Halvetî silsilesi kabul edilen Cüneyd-i Bağdadî”den Hz. Ali”ye ulaştırırlar.
Şems-i Tebrizî”den sonra, aşk ve cezbeye dayanan, musikî, sema” ve şiir ile yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışı sergileyen Mevlânâ, her ne kadar yaşadığı dönem içinde ortaya koymuş olduğu tasavvufî anlayışını ve yaşantısını, bir tarîkat tesisi maksadıyla yapmamışsa da, kendisinden sonra gelen halefleri tarafından tesis edilecek olan Mevlevîlik, Mevlânâ”nın ortaya koyduğu bu esaslar çerçevesinde yapılanmış, adâb ve erkânıyla bir tarîkat halini almıştır.
Mevlevîlik, XIII. asır sonlarında Konya”da Mevlânâ Celaleddîn Rûmî adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuş, Mevlânâ”nın mûsikî, sema ve şiir gibi üç vasıtaya isnâd ettiği anlayışı Konya”da gelişip, Anadolu Beylikler dönemi ve altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu boyunca, Türk toplumunu belki de en yakından etkileyen tarîkatlardan birisi olmuştur. Konya tesis edilen Mevlânâ Dergâhı merkez olmak üzere, kısa sürede çelebilerin önderliğinde, Anadolu ve diğer İslâm beldelerinde yaygınlık kazanmış ve bir çok merkezde Mevlevî tekkeleri tesis ederek yayılmıştır. Özellikle Osmanlı Devleti”nin kurulmasından sonra toplumda ve siyâsî çevrelerde etkinliğini sürdüren Mevlevîlik, mûsikî, sema ve şiir gibi üç vasıtaya isnat ettiği tarîkat anlayışıyla, Osmanlı şehirlerinde ve yüksek mahfillerde daima taraftar bulmuş, birer sanat merkezi olan tekkeleri her zaman rağbet görmüş, Mevlevî şeyhleri de mevcut sosyal ve siyâsî nizamı muhafaza ve saraya karşı her zaman itaatkar davranarak siyâsî ve dînî kıyamdan daima uzak durmuşlardır. Osmanlı”nın fethettiği her bölgeye Türk kültürünü taşıyan birer elçi görevi gören Mevlevîler, böylece Osmanlı sınırları içinde Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan”dan Avrupa içlerinde Peçu”ya kadar her tarafta Mevlevî zâviyeleri açmışlardır.
Bir tarîkat olarak Mevlevîlik, ortaya çıkışından itibaren, yöneticiler ve toplumun elit kesimiyle sürekli yakınlık içinde bulunmuş, şiir ve mûsikî ile ünsiyeti olan aydın kesimin, tarîkat tercihi yaparken kendisine yönelmesini temin etmiş ve tarih boyunca, gerek bu kesimden, gerekse yöneticilerden olan paşalar, beyler ve sanat zevki olan zengin eşraf tarafından tercih edilen ve desteklenen tarîkat olmuştur. Mevlevîlik, tesis ettiği tarîkat anlayışı neticesinde ilk dönemlerinde yayıldığı küçük yerleşim yerlerinden yavaş yavaş şehirlere çekilmesi ve saraya yakın olması sebebiyle, XVII. asırdan itibaren bir “devlet tarîkatı” görüntüsü vermiştir.
Mevlevî dergâhları Mevlânâ”nın tarikat anlayışını musiki, sema ve şiire isnat etmesi sebebiyle faaliyette bulundukları süre içerisinde birer konservatuar, edebiyat mektebi ve güzel sanatlar akademisi olarak görev yapmışlardır. Bu çerçevede Mevlevîhanelerden klasik Türk musikisinin Itrî, Hamamizâde İsmail Dede Efendi, Zekai Dede gibi en önemli temsilcileri, Şeyh Galib gibi divan edebiyatının zirveleri ve güzel sanatların nadide örneklerini sunan sanatçılar yetişmiştir. Aynı şekilde Türk şiirinin Anadolu”daki teşekkül ve tekâmül çağına bir göz gezdirilecek olunursa, Mevlânâ”dan sonra Anadolu”da yetişen tasavvuf ehlinin zengin bir edebiyat muhiti ortaya koydukları görülür. Bu muhit içerisinde en müstesna yeri şüphesiz Mevlevî tekkeleri işgal etmektedir.
Mevlevîlik kültürünün sanat ve edebiyat sahasında zengin motifler taşımış olması, Mevlânâ müntesiplerinin genellikle münevver tabakadan bulunması, onun tefekkür sisteminde şiire büyük önem verilmesi ve daha da önemlisi, şiir yoluyla irşadı bizzat Mevlânâ”nın da şiâr edinmesi, Mevlevîliğin diğer tarîkatlara nazaran edebiyat hamiliğini daha aktif olarak üslenmesi sonucunu da beraberinde getirmiştir.
Devrinin birer sanat akademisi gibi çalışan Mevlevî tekkelerinde ve bu tekkelerin mensup olduğu Mevlevî Tarîkati bünyesinde, kültür ve sanat tarihinde ün yapmış, musikişinas ve şairlerin yanında, bir çok hattat, hakkâk, nakkaş, müzehhib, minyatürcü ve ressam yetişmiştir.
Ana gaye olarak ruhu tasfiye ve nefsi tezkiyeyi hedef alan ve bu amaçla hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir uğraş ve bazen de bir gelir kaynağı olarak el sanatı türünde de güzel eserler vermişlerdir. Musiki ve şiirle birlikte, yukarıda isimleri geçen sanat dallarında ve hattatlıkta da isimlerinin sonuna “el-Mevlevî” sıfatını yerleştiren bir çok hattat, bu dergahlardan yetişmiştir.
Mevlevîliğin kurucusu olmamakla birlikte, ona fikirleriyle yön veren Mevlânâ Celâleddîn Rûmî”nin zamanındaki Sultanlarla ve vezirlerle çok yakın münasebetler kurmuş, hatta bunlardan bazıları Mevlânâ”ya mürit olmuştur. Mevlânâ”nın yöneticilerle bu yakınlaşması oğlu Sultan Veled döneminde daha belirginleşmiş ve sonraki dönemlerde özellikle Osmanlı padişahları, vezirleri, beyleri ve paşalarıyla Mevlevîler arasında yakın ilişkiler ortaya çıkmıştır. Neredeyse her Osmanlı padişahı Mevlânâ”ya saygısını izhar için Mevlevîlere ve Mevlevî dergahlarına maddi manevi yardımlarda bulunmuşlar, hatta bir çoğu bizzat Mevlevîliğe intisab etmiştir. Bu ilgi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar da devam etmiştir. Günümüzde de Mevlevîlik gerek Mevlânâ”nın eser ve düşüncelerinin hala cazibe merkezi olması, gerekse de sema, musiki ve şiire dayalı yapısı sebebiyle popülerliğini yitirmemiştir.
*Yeni Dünya Dergisinde yayınlanmıştır.
#Sezai KÜÇÜK