SEFİNE-İ NEFİSE-İ MEVLEVİYÂN’A GÖRE MEVLEVİLİK – Hüseyin AYAN

8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ

SEFİNE-İ NEFİSE-İ MEVLEVİYÂN”A GÖRE MEVLEVİLİK

Prof. Dr. Hüseyin AYAN

     Sâkıp Mustafa Dede (ö. 1148 k. / 1735m.) tarafından yazılan Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye 1 3 cilt halinde basılmıştır. 2 Eserin birinci cildi: Mevlânâ soyundan gelen Çelebilere; ikinci cildi: Mevlevî şeyhlerine; üçüncü cildi ise: bazı Mevlevî dervişlerine ayrılmıştır.
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, “Menâkıb-ı Sipehsâlâr ile başlayıp, Menâkibü’l-‘Ârifîn ile devam eden, bu arada kısaltılarak Sevâkibü’l-Menâkıb adını alan “Âriflerin Menkıbeleri” ne “tekmile” olmak üzere yazılmıştır. Saydığım üç eser de Farsçadır. Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Mevleviyye’si Türkçedir. Lakin o kadar ağır ve ağdalı bir dille yazılmıştır ki, keşke bu da Farsça ve Arapça olsaydı dedirtecek kadar anlaşılması güçtür. Burada eserden örnekler vererek sabrınızı denemek istemiyorum.
Sefîne-i Mevleviyân, bazı araştırıcılara göre, bir “menâkıbnâme”dir. Ancak Mevlevîliğin kurucuları ve Mevlânâ soyundan gelen Çelebi’lerin hemen hepsi şair, Mevlevî şeyh ve dervişlerinin büyük bir kısmı divan sahibi, güzel sanatların herhangi bir şubesinde temayüz etmiş kişilikleri bulunması itibariyle de Türkçe yazılan Şu’arâ tezkireleri arasında düşünülebilir. En azından bu yolda yapılacak araştırmalara ışık tutacak bilgiler ihtiva etmektedir.
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye, günümüzdeki tabiriyle, bir antolojidir. Ama bu antolojide, çelebi, şeyh ve dervişlerden şair olanların şiirlerinden seçilen örneklerin pek azı Türkçe, pek çoğu ise Farsça veya Arapçadır. Bu itibarla, başka kaynakların da dikkatle belirttiklerine göre, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye, seçilen örneklerde, Farsça’yı Türkçe’ye yeğ tutmuştur, denebilir.
Sâkıp Mustafa Dede iyi bir bilgindir. 46 yıllık süren Kütahya Mevlevîhanesi şeyhliginde de boş durmamış, bir taraftan, şimdi sözünü ettiğimiz Mevlevî antolojisini, diğer taraftan da XV, XVI. yüzyıllardaki nazım ve nesir anlayışıyla yazıldığını söyleyebileceğimiz Türkçe bir divan tertip etmiştir. 3
“Mevlevîlik” olarak adlandırılan ve diğer tarikatlar arasında seçkin bir yere sahip olup Osmanlı İmparatorluğunun hemen her köşesinde müntesipleri bulunan bir tarikatın, Mevlânâ”nın sağlığında, belli bir zikri, evrâdı, toplanılacak bir tekkesi ve mensuplarının hususi bir kisvesi yoktu. Mevlânâ zamanında ve sonraki ilk devirlerde semâ’nın belli bir usûlü belirlenmiş değildi. Zâten mûsikî aletleri çalınırken, tevhîd, na’t ve ilâhîlerin okunduğu zamanlarda semâ bütün tasavvufî tarikatlerde müşterek bir davranıştır. Şekildeki değişiklikler o kadar mühim de değildir.
Mevlânâ Hazretleri sağlığında, kendisine intisap edenleri, şeyh olarak gösterdiği kimseler etrafında toplamış, bunların ölümünden sonra bu makama Sultan Veled’in geçmesiyle Mevlevîlik hızla gelişmiştir.
Sâkıp Dede’ye göre, 1460’ta vefat eden Pîr Âdil Çelebi zamanında, Mevlevîlik âyîn ve erkânı belirlenmiştir. Halbuki bazı kayıtlara göre ise, Mevlânâ”nın vefatından bir müddet sonra Mevlânâ türbesinin yapılmasıyla Mevlânâ”yı sevenlerin bir merkezi olmuş ve Mevlevîlik âyîn ve erkânı da bu merkez etrafında oluşup gelişmiştir. Ulu Arif Çelebi’nin her gittiği yerde bir zâviye teşekkül etmiştir. XIV. ve XV. Yüzyıllar tarikatın bütün âdâp ve erkânı ile kuruluş ve yayılış devresidir.
Çelebilik makamı, bu tarikata intisap edenlerin itirazsız kabullendikleri ve ilk halifeden sonra Mevlânâ soyundan gelenlerin sırasıyla geçip oturdukları manevi bir makam olmuştur. Bu durum Mevlevî silsilesi’nin araştırılıp tespitini intâc etmiştir. Mevlevîlik, içtimâi hayatımızda önem kazandıkca, müntesipleri artmış ve Mevlânâ soyundan geldiklerini iddia edenler çoğalmıştır. Ayrıca Mevlevî dergâhlarına bağışlar ve vakıflar da artmıştır, genişlemiştir.
Mevlevîliğin kuruluş devirlerinde Bektaşîliği yadırgamadığı görülmektedir. Mevlevîlerle Bektaşîler Horasanlılardan yâni aşk ve cezbeyi esas alan melâmet erbabından oldukları için, bilhassa Şems kolu Mevlevîleri ile Bektaşîler daha kolay kaynaşabiliyorlardı.
Mevlevîlikte iki temâyül göze çarpmaktadır. Ulu Ârif Çelebi’nin garip hâlleri, şaraba düşkünlüğü, Emir Âbîd Çelebi (ö.1338 m.)’nin aynı neş’eye sahip oluşu, bıyıklarını kesmeyişi, Dîvane Mehmet Çelebi (ö. 1544’ten sonra)’nin çihâr-darb oluşu, yanına 40 Mevlevî ve 40 Bektaşî abdâl’ı alarak Irak, Horasan ve İran’ı ziyarete gidişi, burada İran kalenderlerinin kendisine büyük saygı göstermeleri, kendisine uyanları da çihâr-zarb tıraş ettirmesi, bazı kere Mevlevî sikkesi, seyfî denilen üstü basık külah, bazı kere 12 terkli (dilimli) kalenderî-bektaşî tâcı giymesi vs., buna karşılık bazı Mevlevî mensuplarının zühde riâyet edişleri de Mevlevîlikte şems ve veled kolunun oluşmasına sebep olmuştur. Fakat bu iki kol Mevlevîliği ikiye ayıracak kadar büyümemiştir.
Mevlevîlikle bektaşîlik birbirlerini zaman zaman yadırgamasalar da, özellikle XVI. yüzyıldan sonra Mevlevîlik yüksek tabakanın, mektep medrese görmüş tahsilli kimselerin bir tarikatı olmaya başlamıştır. Bektaşîlik ise daha alt tabakaların tarikatı olarak devam etmiştir. Mevlevîliğe mensup olanların tahsilli oluşları, Mevlevîlerdeki bedîî zevkin yüksekliği (şiir ve mûsikî’de), Bektaşîleri daima geride bırakmıştır.
Mevlevîliğin, esnaflara pek uzak kalmadığı da Sâkıp Dede’nin yazdıkları arasındadır. Ancak, karşılama ve uğurlamalarda yerleri hayli gerilerdedir.
Her tarikat gibi Mevlevîliğin de âdâb ve erkân’ı vardı. Günümüzde çeşitli vesilelerle icrâ edilen ve bilhassa “Şeb-i Arûs’da bir hafta boyunca tekrar edilen gösteri mahiyetindeki semâ âdâb ve erkânından hepimizin haberi vardır.
Sâkıp Dede, Sefîne-i Mevleviyân’da bunları, yeri geldikçe tekrar eder. Eserin hemen her sahifesinde semâ’dan sözedilir.
Yukarıda Çelebilik makamından bahsettik. Çelebi, önceleri dergâhın dedeleri tarafından seçilirken, zamanla bu usûl değişmis, Meclis-i Meşâyih kurulduktan sonra da araya şeyhu-l İslam ve padişah iradesi girmiştir.
Her tekkede mukâbele vardır. Semâ’da 3 kademede Sultan Veled Devri icrâ edilir. Dördüncüsü niyâz mukabelesidir. Kur”ân-ı Kerîm okunması- şeyhin gülbânk’i ve hep birden “Hû” çekilmesi ile son bulur.
Murâkabe, tasavvufî tarikatlerin hepsinde müşterektir. Âyin-i cem, Alevî-Bektaşî tarikatlarından farklıdır. Burada haram olan müskirât yoktur.
Sefîne-i Mevleviyân’da Mevlevîlikteki dört dereceden aslâ inhirâf yoktur. Bu dört dereceyi sayıyorum:
 
1-Mevlevî mühibbi
2-Mevlevî dedesi
3-Mevlevî şeyhi
4-Mevlevî halîfesi
 
Mevlevî mühibbi: Bir şeyhe intisap ederek, sikke giyen ve semâ’ çıkaran kişidir. (Mevlevîliği seven kişi de denir)
Mevlevî dedesi: Dervîşliğe karar (ikrâr) verip, dergâhta çeşitli hizmetleri görerek, 1001 gün süren çile’yi çıkaran kişidir.
Mevlevî şeyhi: Pîr makamında oturan, Mevlevîliği temsil eden zattır. Şeyh’lerin giyimi ve kuşamı, seyyid olup olmamalarına göre değiştigi gibi, halîfelik sıfatlarına göre de farklı olur.
Halîfelik, mânevî bir makamdır. Mevlevî halîfelerinden herhangi birisi, gerekli olgunluğu gördüğü bir dervişe yahut bir mühibbe halîfelik verir. O andan itibaren “dühânî destâr” sarmak hakkını kazanır.
Bu saydıklarımı, Sâkıp Dede, hemen her ele aldığı kişinin hayat hikâyesini ve Mevlevîlikte katettigi merhaleleri, hizmetleri, ulaştığı dereceleri zikrederken bir sıra gözeterek saymaktadır.
Bir örnek olmak üzere, Sefîne-i Mevlevîyân’ın ikinci cildinden (s. 126-128) Hazret-i Dervîş Abdülbâki’nin biyografisini ve menkıbevî hayatını görelim:
“Hazret-i Dervîş Abdülbâki Kütahya’nın Aylı köyündendir. Şeyh Kemâlüddîn’in çocuklarındandır. Gençliğinde esnaftan ve ticaret erbabından iken bunlardan vazgeçerek, Çelebi Abdülhalim’in meşîhatinde Hazret-i Mevlânâ”ya yönelerek dergâhın mutfağında âdâb ve hizmetleri ile yükselerek, sikke, hırka giymiştir. Hazret-i Şemseddîn dergâhındaki Mustafa Dede’nin hizmetine gönderilmiştir. Geldiği köyde evlenmiştir. Nefesi ve uğurlu bakışı, hasta ve sakatların sağlıklarına iyi geldiğinden adı ve davranışları duyulmuş ve gittikçe şanı artmıştır. Meşîhatimizin başlarında bize olan bağlılığı görülmüş ve gittikçe çoğalmıştır. Evinin yakınındaki Hatuniyye Medresesi zâviye (buk’a)’sine tayin edilmiştir. Oradan sağladığı geliri, fakîrlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtır, kalan birşey olursa, evine gönderirdi.
“Bâkî olandan başka herşey fânîdir. Ben de Bâkî olanın kuluyum!” sözlerini dilinden düşürmezdi. Eline geçeni dağıttıgı halde yüzünün neş’esi eksilmez, geçimine bir darlık gelmezdi. Dedesi Şeyh Kemâlüddin’in şeyhi bulunduğu dergâhın şeyhliği, ısrarla kendisine verilmek istendiği halde, buraya gelmesinden menfaat umanların heveslerini kursaklarında bırakarak, kabul etmemiştir. Hatta bu uğurdaki ısrarcıların bazı hastalıklara mubtelâ olmaları üzerine haddi aştıklarını anlayarak özür diledikleri görülmüştür.
Hazret-i Argun dergâhında, bizden önce şeyh bulunan Halîl Dede ile aralarında bir soğukluk olmuş o: “Saâdet eşiği henüz açılmamıştır. Geç kalmayınız hemen açılacaktır. Gelen gidenler de eskiden olduğu gibi gelişecektir!” diye haber göndermiştir. Bizim Argun Dergâhı şeyhliğine gelişimizde, eski dostluğumuzu tâzelemiştir. Zamanın gelmesiyle, hayat ışığı sönerek, meydan mahallesinin suskunları ile beraber olmuştur. (Dar kabrinde Allâh rahmetini genişletsin. Haşir ve neşir geçidinde rahatını genişletsin! Ey isteyenlerin istediğini veren Allah! Âmîn!”
Yukarıda örneğini, bugünkü Türkçe ile sunduğumuz Hazret-i Abdülbâkî Dede’nin, Sâkıp Dede’nin kaleminden çıkan hayatına ve menkıbelerine dair yazdıkları hiç de anlaşılır cinsten değildir: Örnek olması ve eserin daha iyi hatırlanması için bir iki satırı naklediyorum.
“Hazret-i Dervîş Abdülbâkî, hâk-zâd-ı medîne-i Kütahya ve Aylunâm karyede âsûde-i civâr-ı rahmet ve karâr-ı pür-envârları müteberrik-i hâsu ‘âm ve harmen-geh-i de’avât-ı enâm olan Şeyh Kemâlüddîn’in evlâd-ı kirâmından olup evâ’il-i halinde (s.127) muhterife inkıtâ ve tüccârdan iken sa’âdet-i ezeliyye kendüye feryâd-res ve gird-âb ‘avâ’ik-i mâ-sivâdan sâhil-i selâmet-i inlutâ’u tecride rehber olup ihtiyar-i mesâlik ve türük-i mûsıla-i matlab-ı a’lâda müterreddid ve müstehîr olmayla emvâc-ı nesâyim-i ‘inâyet rûy-i deryâyı havâdisde keştî-i “azîmet ve hulle-i teveccühin âsitâne-i Hazret-i Mevlevî cânibine sevk ve tevcîh idüp Çelebi ‘Abdülhalîm nevbet-i meşîhat ve sâye-i velâyetinde tertîb-yâb-ı matbah-ı ‘âmire-i âdâb ve…”
Bu kadar ağır ve ağdalı bir dille yazılan Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, Mevlevîlik ve Mevlevîlik yolunda hizmetleri geçip edebiyatımızda ve tarihimize adları kazınmış bulunan muhterem kişiler hakkında değerli bilgiler vermekle beraber, bu hâliyle eserden faydalanmak çok güçtür. Bu tebliğ, Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyye’den faydalanmanın nasıl mümkün olabileceğini araştırırken hazırlanmıştır.
 
Bibliyografya
Sâkıb Mustafa Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, Mısır (Kâhire) 1283 (1867), Matbaa-i Vehbiyye, 3c.
Abdülbâkî GÖLPINARLI, Mevlevîlik maddesi, İslam Ansiklopedisi VIII.c.
Ahmet ARI, Sâkıp Dede (Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Türkçe Divanının Tenkidli Metni), Konya 1995, 2c. (Basılmamış Doktora Tezi.)
 
Dipnotlar
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye”nin baş tarafında adı: Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân olarak yazılmıştır. (Matbû nüsha).
Birinci cilt, “Esâmî-i Sâmiye-i Evlâd-ı Zevi”l- İhtirâmı Hazret-i Mevlânâ”dan 61 kişinin; ikinci cilt, “Esâmî-i Şerîfe-i Dervîşân-ı Eshâb-ı Hâl-i Ferhunde- Me”âl-i Tarîka-i Mevleviyye”den 7 kişinin ve üçüncü cilt de “Hulefâ-yı “Izâm ve Meşâyih-ı Kirâm-ı Tarîkat-i Mevleviyye”den 80 kişinin hayat hikâyelerini menkıbeleri ile vermektedir. Cilt II. 268, s., II. Cilt 144 s. III. C. 233 s. olarak Mısır (Kahire)”da Matbaa-i Vehbiyye”de 1283 (1867) yılında basılmıştır.
Ahmet ARI,