ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE MEVLÂNA VE VEFA

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE MEVLÂNA VE VEFA*

Hüsnü Gürcan TÜRKOĞLU**

Hz. Mevlâna konusunda yıllardır, hatta birkaç yüzyıldır ve özellikle de çağımızda bütün dünyada ve ülkemizde çok sayıda araştırma, inceleme yapıldığı malumunuzdur. Ondan esinlenerek edebiyat, müzik, sinema ve tiyatro eserlerinin meydana getirildiğini de biliyorsunuz.

Mevlâna’nın ülkemizdeki derin etkisini özellikle de Konya’daki etkisi gerçekten anlamlı olmaktadır. Her yıl Şeb-i Arûs törenlerinde farklı görüşteki siyasetçinin yan yana gelmesine vesile olan, Nazım Hikmet ile Sezai Karakoç gibi birbirine zıt görünen iki büyük Türk şairini bir noktada buluşturan Mevlâna’nın, ulusal dokumuzun çimentosu işlevi gören değerlerimizden biri olarak saymak mümkündür.

Ülkemizin yabancı öğrencilere burs verdiği programının adını Mevlâna’dan alması da Mevlâna’nın, Türkiye’nin dünya ile olan gönül bağını en güzel biçimde sembolize etmektedir.

Diğer yandan, Mevlâna’nın mesajları, Almanya’da Hegel ve Goethe’den Pakistan’da İkbal’e, Hindistan’da Gandhi’den, Latin Amerika’da Coelho’ya uzanmıştır.

New York’daki Birleşmiş Milletler Binasında, Paris’deki UNESCO salonlarında, Şam, Kudüs ve Tahran’da bu ses hâlâ yankılanmaktadır.

Bu sesin günümüzdeki önemine edebiyatçı, ilahiyatçı, tarihçi veya felsefeci gözüyle değil, bir diplomat gözüyle bakmaya ve düşüncelerimi bu minvalde anlatmaya gayret edeceğim. Zira Mevlâna herkes gibi hayatımın ve mesleğimin çeşitli dönemlerinde bana da dokundu: Evdeki Mevlâna ile ilgili kitap ve sembollerin yanısıra, ilk hatıram 11 yaşındayken İstanbul’da bir iftar yemeğinde Abdülbaki Gölpınarlı ile tanışmam sırasında oldu. Kendisi malumunuz Mevlâna ile ilgili en önemli çalışmaları yapan âlimlerden birisidir. Sonra ortaokulda Yunus Emre ödevi hazırlarken Mevlâna’nın Yunus’la olan bağlantısı, Üniversitede ise Prof. Dr. İlber Ortaylı hocamız için ahilik sistemi ile ilgili ödev hazırlarken Mevlâna ve dönemi karşıma çıkmış ve benim de hayatımda farklı izler bırakmıştır.

Meslek hayatımda da Dışişleri Bakanlığı’na girdikten sonra görev yaptığım her ülkede ve başkentte Mevlâna’nın izlerine, yankılarına ve takipçilerine rastladım, onlarla birlikte çalıştım. Mevlâna’nın mesajının Türkiye’nin yumuşak gücünün önemli bir boyutu hâline geldiğini çok yakından görmüş oldum. Örneğin İspanya’da Mevlâna’yı İspanyolcaya çeviren şair Clara Janés en yakın dostlarımdan biri oldu, birlikte Yunus Emre’yi İspanyolcaya çevirdik ve merhum Talat Sait Halman’ın da katılımıyla tanıtımını yaptık. İbni Arabi’nin de memleketi olan İspanya’da Mevlâna’ya gerçekten büyük ilgi vardı. Çünkü İspanya Endülüs Arap- İslam kültür mirasıyla Katolik kimliğini uzlaştırmaya çalışan, bir yandan Franko Diktatörlüğü geçmişiyle hesaplaşıp diğer yandan Avrupalı kimliğini özümsemeye çalışan bir ülkeydi. Böyle bir ülkenin de Mevlâna’nın mesajına ilgi göstermesi çok ilginçti.

Diğer bir görev yerim olan Şam’da Mevlevilerle karşılaştım ve tanıştım. Şam’da en sevdiğim ve sık gittiğim yer, Mevlâna’nın İbni Arabi ile bizzat karşılaşıp tanıştığı yer olduğu söylenen ve onun adını taşıyan, Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı türbesinin de bulunduğu Şeyh Muhyiddin semtiydi. Umarım bu güzel semt Suriye’deki iç savaştan etkilenmemiştir.

Yine görev yerlerimden biri olan Irak’ta da Mevlevilik oldukça etkiliydi. Irak esasen Bâyezid-i Bestamî’den Hallac-ı Mansur’a ve Abdülkadir Geylanî’ye kadar birçok mutasavvıfın hatıralarının, türbelerinin ve makamlarının bulunduğu bir ülkeydi. Maalesef son zamanlarda IŞİD’in ülkenin manevi iklimini yaratan bu hatıraları tahrip ettiğini duyuyoruz. Bunların hedef alınması bu isimlerin mesajlarını da muhtemelen unutturmayı hedefliyor.

New York’ta Birleşmiş Milletler’deki görevim sırasında toplantılarda dünya barışı ve hoşgörü konuları açıldığında Mevlâna’nın birçok kere referans olduğuna tanık oldum. Semâ Âyini, yine Birleşmiş Milletler salonlarında saygıyla izlendi.

Diğer görev yerlerimden Cidde, yani Suudi Arabistan dolayısıyla Mekke ve Filistin de Kudüs de tahmin edersiniz ki Mevlâna çağrışımları ve izleri taşıyan yerlerdi.

Tahran’daki Büyükelçilik görevim sırasında Mevlâna yine tabiatıyla çok sık gündemimizde oldu. UNESCO Türkiye Milli Komisyonunun girişimiyle, İran ve Afganistan ile ortaklaşa, Mevlâna’nın ölümünün 800. Yıldönümü münasebetiyle, ‘’Uluslararası Mevlâna Yılı’’ ilan edilmesi önerisinde bulunmuştuk. Bu öneri UNESCO Genel Konferansı’nca kabul edildi ve dünya çapında çeşitli faaliyetlerin düzenlenmesine imkân sağladı. Bu vesileyle, Mevlâna konusunda hizmetleri malumunuz olan Abdülbaki Gölpınarlı ile ilgili olarak Tahran Üniversitesi büyük bir sempozyum düzenledi. Türkiye’den de Mevlâna’nın torunlarından Esin Çelebi Hanımefendi dâhil birçok bilim insanı ve şahsiyet de bu sempozyuma katıldılar. Sempozyumun açılış konuşmasını Mevlâna’ya büyük hayranlığı olan İran Millet Meclisi Başkanı Adil Haddad ile birlikte yapmıştık. Yine İran’ın en büyük sanatçılarından, Konya’yı da ziyaret etmiş olan Mevlâna hayranı Şeceryan bir konser vermişti. Bu vesileyle Tahran Büyükelçiliği Kitaplığı’na Abdülbaki Gölpınarlı’nın adını verdik ve törenle buna dair bir plaket astık.

Daha sonra, UNESCO Nezdinde Türkiye Büyükelçisi olarak görevim sırasında, bir kez daha Mevlâna’nın küresel çaptaki güçlü anlam ve etkisine yakından tanık oldum. Mevlâna UNESCO’nun bir referans şahsiyeti hâline gelmişti. UNESCO 2006 yılını Mevlâna Yılı ilan etmiş ve Mevlâna’nın bütün dünyada anılması, hatırlanması çağrısında bulunmasının gerekçesi olarak da Mevlâna’nın fikir ve ideallerinin UNESCO idealleriyle neredeyse birebir örtüşmesi gösterilimişti. Bu münasebetle UNESCO Mevlâna Madalyası çıkartdı. UNESCO Genel Direktörü barış ve hoşgörüye katkısı olan şahsiyetlere hâlâ bu madalyayı hediye etmektedir.

Bu arada yine UNESCO, dünyaca tanınmış Mevlevi neyzen Kudsi Erguner’e 2016 yılında yapılan bir törenle “UNESCO Barış Sanatçısı” unvanı verdi. Erguner bu unvanı alan şu anda tek Türk sanatçıdır. Kudsi Erguner gerek neyzen gerekse müzikolog olarak Mevlâna ile ilgili çok değerli çalışmalar yapmaktadır.

Dolayısıyla, UNESCO’nun gündeminde her zaman Mevlâna yer almaktadır. Uluslararası Mevlâna Vakfı, UNESCO’ya akredite olan az sayıda Türk sivil toplum kuruluşlarından biridir. Sema Ayini UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listesinde yer almaktadır. Bu arada UNESCO’nun dünya çapında anma çağrısı yaptığı Türk şahsiyetler arasında bulunan Yunus Emre, Ahmet Yesevî, Şeyh Galip, Itri, Hasan Ali Yücel ve Nazım Hikmet’in bir şekilde Mevlevilikle bağlarının olduğunu görüyoruz.

UNESCO’nun Mevlâna’ya bu kadar önem vermesinin sebebi kuruluşundaki ana fikirde yatıyor. Dünya, yirminci yüzyılda iki büyük ve çok kanlı savaş geçirdi biliyorsunuz. Hatta biz Dünya Savaşı diyoruz ama bazı ülkelerde buna Büyük Savaş deniliyor. Bu savaşların sonunda, insanlık bu acıların ve yıkımın tekrar yaşanmaması için bazı mekanizmalar geliştirme ihtiyacı duydu. Yapılan istişarelerin sonunda New York’ta Birleşmiş Milletler Örgütü problemlere siyasi çözüm bulma aracı olarak kuruldu. Paris’te ise siyasi konuların dışındaki alanlarda iş birliği sağlamak için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO kuruldu. UNESCO’nun kuruluşundaki fikir şudur: “Savaş fikri insanların zihinlerinde doğuyor. Dolayısıyla barış fikrini de zihinlere yerleştirmek gerekiyor. Bunun da en etkili yolu, yani zihinlerde barışçıl fikirleri yeşertmenin yolu, milletlerin eğitim, bilim ve kültür alanlarında iş birliği yapması, birbirini daha iyi tanıması ve bilimsel, eğitsel kültürel alanlarda daha da gelişmesidir.” Bu da tabii ancak bu ülkelerin arasında bu alanlarda kurulacak diyalogla mümkündür. Bu sayede insanlar arasında hoşgörü, anlayış ve sevgi bağlarının güçlenmesi hedefleniyor.

Görüldüğü gibi UNESCO’nun, Mevlâna’nın mesajına son derece uygun bir gündemi vardır.

Buraya kadar bütün bu kişisel izlenimlerimi aktarmaktan maksadım, Mevlâna’nın çağlar ve milletler üstü niteliğini ve insanlığın her çağı için olduğu gibi çağımızda da bir ışık kaynağı özelliği taşıdığını somut örneklerle aktarmaktır. Mevlâna’nın ve benzeri şahsiyetlerin evrensel düzeyde verdikleri ilhamın da etkisiyle birçok uluslararası girişimler başlatılmış ve bunlar somut belgelere dönüştürülmüştür. Birkaç tanesinden burada bahsetmek istiyorum:

Bunlardan biri, 1995’deki Birleşmiş Milletler Hoşgörü Yılı’nın ilanıdır.

Bir diğeri, 2001-2010 yılları arasını UNESCO’nun Barış Kültürü ve Şiddet Aleyhtarlığı on yılı olarak ilan etmesidir.

Sonra, 2001 yılı Birleşmiş Milletler Uygarlıklar Diyaloğu Yılı olarak ilan edildi. Bu konuda bir küresel gündem tespit etti ve bir eylem planı hazırladı.

2001 yılında ayrıca Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirisi yayınlandı.

2004 yılında yine Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, özellikle islamofobideki artışı dikkate alarak dinler arasındaki diyaloğun teşviki ile ilgili bir karar kabul etti.

Yine 2004 yılında Dinlerarası Diyalog ve Barış için İş birliği yapılması konusunda bir karar kabul etti. Dinlere hakaret edilmesiyle mücadele edilmesi şeklinde kararlar çıktı.

2010 yılında ise, Kültürlerin Yakınlaşması yılı ilan edildi. Bu özellikle Huntington’un uygarlıklar çatışması teorilerinin yarattığı olumsuz etkilere karşı gelmek amacıyla yapıldı. Daha sonra bu yıl bir on yıla dönüştürüldü. Kazakistan’ın önerisiyle ve bizim de desteklediğimiz bir eylem planına esas oldu.

Diğer yandan İspanya ve Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı Medeniyetler İttifakı girişimi daha sonra Birleşmiş Milletler ev sahipliğinde küresel bir girişime dönüştü.

Gördüğünüz gibi, sekiz yüzyıl önce bu topraklarda yakılan bir ışık ve benzerleri bugün bütün dünya halklarına çağın sıkıntılarını aşmak için yön vermektedir.

Anlatmaya çalıştığım düşüncelerimin daha az iyimser bir bölümüne de burada kısaca değinmek istiyorum. Mevlâna’nın da ailesiyle birlikte yaptığı yolculuğunu izlersek, Afganistan, İran, Irak, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye’nin ve diğer İslam ülkelerinin bugünkü durumlarından bahsedeceğim.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin içinde doğduğu, etkilendiği İslam Kültürü ve Kuran-ı Kerim, dolayısıyla Mesnevi ve diğer eserleri aracılığıyla etkilediği, zamanında parlak günler yaşamış olan İslam ülkelerinin bugünkü durumunu nasıl açıklamak gerekir?

Hepimiz biliyoruz ki bugünlerde televizyon, internet vs. gibi medyadan yakından takip ettiğimiz gibi bu ülkelerin bir bölümü maalesef hâlen iç savaş durumu yaşamaktadır. Bölgenin, yani İslam dünyasının ve Ortadoğu’nun büyük ülkelerinden olan Suriye, Libya, Yemen ve Irak iç savaş hâli ve yıkım yaşayan ülkeler arasındadır.

Diğer bir bölümü ise iç savaş olmasa da istikrarsızlık ve şiddet sarmalından muzdariplerdir. Yoksulluk, yolsuzluk, baskı ve yasaklar, keyfî ve kötü yönetim, kaynakların israfı veya kötü kullanımı neredeyse ortak özellikler hâline gelmiştir. Eğitim, çevre, insan hakları ve kadın-erkek eşitliği gibi alanlar ihmal edilmektedir. Buna son dönemlerde artan mezhep kavgaları, etnik ihtilaflar ve ideolojik kutuplaşmaları da eklemek gerekiyor. Bu da maalesef çok parlak olmayan bir tablo ortaya çıkarıyor.

Bu durumu aşmak için yine İslam dünyasının içinden gelen çabalar yok değil: Birçok ilahiyatçı, düşünür, siyasetçi, bilim adamı bu konuya tabiatıyla kafa yoruyorlar. Hükümetlerin de bir bölümü belli gayretler gösteriyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın eski Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev ile birlikte 2016’daki İstanbul İslam Zirvesi’nde önerdiği ‘’İslami Yakınlaşma’’ girişimi, mezhep çatışmalarına karşı önemli bir yaklaşım getiriyor. Yine Türkiye’nin Daimî Başkanlığını yürüttüğü İSEDAK (İslam Ülkeleri Ekonomik ve Sosyal İşler Daimî Komitesi), bu ülkelerin ekonomik- sosyal sorunlarına çözümler üretmek üzerinde yıllardır çalışıyor.

Siyasi bakımdan ise, Afganistan, Filistin, Suriye, Libya ve Yemen’deki ihtilaflar çözüm gerektiriyor, bu yöndeki siyasi çabalar sürdürülse de maalesef henüz sonuç vermiyor.

Bölgedeki durum böyle ama dünyanın genel durumu da esasen çok farklı değildir. Dünya siyasi, ekonomik, özellikle teknolojik ve ideolojik birçok farklı faktörün etkisiyle çalkantılı ve belirsizliklerle dolu bir dönemden geçiyor. İki dünya savaşından ve soğuk savaştan belli dersler zamanında alınmıştı. Bunun sonucu olan çok taraflılık anlayışı ve uluslararası iş birliği anlayışı geliştirilmeye çalışılmıştı. Ancak bu anlayışın ve kurumlarının, mekanizmalarının son dönemlerde çeşitli nedenlerle zedelenmekte olduğunu görüyoruz. Geleneksel ittifaklar ve dengeler zaman zaman sarsılıyor. Dünyanın öngörülebilirliği giderek azalıyor. İnsan hakları ve demokrasiye dayanan değer temelli politikalar son dönemde biraz gözden düşmüş gibi görünüyor; dar ve kısa vadeli çıkar mücadeleleri öne çıkıyor. Buna paralel olarak terörizm ve şiddet, göç ve mülteci sorunları, ideolojik çatışmalar ve son olarak popülist eğilimler, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ortamı daha da karmaşıklaştırıyor.

Dolayısıyla bütün dünyada düşünürler, politikacılar, din adamları ve bilim adamları bu çalkantıyı yakından izliyorlar, anlamaya çalışıyorlar ve çözümler araştırıyorlar.

Mevlâna’nın böyle bir dönemde yoğun bir ilgi görüyor olması tabiatıyla tesadüf değildir. Zira mesajı ve ışığı her zaman olduğu gibi bugün de isabetlidir. Yalnızca birkaç örnek vermek istiyorum:

Birincisi teknolojidir. Hepimiz de muhtemelen kullanıyoruz ve teknolojik gelişmelerden yararlanıyoruz. Bugün aslında herkesin kafasını meşgul eden sorulardan biri, mucitlerinin dahi tahayyül edemediği kadar gelişme gösteren teknolojinin sonunun insanlık bakımından ne olacağıdır. Teknolojinin kötü kullanılması, insanı değerlerinden mahrum etmesi vesaire gibi konularda tartışmalar hâlâ sürüyor.

Bu noktada, Mevlâna’nın evrensel, çağlar üstü yönünü gösteren yaklaşımlarından biri ‘’Akıl-Ahlak ilişkisi’’ konusunda ki, bu yaklaşım bugün için de geçerlidir. Kendi tabiriyle, ‘’bilimin insan olmayanın eline geçmesinden’’ duyduğu endişe, ‘’akılın ancak ahlakla birlikte var olması’’ gerektiği yolundaki uyarısı ve ‘’ahlakın aklı terbiye edeceği’’ konusundaki önerisi sanki bugün için ifade edilmiş gibidir.

Uluslararası yayınları ve basını izleyenler görecektir ki, bilim-ahlak ilişkisi bugün dünyanın gündeminin tam ortasındadır. Bir yandan hızlı teknolojik gelişmelerin hızından duyulan endişe, bir yandan bu gelişmelerin yarattığı fırsatlardan insanlık için yararlanma gereği enine boyuna tartışılıyor. Mevlâna’nın tabiriyle ‘’insan olmayanın eline geçerse’’ bunun kötü kullanılması hâlinde doğacak sonuçlar ortak bir endişe kaynağıdır.

İkincisi, doğru ahlak meselesidir. Yani Mevlâna’nın ‘’hikmetin kaynağı olarak gerçeği, hakikati’’ vurgulayan yaklaşımı. Bunun da günümüzle şöyle bir bağlantısı vardır: son zamanlarda ‘’fake news’’, ‘’sahte haber’’ diye bir kavram var, şimdilerde çok sık kullanılıyor. Yine iletişimdeki teknolojik gelişmeler nedeniyle bilgi kirliliği, yalan haberlerin bilinçli olarak yayılması, manipüle edilmesi yaygınlaşıyor. Amerikan seçimlerinde, İngiltere seçimlerinde de bunların manipüle edilmiş şekilde teknoloji aracılığıyla kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla insanlığın gerçekten, gerçek bilgiden uzaklaştırılması söz konusudur. Bunun da yine günümüze bakıldığında Mevlâna’nın irdelemiş olduğu konulardan biri olması ne kadar da isabetlidir. İnsanların gerçekten, hakikatten kopması, bugünkü tabirle insanların sanal bir gerçeklikte yaşaması ve bunun getireceği sonuçlar düşünmeye değerdir.

Üçüncü ve bir diğer konu, dünyada artan yoksulluk ve eşitsizliktir. Dünyada son dönemde hâkim olan ekonomik sistemlerin bir yandan gelişme yaratıyor görünmekle birlikte, aslında yoksulluğu arttırdığı ve bunun da çeşitli olumsuz eğilimleri şiddet, kutuplaşma vesaireyi körüklediği şeklinde bir endişe vardır. Ve tabii burada eşitsizliğin yarattığı bir elitizm fenomeni öne çıkıyor. Bu konuda Mevlâna’nın Mesnevi’deki hikâyeleri, verdiği dersler vardır. Kendisinin de yoksullara, marjinallere güleryüzle itibar gösterdiğini biliyoruz. Bunlara gösterdiği güleryüz ve itibarı sultanlara göstermediği söyleniyor.

Buna bağlı olarak, bugün de Türkiye’de ve dünyada tartışılan mülteciler meselesi vardır. Bu konuda da kendisi de bir mülteci sayılabilecek olan Mevlâna’nın yaklaşımını tahmin ediyorum mültecileri suçlamak değil, mülteci meselesini yaratanları ve koşulları incelemek olurdu.

Dördüncü olarak, kendisinden başkalarını, milletleri etnik veya dini sebeplerle dışlamak, yani ötekileştirmek denen kavram ki, bu özellikle UNESCO’nun da Mevlâna’ya sarılmasının sebeplerinden biridir. Yine Mevlâna da bu konuda ‘’ötekini yabancı görmeme’’ yaklaşımı vardır. Bu da Mevlâna’nın çok değerlendirilen bir yönüdür.

Beşinci bir konu da adalet meselesidir. İslam ahlakının, İslamiyet’in temelinde adalet kavramı vardır. Mevlâna da bu doğrultuda, adaletin önemiyle ilgili, ilahi ve insani hakları değerlerine adalet yoluyla ulaşma şeklinde yaklaşımları vardır. Bu da yine Mevlâna’nın güncelliğini tekrar gündeme getiriyor.

Altıncı olarak, bugün özellikle tüketim toplumunun yarattığı materyalist eğilimleri ve bunun ahlaki sonuçlarını Mevlâna’nın “özgürlüğü maddeden; altın ve gümüşten kurtulma” olarak çizdiği çerçevede incelemek mümkündür.

Yukarıda da ifade edildiği gibi dünyada hâkim olan ekonomik sistemlerin başarısızlığı, eşitsizliği arttırıyor. Bu beraberinde hayırseverlik konusunu gündeme getiriyor. Bugün çok büyük paralar kazanan şirketler, sosyal sorumluluk projeleri yaparak bir yerde bu sorumluluktan kurtulma gayreti içerisindelerdir. Ekonomik sistemin yarattığı sistemin sonuçlarından, sorumluluğundan kurutulma gayretinde ve içerisinde görünüyorlar. Yani Mevlâna’da ‘’almak ve vermek’’ arasındaki farkı vurgularken sanıyorum ki insanlığın dayanışmasında yine ‘’almaktan çok vermeyi öncelemesi’’ akla geliyor.

Son olarak, genel itibariyle yönetim konusuna değinmek istiyorum. Özellikle İslam ülkelerinde birçok yönetim problemi vardır. Yani iyi yönetim bölgemizde çok gündemdedir. Mevlâna’nın bu konuda da hem yönetenler hem de yönetilenlerle ilgili verdiği çok güzel dersler vardır.

Yöneticinin de yönetilenin de belli sorumlulukları olduğuna dair bu düşüncelerin temelinde ‘’insanlara hizmet etmenin Allah’ın yarattıklarına hizmet etmek demek ve bu da Allah’a hizmet etmek demek’’ şeklindedir.

Yine Mevlâna eserlerinde yöneticilere ‘’topluma yakın olması’’ gerektiğini vaaz ediyor. Yönetilenin de ‘’körü körüne yöneticilere secde etmemesi’’ gerektiğini vurguluyor. Bu da bugün yaşanan doğusuyla batısıyla tüm dünyada popülizm ve otoriterlik meselelerini akla getiriyor.

Sonuç olarak Mevlâna’nın mesajları, bugün de insanların gelecekteki ortak kültürünün yani değerler sisteminin temel yapı taşları olmaya aday görünmektedir. Ancak tabii bu noktada önemli olan, bu soylu evrensel ilkelere riayet edilmesi, bunların araçsallaştırılmamasıdır.

Ne yazık ki Mevlâna’nın hoşgörü, barış, sevgi ve dayanışma gibi temaları zaman zaman samimiyetsiz bir biçimde kullanılabiliyor. Post- modern bir tüketim anlayışıyla istismar edilebiliyor. Dolayısıyla bu tür fırsatçı, çıkarcı ve ikiyüzlü tavırlar karşısında daha içten sevgi ve feragat duygularının egemen olması herkesin gayretini gerektirmektedir. Tabii burada geleceğin sahipleri oldukları için gençlere çok önemli bir iş düşmektedir.

 

 

* Bu metin, Hz. Mevlâna’nın 746. Vuslat Yıl Dönümü Anma Etkinlikleri kapsamında 16 Aralık 2019 tarihinde Selçuk Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Mevlâna ve İslam Dünyasında Vefa” konulu konferanstaki konuşmanın genişletilerek yazıya aktarılmış hâlidir.

** Emekli Büyükelçi. gurcan.turkoglu@hotmail.com

Uluslararasi Iliskilerde Mevlana Ve Vefa