Mevlânâ Düşüncesinde İnsanın Değeri – Hasan Kâmil Yılmaz

Mevlânâ Düşüncesinde İnsanın Değeri

Hasan Kâmil Yılmaz

Kâinâtın gözde varlığıdır insan. Mevlânâ’nın düşünce sisteminde tevhidin ve esmâ-i ilâhiyyenin tam anlamıyla makes bulduğu varlık odur. Bu yüzden Mevlânâ, Mesnevî’sinde de diğer eserlerinde de insanın serüvenini anlatır. Onu yorumlar. Kur’ânî ve İslâmî düşüncenin temeli insana dayandığı ve merkeze insanı aldığı için sûfiler birim insanı önemsemiştir. Gerek mutlak olarak insanı; gerekse ferd ve toplum olarak insanlığı hayatın nirengi noktası olarak görmüşlerdir. İnsanın canı da teni de önemlidir. Ama tenin önemi sâdece cana gılâf (kabuki) olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan canıyla ve teniyle muazzezdir; korumaya, saygı gösterilmeye, hakk ve hukuku gözetilmeye lâyık bir varlıktır.

İslâm’ın evrensel değer olarak insanı yorumlayan en önemli ölçüsü Mâide sûresindeki şu âyettir: “Kim bir can, ya da yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.”1

Kâinâtın gözde varlığı olması sebebiyle  insan, her ne kadar bir hamur teknesi uzunluğunda olsa da, Mevlânâ’nın ifâdesiyle her şeyden ve her varlıktan yücedir.2 Mevlânâ’nın gözünde her insan değerlidir. Hele insan iyilik aradı mı; hayır peşine düştü mü onda kötülük kalmaz.3 Aşk ehli insandan hayır da sâdır olabilir şer de. Sen onun hayrına ve şerrine değil, himmetine bak. Doğan kuşu fare avlarsa, kendisi bembeyaz ve süslü olsa da, bayağıdır.4 Bu ifâdelerden Mevlânâ’nın insanları zaaflarına değil, niyet ve himmetlerine göre değerlendirdiği anlaşılmaktadır.

Birim insanın canını; ruhunu önemseyen İslâmî anlayışta kısas gereken durumlarda bile af  tarafının tutulması tavsiye edilmektedir. İbn Arabî’nin Fusûs Şerhi’nde A. Avni Konuk “Sizin için kısasta hayat vardır.”5 âyetinin iki anlamı olduğuna işaretle der ki: Birincisi: Kâtilin kısas edildiğini gören herkes bundan ibret alıp cinâyete cür’et edemez. Böylece kısas sâyesinde insanoğlu hayat bulmuş olur. İkincisi: Âyetin anlamı âdetâ: “Ey öldürülenin vârisleri, siz kâtilden fidye alarak onu bağışlarsanız bir insanın hayatını kurtarmış olursunuz demektir.” Çünkü âyetin devamında: “Ey akıl sâhipleri!” diye hitap edilmekte ve ancak akıl sahiplerinin bu inceliği kavrayabileceğine işâret edilmektedir.6

Benzer bir olayı Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin uygulamalarında görüyoruz. Mevlânâ insanların kusurlarına mazeret bulan, kötülüklerinde bile iyilik meyli görmeye çalışan bir insandır. Bu yüzden  mutlak bir iyilik istidâdı gördüğü suçlunun bile afvını cemiyetten ayrılan bir uzvun tekrar cemiyete iâdesi gibi görmektedir. Nitekim Muînüddin Pervâne’den  dostlarından birinin evine sığınan bir kâtilin afvını istedi. Pervâne: “ Bu iş kan işi, başka şeye benzemez.” diye cevap yazınca Mevlânâ şunları söyledi: “ Kâtil Azrail’in oğludur, kan dökmez, adam öldürmez de ne yapar? Adı üstünde kâtil işte!” Bu mektup üzerine  Muînüddin Pervâne, öldürülen kişinin mirasçılarını diyete râzı edip katili kurtardı. Mevlânâ, hilim ve afv kılıcının öfke kılıcının daha keskin olduğunu bildiğinden kâtili kurtarıp canını bağışlamak istemişti.

Yumuşakbaşlılık, hoşgörü ve bağışlama insanlar arasındaki kavgaların çözümünde çok etkili keskin bir kılıçtır. Yine Mevlânâ’dan misâl verelim. Mevlânâ bir gün yolda giderken kavga eden iki kişiden birinin diğerine: “Bir söyle, bir dinle! Hep konuşup duruyorsun?” diye çıkıştığını duyuyor. Bunun üzerine kavga eden adamların yanına gelip arkadaşına bağırana diyor ki: “ Ne söyleyeceksen bana söyle, benimle didiş. Sen bana bin söyle, benden bir bile işitmeyeceksin!” Bu anlamlı sözleri duyan adamlar hemen toparlanıp Mevlânâ’ya saygı göstererek barışıyorlar.

Bir başka seferinde darağacının dibinde idamlık bir genç görüyor Mevlânâ cübbesini gencin üzerine atarak süratle oradan uzaklaşıyor. Mevlânâ’nın bu hareketini cellatlar “İdamlık genci himayesine aldı” diye yorumluyorlar ve durumu yetkili makama bildiriyorlar. Yetkili makam gencin afvına karar veriyor. Ölümden kurtulan Rum genç doğruca Mevlânâ’nın dergâhına koşuyor ve Müslüman olup Süryanus  adını Alâeddin olarak değiştiriyor.

Özelde Mevlânâ’ya ve genelde tasavvufî telâkkîye göre hududsuz bir sevgi, insânî bir anlayış, tevhid hâkîkatine ermekle olur. Bu da kemâl ehli kişilerin boyasına boyanmak sûretiyle gerçekleşir. Nefsin ıslâhı ve mutlak hayır, ancak bu sûretle müyesser olabilir. Gönlün engin bir gönülle buluşması insanın, lâzım olan enerjiyi kendi içinde üreten bir dinamoya dönüşmesini ve kendi içindeki volkanı ateşlemesini sağlar. Aslında kitleler ve ferdler her devirde şuur altı dünyalarıyla benzemek isteyecekleri kahramanları ararlar. Mevlânâ gibiler bu özellikleri ile her devirde tazeliğini koruyan, enerjisini muhafaza eden ve insanlara motivasyon yükleyen model insanlar; örnek kahramanlardır.

İnsanların beşerî ihtirasları ve hayvânî zaafları bir vicdan ve îmân terbiyecisinin okşayıcı ve lâtif müdâhalesi olmadan yüksek vasıf ve fazilet hâline gelemez. Nasıl koruk, güneşin sıcak etkisi altında tatlanır ve şeker hâline gelirse kitlelerin ve insanların ekşi ve buruk tatları, ancak ısıtan ve hayat veren mânevî güneş niteliğindeki güzel insanlarla tatlanabilir.

Mevlânâ’ya göre insan sûrette küçük bir âdem; hakikatte en büyük âlem. Görünüşte dal meyvenin aslıysa da aslında dal meyve için var olmuştur.7

Gerçekten insan olan, “İnsaniyet” mertebesine ulaşan dinlerin üstüne çıkar, küfürden; nefs ve hevâ kulluğundan kurtulur. Mevlânâ’ya göre bu mertebeye ulaşmak için aşka sarılmak gerekir. “Ölümden önce birbirimizin kadrini bilmeliyiz. Muavvizeteyn ve İhlâs sûrelerini birbirimizi sevmek için okumalıyız.” Temelinde sevgi olan bir insanlık anlayışı, bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları ışıtır, uzaklıkları yakın eder, duyguları derinleştirir, sözleri anlamlı kılar. Varlık âlemindeki her canlı ve cansız varlığa şefkat ve ibret nazarıyla bakmayı sağlar.

İnsanlardan yüzde yüz hayır ve fazîlet beklenmez. Çünkü deniz dibindeki inciler çakıllarla karışık olarak bulunur. Altının filizi de toprağın içinde kum ve toprakla karışık haldedir. Övünülecek şeyler de ayıplar ve kusurlar arasında; onlarla karışmış halde bulunur.8

Mevlânâ’ya göre insan şeytan ile melek arasında orta bir noktadadır. Nitekim Mevlânâ bir Rubâisinde der ki:

Bazen melekler bizim temizliğimizi kıskanır,

Bazen de şeytanlar bizim kötülüğümüzden sakınır.

Yine Dîvân’ında:

İnsanın sûretini zıt vasıflarla birleştirdiler,

Onun nakşını gam tezgâhında çizdiler.

İnsan bazen şeytan olur, bazen vahşî hayvan

Bu bir sihirdir ki çeşitli huylar onda toplanmıştır.9

İnsan bütün özellikleriyle değerli, hayatı da bu yüzden kıymetli. Mevlânâ insanın değerini anlatmanın zorluğunu şöyle ifâde etmektedir: “İnsan değer bakımından arştan da üstündür. İnsan hayâle, düşünceye sığmayacak kadar büyüktür. Bu bahâ biçilmez insanın gerçek değerini söylesem ben de yanarım, dünyâ da.”10 Ama ne yazık ki zavallı insan kendini tanıyamadı. Çok ötelerden ezel âleminden geldi. Bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü. İnsan kendisini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi, tuttu kendini bir hırkaya yama yaptı.11

İnsanın kendini tanıması, insanlığının farkında olması, insanlığın değerini anlamasının temel şartıdır. Allah’a giden yol da insanın içinden ve gönlünden geçmektedir.


Dipnotlar: 1) el-Mâide 5/32. 2) bk. Mesnevî, VI, 13 beyit: 138. 3) Mesnevî, VI, 12 beyit: 124 4) Mesnevî, VI, 13 beyit: 135-136. 5) el-Bakara, 2/179. 6) bk. Fusûsu’l-hikem Terceme ve Şerhi, İstanbul 1990, III, 297 vd. 7) Mesnevî, IV, 45-46 beyit: 521-522. 8) Mesnevî,  III, 80 beyit: 866. 9) Dîvan-ı Kebîr, Rûbailer, nr. 664. 10) Mesnevî, VI, 1005-1007. 11) Mesnevî, III, 1000-1001

 

https://www.altinoluk.com.tr/blog/makale-20181